'Ramazanlar kandil medeniyetini yeniden kuracak..'
Ramazanlar sayesinde inancımızı koruduğumuz, Kur’an-ı Kerim’i gönlümüzden çıkarmadığımız, elimizden bırakmadığımız bir gerçek. Ramazanlar sayesinde, kendi yurdunda gurbet duygusu yaşamaya son vereceğiz, bağımsızlaşacağız inşallah. Her kuşağın aklı erenleri, bu umudu koruduysa bugüne kadar, bu Ramazanlar sayesindedir:
Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı İmparatorluğu yok oluşa giden yıkılışının son evresine girmişti.
Yunan ordusu İzmir’e girdikten sonra, daha Mütareke’nin ilk yılında, İstanbul’da, işgalci İngiliz ordusundan aldıkları cesaretle, Rumlar, Elenizm çığırtkanlığıyla Bizans hayaline kapılmışlar, ulaşabildikleri her yeri, Beyoğlu, Şişli ve Kadıköy gibi o zamanki İstanbul’un ‘Ezansız Semtleri’ni Yunan bayraklarıyla süsleyip, her gün peş peşe gösteriler düzenleyerek heyecanlarını doruk noktasında yaşamışlardı.
Rahmetli Yahya Kemal Bey, ‘Eğil Dağlar’ kitabındaki ‘Kandiller Yanarken’ başlıklı yazısında, Rum şımarıklığına sahne olan işgal yıllarındaki İstanbul’u kederlenerek şöyle anlatır: “Mütarekenin ilk senesi, eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her alayiş gibi yapılmayacak her nümayişi yapmış, İstanbul’u yar ü ağyare bir Yunan şehri olarak göstermeğe çalışmış, bizim gibi ecnebilerin gözlerini de uzun bir müddet, Elenizmos’un tütsüsüyle bulandırmıştı.”
İngiliz işgali altındaki Müslüman İstanbul, Mütareke ortamında, geçici bir süre, belli semtlerde Yunan makyajı yaparak adeta sonraki kuşaklara büyük bir ders vermekteydi. Müslüman İstanbul, muhtemel Hıristiyan İstanbul yüzünü, daha doğrusu Batılı yüzünü bu alaca karanlık zaman diliminde göstermiş ve milletimize, kıyamete dek aklını başına almasını, uyanık ve diri olmasını öğütlemiştir.
BİR GÜZELLİK ALEMİ
1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in çağ kapatıp çağ açan, insanlık tarihinde bir dönüm noktası olan fethinden sonra İstanbul, İslam medeniyetinin önemli bir merkezi haline gelmiş, hatta Hilafet merkezi olmuş, uzun bir iman devrini yansıtan Müslüman yüzüyle dost ve düşmanlarının hayranlığını kazanmıştır.
On beşinci asırdan itibaren İstanbul’da yenilenerek gelişen İslam medeniyeti, eş zamanlı bir şekilde yükselen, günümüzde dünyayı tahakkümü altına alan modern Batı medeniyetine de cevap teşkil etmekteydi. İngiltere öncülüğünde Batı medeniyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bütün bir yeryüzünü taşralaştırırken, İstanbul’u da kuşatmış ve yenmişti. Milletimiz, Osmanlı coğrafyasından bugünkü sınırlarına çekilirken, askeri yenilginin yanında sosyal, ekonomik ve siyasi yenilgiye de maruz kalmış, İstanbul da bu bozgundan payına düşeni almıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilip yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı bu geçiş döneminde, Mütareke’nin ilk yılında, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Yahya Kemal, bir yabancı arkadaşıyla Kadıköy’ün Moda semtindeki bir Ramazan akşamı hatırasını anlatarak önemli bir tespitte bulunur: “O senenin Ramazanı geldi. Bir gece Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebi ile Moda’daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalariyle, minarelerin şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebi, bu manzaraya baktı, baktı: ‘Bu şehir Türktür ve Türk olmasa, insaniyet güzelliğinden bir alem kaybeder.’ dedi.”
Milletimizin beş asır İstanbul’da tezahür eden temeddün kudreti, medeniyet ve sanat tarihinde kendine yer açmış, büyük bir birikimle kendi özgün güzellik alemini kurmuştu. İslam medeniyetinin ve estetiğinin İstanbul yorumu olarak tarihe geçen bu güzellik alemini ‘Kandil Medeniyeti’ olarak adlandırabiliriz..
Kandil Medeniyeti, İstanbul’a karakterini, kimliğini ve güzelliğini vermekteydi. Yahya Kemal, bu gerçeği, yabancıların bile tasdik ettiğini belirtir: “Bu heyecanından biraz sonra da bu muazzam mahya ve kandil nümayişi karşısında hatırına gelen bir mülahazayı söyledi: ‘Rumlar, bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurdular, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlakini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lakin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamen gösterir.’ Hakikaten İstanbul’un o gece nümayişi, o senenin bütün çirkin nümayişlerini söndürmüştü.”
Tanzimat sonrasında İstanbul, Galata ile Fatih kutuplarına ayrılarak sosyal, ekonomik ve siyasal bakımdan çift yapılı hale gelmişti: Doğu Batı çatışmasına sahne oluyordu. Dünya güçlerinin dayattığı modernleşme karşısında geleneğin direnişi sözkonusuydu.
Modernleşme, İstanbul’u bir dünya gücü olmaktan uzaklaştırıyor, Londra’nın taşrası haline getiriyordu. Rumlar ve diğer gayri Müslim azınlıklar, İngiliz politikalarına gönüllü alet olup modernleşmemizin öncülüğünü yaparlarken, çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarından birer ülke çıkarma derdindeydiler.
BOZGUN VE VATANDA GURBET HİSSİ
İngilizler, o yıllarda, sadece İstanbul’u değil, Fransız ve İtalyanlarla birlikte, bütün bir yurdu işgal etmişlerdi. İstanbul’un ufkunu papaz karası bulutlar kaplayınca, Anadolu’da fecir aydınlığında bir umut doğdu: Milli Mücadele başladı. Yahya Kemal de Milli Mücadele yıllarında kaleme almıştı sözkonusu yazısını.
Dönemin ruhunu, beklentilerini ve ufkunu resmeden cümlesi, çok manidardır: “Bu akşam İstanbul’u bir daha o halinde göreceğiz. Yalnız artık gönlümüz mahyalara kanmıyor. Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk. Kaza ve kaderin cilvesinden sonra istiyoruz ki Ramazanı cedlerimiz gibi ferahlı bir Müslüman kalbiyle idrak edelim.”
Yahya Kemal, şair idraki ve ifade gücüyle, işgal yıllarında milletimize hakim olan duyguyu, ‘bozgun’ ve ‘vatanda gurbet hissi duymak’ şeklinde tanımlamış. Milli Mücadele’yi kazanıp Lozan’da masaya oturmamız, ne bozgunu durdurabildi, ne de vatanımızda gurbet duygusu taşımamıza son verebildi. İmparatorluktan cumhuriyete geçişimiz, modern düzenlemelere maruz kalmamız, millet olarak dünyanın merkezinden çevreye sürülmemiz anlamına geliyordu.
Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyetle noktalanan Batılılaşma maceramız, milletimiz için sadece vatan topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmekle kalmadı, kendi medeniyetinden kopup uzaklaşarak modern Batı medeniyetine girmeyi de dayattı. ‘Batılılaşma’, ‘çağdaşlaşma’ ve ‘modernleşme’ kavramlarıyla karşılanan, gerçekte bir büyük bozgun olan bu büyük değişim, milletimizi Kandil Medeniyeti’nden de uzaklaştırdı.
Milletimizin içine düşürüldüğü durumu, Yahya Kemal’in kelimeleriyle ifade edecek olursak, ne yazık ki ‘kaza ve kaderin cilvesinden sonra’ bir türlü Ramazanlarımızı ‘cedlerimiz gibi ferahlı bir Müslüman kalbiyle’ idrak edemedik. Çünkü Kandil Medeniyeti’ni yitirdik. Kainatı, hayatı ve insanı Müslüman akıl ve kalple idrak edemez hale gelince, zaman, mekan ve düzen algımız değiştiğinden, millet olarak Kandil Medeniyeti’nden de iyice uzaklaştık.
RAMAZAN VE ÜÇ ZİHNİYET
Yahya Kemal, ‘Kandiller Yanarken’ makalesinde, İstanbul’da temayüz eden, ‘siyasiyatta, ilmi, medeniyeti, hayatı telakkide’ olduğu gibi ve Ramazanı ‘tahassüste’ de üç zihniyet olduğundan bahseder. Bu üç zihniyetin, Ramazan özleminde (‘tahassür’) birleştiğini de belirtir.
Birinci zihniyete göre Ramazan, bir şehir kutlaması, bir şehrayindir; ‘çörekli börekli, davullu dümbelekli, meddahlı karagözlü, kahveli nargileli, şuruplu şerbetli, amberli hacı yağlı, kandilli kağıt fenerli bir şehrayin.’ Bu zihniyetin tezahürlerini çok ilginç tasvir ediyor şair: ‘Bu zümrenin Ramazan geldi mi, hasreti coşuyor, ‘Hay gidi günler hey! Nerede eski ramazanlar!’ diyebir acıklı hikayeler tutturuyorlar ki her mevzu gibi yavaş yavaş beylik üsluba geçecek.’ Günümüzde Ramazanlarda bu birinci zihniyetin hakim olduğunu görebiliyoruz.. Çörek börek, iftar çadırları, lüks otellerde iftar sofraları boyutuna varmış durumda.. Günümüz Ramazanlarında ‘davullu dümbelekli, meddahlı karagözlü’ şehrayin, medya boyutuyla gelişmiş; mübarek Ramazan gecelerindeki televizyon ekranlarını, gazete sayfalarını görmeyen mi var? Eyyamcı kesimin, Batıcıların, laik kesimin, gününü gün edenlerin Ramazanıdır bu. Din sosyal bir kurum, dini günler de toplumumuzun örf ve adetlerinden, folklorik değeri olan günlerden.. Televizyon ekranlarındaki Ramazan programları ayrı bir curcuna. Medya vaizlerinin yüzü gülüyor, Ramazan gelince. ‘Modern Ramazanlar’dan şikayeti olan beri gelsin. Ramazanlar, tıpkı yılbaşı, anneler günü, sevgililer günü gibi çarşıyı pazarı hareketlendiren, piyasaya göre şekillenmiş ‘özel günler’den oldu.
İkinci zihniyete göre, buna tepki gösteren ‘müttakiler’; ilk gruba çak kızgınlar. Modernlik, tutucuların tepkileriyle ayakta kalır çünkü. İşte bu gelenekçi, tepkici grup, ‘Ramazanı bizim mütemeddinlerimizin sevdiği tarzda, bir şehrayindir, rengarenk, günagün levhaları olan bir eski şark alemidir diye Frenkler de seviyor; hatta bu efendilerin çoğu, Ramazanı sevmeği onların şairlerinden, ressamlarından öğrenmiş olsalar gerek! Ramazan nefsimizle dünyevi hırslarımızla mücadele ettiğimiz bir aydır. Camilerimizde potinlerini çıkarmayanlar, pantolonları yüzünden diz çökemeyenler, bir gün, hatta o da değil, iftara kadar ancak, birkaç saat açlığa aktlanamayanlar, neden seviniyorlar?’ diye itiraz ediyorlar. Yahya Kemal, bu gelenekçi kesimi de tasvir eder: ‘Cedlerimizin mübarek ananelerini güden bu müttaki, musalli, mütekid zümre hiç olmazsa bu ay müddetince orucu, namazı, sadakayı, nefsimizi tezkiyeyi tavsiye ediyorlar.’ Ramazan’ı şahsileştirip ülkenin gidişatıyla, ekonomik, sosyal ve siyasal boyutlarıyla ilgisini göremiyorlar. Dün İngiliz’in, Fransız’ın ve İtalyan’ın topraklarını işgaliyle Ramazan arasında bağlantıyı kuramıyorlardı.. Bugün de Ramazan, Allah katında geçerli takvimin Kameri Takvim olduğunu hatırlatıyor, ama onlar Güneş Takvimi’ni kullanmaya devam ediyorlar, takvimdeki değişime itirazları bile yok.
Üçüncü zihniyete gelince.. Bunlar da itiraz ediyor, ama tepkiselliğe düşmeden: ‘Senede bir defa gelen bu otuz günlük sürekli şehrayin içinde, büyük mazinin şaşaasını yaşıyoruz; lakin bu levha mazidir, biz onun içinde bir müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz; zevk alıyoruz, eğleniyoruz. Kendimiz ondan değil, ona Frenkler kadar yabancıyız. Eğer bu levhanın biraz daha hayatı varsa, o eski sürekli hayattan bakiyedir; eski İslam medeniyeti söndükten sonra, İslam imanı da gevşedi.İbadet bile ancak bir gelenek, bir adet (teamül) haline geldi.’ Bu kesim, Ramazan’ı anlamına ve ruhuna uygun idrak etmeyi, eda etmeyi savunuyorlar. Yahya Kemal, bu zihniyeti, ‘Biz cedlerimiz kadar Müslüman, onlar kadar imanı hararetli olursak, mübarek ay yeni bir şaşaa ile dirilir. Bir müze, bir şehrayin olmaktan çıkar, her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olur.’ şeklinde tanımlıyor. Ramazanın, Allah insan ilişkisini onarmasını, bilinçlerin Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i Şerif’le temizlenmesini, yeni bir hayata başlangıç olmasını savunuyorlar. Ramazanın, sosyal, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla bütün bir hayatın Allah’ın razı olduğu muhteva ve şekle kavuşturma girişimine dönüşmesi gerektiğini düşünüyorlar. Ramazanın Allah’a teslimiyet, her alanda rızasını arama ve yaradılış amacını gerçekleştirme sürecine dönüşmesini istiyorlar. Ramazanların, milletimiz için diriliş mevsimi olması gerektiğini ileri sürüyorlar.
Yahya Kemal, Milli Mücadele’de kaleme aldığı bu yazısında son söz olarak ’Ramazan’a girerken, biraz gurbetten çıkacağız..’ diyerek, anlamını ve ruhunu gözetmenin gereğine vurgu yapıyor. Ramazandan, Milli Mücadele’yi zafere ulaştıracak kadar ruhları güçlendirmesini umuyor çünkü. İşgalin sona ermesine, kendi vatanında gurbet duygusu taşımadan kurtulmaya açılan bir pencere olmalıydı, o günlerde Ramazan; Milli İrade’nin Allah’ın yardımını ve desteğini sağlayacak kadar sağlamlaşması gerekliydi.
KANDİL MEDENİYETİNİ YENİDEN KURMAK
Atalarımız, ülkemizin Batılı ülkeler tarafından işgal edildiği yıllarda Ramazanları idrak ve eda etmeyi, Allahu Teala’yı razı etmeyi başardılar, zafere layık bir toplum oldular ve Milli Mücadele’yi zaferle sonuçlandırdılar. Ne var ki bu askeri başarıyı, Lozan’da diplomatik başarı izleyemedi. 1945’e kadar, İngiltere’nin güdümünde kaldı ülkemiz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Amerika’nın güdümünde bir ülke olduk ve Amerika’ya ve Avrupa’ya bağımlı ülke olarak bugünlere geldik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.