Prof. Dr. Zeki Taştan: Âkif’in Gölgeler’de Yükselen Feryadı!
Gölgeler’de yer alan şiirler, Mehmet Âkif’in daha önceki şiirlerinden bazı yönleriyle ayrılır. Safahat’ın altı kitabında toplum meselelerini, milli mücadeleyi, İslam’ı ve daha pek çok meseleyi, Kürsü’den de destekleyerek yüksek bir tonda seslendiren Âkif, Gölgeler’de bunlarla beraber âdeta bir iç hesaplaşmaya gider. Bu kitapta yer alan şiirlerde, geçmişte yapılan yüksek mücadelenin bir nevi sona yaklaştığını ve içe yönelen şairin elemli bir ruh hâliyle sessiz bir çığlık attığını görürüz. Zaman zaman yükselen bu feryat, son şiirlerde daha da farklılaşarak gurbetin ve yaşlılığın verdiği duyguyla birlikte daha da hüzünlü bir hâl alır. “Gece, Hicran, Secde” gibi şiirler, bu hüznün ve ruh hâlinin ferdi ve tasavvufi yansımalarıdır.
Mehmet Âkif Ersoy’un Gölgeler’deki ilk şiirleri, İslâm toplumlarının yenik ve çaresiz ruh hâlini, dağılan Osmanlı Devleti’nin son durumunu anlatırken diğer taraftan bedbinliğe ve umutsuzluğa isyanını da dile getirir. Kitabın başında yer alan “Hüsran, Şark, Alınlar Terlemeli, Umar Mıydın?, Hâlâ Mı Boğuşmak?, Yeis Yok!, Azimden Sonra Tevekkül, Bülbül” gibi şiirler, bir taraftan yıkılan ve dağılan Osmanlı Devleti’nin yaşadığı savaşları, son durumu, Doğunun zaaflarını ve ataletini, bölünmenin felaketini dile getirirken diğer taraftan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve çalışmak gerektiğini, ayağa kalkmak zamanının geldiğini, ümitsizliğe düşmenin yanlışlığını da haykırır. İnsanın kendi kendisine yaptığı savaşın daha çetin ve anlamlı olduğuna inanan Akif, artık kurtuluş zamanın geldiğine inanarak o hiç dinmeyen mücadele direncini yeniden test eder.
İslam Dini ve Coğrafyası
Mehmet Âkif Ersoy, Gölgeler’de ilk olarak İslâm dininin, İslam coğrafyasının ve Osmanlı Devleti’nin yaşamış olduğu hüsrana feryat eder. Safahat’ın önceki şiirlerinde İslam devletleri ve Müslüman’ların yaşadıkları sıkıntıları dile getiren ve bunların ortadan kalkması için mücadele eden şair, sonucun daha da kötü olmasından dolayı oldukça kederlidir. İslâm’ı uyandırmak için bir şey yapamadığından yakınan şair, yaşanan sıkıntılara karşı eli kolu bağlı olmaktan ve söz söyleyememekten şikâyet eder. Gölgeler’in ilk şiiri “Hüsran”, Osmanlı Devleti ve İslam’ın geldiği son noktayı ve şairin içinde bulunduğu ruh hâlini ifade etmesi bakımından önemli bir mukaddimedir. Devletin çöküşü ve yıkılışı karşısında hiçbir şey yapamamanın acısını ve çaresizliğini dile getiren şairin, okları kendine yöneltmesi oldukça manidardır. Tüm hayatını İslâm ve milleti için vakfeden ve bu uğurda gece gündüz demeden mücadele eden ve şiirlerinde sürekli yüksek perdeden haykıran Âkif, bütün yaptıkları ortada dururken hamiyetli bir münevver gibi davranarak çaresizliği âdeta üstlenir:
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım!” (Safahat, C.2., s.892)
Birinci Dünya Savaşı’nın en çetin zamanlarında kaleme alınan şiirde, mevcut durumu haykırmak istediğini söyleyen Âkif, karşısında ülkenin gerçek sahiplerini bulamamaktan ve yabancıların istilasından dolayı acısını içine gömer. Çaresizlik içinde kalan şair, sessizce feryat eder. Safahat bile onun hüsranlarının sessiz bir iniltisidir:
“Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum, Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım. Seller gibi vâdîyi enînim saracakken, Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler Safahât’ımdaki hüsran bile sessiz!” (Safahat, 1997, s. 429)
Mehmet Âkif’in İslam coğrafyasının ve toplumunun geniş bir panoramasını çizdiği en önemli eseri “Şark” başlıklı şiiridir. Şiiri baştan sona okuduğumuzda, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda yaşadığı felaketleri, yıkımları, şehirler, kasabalar, köyler, evler, yollar ve hatta tarlaların perişan durumunu çok canlı bir şekilde takip etmek mümkündür.
“Şark” şiirinde önce savaşın şehirler üzerinde yarattığı korkunç sona vurgu yapılır. Şehirler harap, evler perişan, köprüler yıkık ve kanallar çökmüş haldedir. Yollar ve köyler insansız, yuvalar ıssız, evler ot bağlamış, ocaklar tütmez durumdadır. Sadece barınmak amacıyla yaşanılan yerler değil çevreye baktığınızda da ormanların yandığını, tarlaların örümcek bağladığını, ekinlerin çorak, harmanların küflü olduğu görebilirsiniz. Yani baştan sona hiçbir yerde yaşama dair bir iz yoktur.
Mehmet Âkif’in İslam coğrafyasında ıssız ve yıkık hâline en çok isyan ettiği mekânlardan biri de mabetlerdir. Gölgeler’de yer alan ilk şiirlerde sürekli olarak İslam’ın ve Osmanlı Devleti’nin düştüğü kötü durumu tasvir eden şair, mabetlere de ayrı bir önem verir. Çünkü ona göre yıkımın ve hezimetin arkasında yatan asıl sebep mabetlerin boş kalması yani insanların Allah’tan yüz çevirmeleridir. “Umar Mıydın?” şirinde çevrede gördüğü ıssızlığı ve yalnızlığı paylaşan şair, özelde İslam vurgusunu yaparak mabetlerin perişan durumunu da tasvir eder. Şiirde, İslâm diyarının sessiz olduğunu, etrafta tanıdık hiç kimsenin kalmadığını söyleyen Akif, mabetlerin viran olduğunu, sahipsiz kaldığını, eşiklerin yosun, minberlerin örümcek ağı bağladığını ifade eder. “Şu viran kubbelerden böyle son feryadı dem tutsun!” diyen şaire göre her yer matemdir:
“Civarın, manzarın, cevvin, muhitin, her yerin matem;
Kulak ver: Çarpıyor bir matemin kalbinde bin âlem!” (Safahat, 1997, s. 434)
Mehmet Âkif’in Osmanlı Devleti’nde savaşın getirdiği yıkımlara feryadı düşman tarafından fütursuzca yapılan işgal ve kıyımlara da yönelir. “Bülbül” adlı şiirinde Bursa’nın işgalini işleyen şair, arka planda bir İslam şehrinin ve manevi yadigârların uğradıkları yıkım ve kıyıma feryat eder. Şiiri kaleme aldığı sıralarda Burdur milletvekili olan Mehmet Âkif, İslam’ın manevi iklimlerinden biri olan, Emir Sultan, Üftade Hazretleri ve Somuncu Baba gibi manevi yadigârların şehri Bursa’nın düşman ayakları altında çiğnenmesine tahammül edemez. Yakın dostu Eşref Edip, Âkif’in bu şiiri Tacettin Dergâhı’nda, Yunanlıların Yalova ve Gemlik’te Müslüman köylerini yaktığı, İzmit’te çoluk çocuğu bir eve toplayıp ateşe verdiği ve Müslümanlara sayısız işkenceler uyguladığı bir zamanda kaleme aldığını ifade eder.
Mehmet Âkif, İslam’ın ve ülkenin düştüğü duruma ve yaşanan tüm acılara o kadar içlenmiş- tir ki, bir akşam vakti, şehirden kaçmış, kendini köye, kırlara ve bayırlara vurarak, dünyaya küsmüştür. Tabiatın saf ve sessiz ortamında bülbülle hasbıhal eden Âkif, “eşin var aşiyanın, baharın var”, asıl feryat etmesi ve yas tutması gereken benim diyerek bülbüle sitem eder. Kendi öz yurdunda evsiz barksız bir “serseri” olarak yaşamanın acısını derinden hisseden Âkif, ata yadigârı toprakların düşman ayakları altında çiğnenmesine feryat eder:
“Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefasız, kansız evlâdı, Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, Selahaddin-i Eyyubîlerin, Fatihlerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne heybettir ki: vahdetgâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” (Safahat, 1997, 450)
İslam Milleti
Mehmet Âkif, İslam’ın ve Osmanlı Devleti’nin yaşadığı hüsranın müsebbibi olarak Batı’yı işaret etmekle birlikte asıl serzenişi kendi milletinedir. Bu konuda “Şark” adıyla müstakil bir şiir de kaleme alan Akif, Doğu toplumlarını sert bir dille eleştirir.
“Şark” şiirinde Doğu coğrafyasını geniş bir açıdan resmeden şair, önce toplumla mekân arasında bir bağ kurar. Şark’ta yaşayan insanlar da çevrenin perişanlığı gibi yoksul ve sefildir. Çehreler buruşmuş, beller bükülmüş, boyunlar incelmiştir. Şair, savaşın bütün izlerinin okunduğu toplumu, diğer taraftan inceden eleştirmeye de başlar. Ona göre Şarkta rastladığı insanlar, terlemez alınlarıyla, işlemez kollarıyla ve özellikle de “kaynamayan kanları”yla yürüyen ölülerden farksızdırlar. Sesini daha da yükselten şair, Şark toplumunu; düşünmeyen, geleceği görmeyen, emek mahrumu, umursamayan, yürekleri paslı insanlar olarak ağır bir şekilde eleştirir. Bu eleştiriden Şarktaki sistem de nasibini alır. Doğu toplumlarındaki yönetim modelleri ve insanlarını; baskıcı, hükümran, zalim, esir, ikiyüzlü olarak değerlendirir. Onların kötü alışkanlıklarla malul olduğunu, başlarının secdeye gitmediğini, imamların da bu yüzden cemaatsiz kaldıklarını ifade eder.
Mehmet Âkif, bütün bu eleştirilerle birlikte göz yaşını da tutamaz. Çok eleştirmesine rağmen yine de insanın varlığına muhtaç hisseder kendini. Kimsenin kendisini duymadığını, bir ses vermeğini, ne topraktan güler bir yüz ne de göklerden güler bir nur gördüğünü belirterek feryadın çok derinlerde olduğunu söyler:
“Derinlerde gelir feryadı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslâm’ın!
Göğüsleyip hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!” (Safahat, 1997, s. 431)
Mehmet Âkif Ersoy, dinden uzaklaşmış, köhnemiş, kokuşmuş, tembel, ikiyüzlü toplumu / insanları ve baştanbaşa tahrip olmuş, yıkılmış, ıssız şehirleri, köyleri, evleri, tarlaları, ormanlarıyla Şarkı tasvir ettikten sonra Allah’a seslenerek mevcut tabloyla geçmiş şaşalı günleri sorgular:
“İlâhî! Gördüğüm âlemi mi insâniyyetin mehdi?
Bütün umrânı tarihin bu çöllerden mi yükseldi?
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyyetin yurdu?
Bu kumlardan mı, Allâh’ım, nebîler fışkırıp durdu?” (Safahat, 1997, s. 431)
Şair, “Umar Mıydın?” başlıklı şiirinde de toplumun yaşadığı ahlaki yozlaşmayı, insanların ikiyüzlülüğünü ve yalancılıklarını, vefasızlığını, hayâsızlığını, sözünde durmamayı, ihaneti, zulmü, hırsı, bencilliği eleştirdikten sonra bunun sebebini toplumun yanlış yönde değişmesine bağlar:
“Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!” (Safahat, 1997, s. 435)
Mehmet Âkif, Doğu toplumlarının içine düştükleri bunalımlı durumu ve ümitsizliği biraz da onları geçmişin koridorlarına saplanıp kalmalarına bağlar. Ona göre insanlar mazinin yıkıntıları arasına daldıkça kendilerine gelmelerinin imkânı yoktur. “Ye’is Yok!” şiirinde ümitsizliğe düşmenin zararlarını anlatan şair, kurtuluş reçetelerinden birini de maziden uzaklaşmak olarak görür. İnsanların bir an önce Allah’a dayanmaları gerektiğini söyleyen şair, ümitli olmak ve hayata daha güzel bakmak için “mazideki hicranları susturmak” gerektiğine inanır. “Azimden Sonra Tevekkül” şiirinde de, ufukta bir aydınlık uyanması adına mazinin “baştanbaşa” yanması gerektiğini söyler.
Çalışmak, Gayret, Umut, Yakarış
Mehmet Âkif, Gölgeler’de ülkenin, İslam’ın ve toplumun içine düştüğü felaketi işleyip hiçbir şey yapamamaktan yakınıyorsa da diğer taraftan azmi, tevekkülü, ümidi ve gayreti de elden bırakmaz. O, mevcut durumu ortaya koyup feryat ederken diğer taraftan toplumun harekete geçmesi ve uyanması için de gayret eder.
Mehmet Âkif’in feryat ettiği ve eleştirdiği en önemli konuların başında “atalet” gelir. O, özellikle Şark toplumlarının tembelliklerine ve cemaat ruhundan uzaklaşmalarına şiddetle muhalefet eder. Çünkü ona göre bugün geri kalmışlığımız ve hüsrana uğramamızın altında yatan sebeplerden biri tembelliktir. “Alınlar Terlemeli!” başlıklı şiirinde, bu konuya genişçe yer ayırır. Milli Mücadelenin en çetrefilli döneminde (1920) Sebilürreşat heyetiyle birlikte Balıkesir’e giden şair, bu şiiri Cuma namazı vaazına başlarken okur. Şiir, henüz başlangıçta topluma yönelik ağır bir eleştiriyle başlar:
Cihan altüst olurken seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda! (Safahat, 1997, s. 432)
Âkif, cemaati büyük bir heyecana sevk eden ve gözyaşına boğan bu manzumeden sonra vaazına şiiri açıklayarak devam eder. Dünya çalışıp didinirken, sınırsız ilerleme ve yenilikler peşindeyken Müslümanlar sadece seyirci kaldılar diyen Âkif, yaşanılan bütün felaketleri dinden uzaklaşmamıza ve olan bitene seyirci kalmamıza bağlar. Hayatın, herkesin hakkı olduğunu fakat savunulmadıkça bir işe yaramayacağını söyleyen Âkif, “Oturmuş ağlayan avare bir mazlumu” hiç kimsenin dinlemeyeceğini söyler. Mehmet Âkif, tembelliğin toplumu sadece izmihlale götürmeyeceğini aynı zamanda hürriyetini de elinden alacağını söyler:
“Bu hürriyet, bu hak bizden bugün aheng-i sa’y ister:
Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşalmalı ter!” (Safahat, 1997, s. 433)
Mehmet Âkif, “Azimden Sonra Tevekkül” şiirinde de, eskimiş köhne fikirlerden kurtulup dünyanın yaptığı gibi çalışmanın ve ilerlemenin önemine vurgu yapar. Bugün eğer insanlar yanmışsa kendi isteğiyledir. Herkes geçmişin masallarına kanmış ve kötürümler gibi sürekli yatmıştır. Oysa insanın, didinmeden, çalışmadan ölümsüzlük şerbeti bile içilse yaşamak ihtimali yoktur. Fatalitik düşünceye de şiddetle karşı çıkan Âkif, Allah’a dayandım diyen miskinlere feryat eder. Tevekkülün miskinlik olmadığına vurgu yapar:
“Allah’a dayandım! diye sen çıkma yataktan
Mana-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân! (Safahat, 1997, 444)
Âkif, ataların hiçbir zaman uyumadıklarını, sürekli çalıştıklarını Osmanlı’nın idare ettiği üç kıta toprakların da buna delil olduğunu söyler. Şimdiki insanlar ise dünya koşarken yataklarında pineklemektedirler. Oysa yok olmamak için bundan kurtulmak ve artık ayağa kalkmak gereklidir:
“Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha;
Bir kupkuru çöl var, ne ışık var ne de vaha! (Safahat, 1997, 446)
Mehmet Âkif, “Yeis Yok” şiirine de ümidini yitirmiş insanların yarınlarının karanlık olacağı, onsuz yürümenin imkânsız olduğu uyarısıyla başlar. Ümitsizliğe düşmemek gerektiğinin altını çizen Akif, ancak küfre kayan, itikadı bozuk kişilerde ümitsizliğin olduğunu ifade eder. Ona göre Allah inancı olan kişide ümitsizlik olmaz:
“Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhit!
Bir sine emelsiz yaşar ancak o da: Mülhit!
Birleşmesi kabil mi ya tevhit ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.” (Safahat, 1997, 442)
Mehmet Âkif, insanlara devletin ve çocuklarının gelecekleri adına ümitsizliğe düşmemeleri uyarısında da bulunur. Ümitsizlik ruhunun başkaları tarafından topluma aşılandığını, “bu mel’un aşı”nın toplumu uyuşturduğunu, en tehlikelisi de bu duygunun “devlet batacak!” inancına kadar gençleri ümitsizliğe sevk ettiğini ve herkesin zamanla buna inandığını üzülerek ifade eder. Diğer taraftan; “batmazdı bu devlet batacaktır demeyeydik!” diye feryat eden Akif, ümitsizliğin bir iman esintisiyle birlikte ortadan yok olacağına da inanır. Ona göre harekete geçmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bunun için de geçmişi gömmek ve geleceğe ümitle bakmak, Allah’a dayanmak ve çok çalışmak gerekir. Tek kurtuluş yolu budur:
“Mazideki hicranları susturmaya başla;
Evladına sağlam bir emel gayesi aşıla, Allah’a dayen, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum başka yol. (Safahat, 1997, 442)
Mehmet Âkif, “Süleyman Nazif’e” başlıklı şiirinde de onun Malta’dayken yazdığı; “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler!” mısrasından hareketle şairin içinde bulunduğu “ümitsizlik” durumuna sitem eder. Yaşadığımız karanlıklar yetişir diyen Âkif, Nazif’in, İstanbul’un işgali için yazdığı “Kara Gün!” başlıklı makalesine gönderme yaparak milletin yaşadığı tüm acıları dünyaya duyuran ve bu cesur yüreğiyle Malta’ya sürgün edilen, azmin ve idealin timsali olan bir kişiye bu bedbinliği yakıştırmaz. İslam milletinin yıllardır beklediğini, bu aşağılanma ve esaretin sona ermesi gerektiğini söyleyen Âkif, artık yarınlara ümitle bakmak gerektiğinin altını çizer. Kardeş kavgalarının, bölünmelerin olmasına rağmen Allah’ın kendilerine merhamet edeceğini ve eski şaşalı günlere tekrar dönüleceğine inandığını söyleyen şair, 400 milyon Müslüman’ın artık esir olamayacağını ifade eder.
Mehmet Âkif, tüm sözleriyle milleti uyanışa davet ederken diğer taraftan el açıp Allah’a da el açar. “Alınlar Terlemeli” başlıklı şiirde İslam coğrafyasının içinde bulunduğu perişan durumdan ve ataletten kurtulması için Allah’a dua eder:
“Bu haybetten usandık biz, bu hüsran artık elversin! İlahi! Nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin, Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden,
“Hayat elbette hakkımdır!” desin, dünya “değil!” derken?” (Safahat, 1997, s. 431)
“Leyla” şiirinde de kurtarıcıya el açan Mehmet Âkif, “Umar Mıydın?” şiirinde de, İslam’ın içinde bulunduğu garabeti, kimsesiz ve yıkık mabetleri, ahlaki yozlaşmayı tasvir ettikten sonra kurtuluş reçetesini dine ve imana sarılmakta görür. Gizli gizli ağlamanın ve yakınmanın toplumu uyandırmayacağını söyleyen Âkif’e göre asıl kurtuluş canla başla çalışmaktadır. Ancak o zaman rahmet üzerimize inecektir:
“Çalışmak!... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet.
İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?” (Safahat, 1997, s. 436)
Birlik Beraberlik
Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat’ta en çok üzerinde durduğu husus birlik ve beraberlik ruhudur. İslam ümmetinin ve Osmanlı Devleti’nin ayrılıklardan çok çektiğini< bir olamadıkları için her türlü belaya uğradıklarına inanan şair< son kitabında da bu tehlikeyi tekrar ele almıştır. Gölgeler’de, birlik ve beraberlik ruhunu müstakil olarak işlediği tek eseri, “Hâlâ Mı Boğuşmak?” başlıklı şiiridir. Şiirin başında Kur’an’dan bir alıntı vardır. Enfal Suresinin 6. Ayeti mealen şöyledir:
“..Birbirinize de girmeyin ki, maneviyatınız sarsılmasın, devletiniz gitmesin...” (Safahat, 1997, s. 438)
Âkif, bu şiirinde, milletleri yokluğa ve felakete sürükleyen sebeplerin başına birlik ve beraberlikten uzaklaşmayı koyar. Milletler için en büyük kıyametin, aradan birliği kaldırmak olduğunu söyleyen şair, bunun için tarihten örnekler aktarır. Hatta bunun için tarihe gitmenin de faydasız olduğunu haykıran şair, yaşananlardan ibret alınması gerektiğinin altını çizerek artık uyanmak vaktinin geldiğini söyler:
“Ey millet-i merhume, güneş battı. Uyansan!...” (Safahat, 1997, s. 438)
Mehmet Âkif, bu konudaki serzenişlerine şiirboyunca devam eder. Yeryüzünde sayıları bir milyara varan kavimlerin, ülkeleri, ırkları, dilleri, ahlakları, fikirleri ayrı ayrı olmalarına rağmen tek bir gayede buluşabildiklerini, hep birlikte hareket ettikleri için kazandıklarını söyleyen Akif, yaşanılan onca felakete rağmen bizlerin bir avuç halk içinde bile birliği sağlayamadığımızdan şikâyetle yaptığımız sen-ben kavgasına âdeta isyan eder:
“Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne gaflet, ne rezalet!” (Safahat, 1997, s. 440)
II. Meşrutiyet’le gelen hürriyetin ilanında da kandırıldığımızı söyleyen ve İttihat ve Terakki’yi eleştiren Akif, Turancılık girişiminin ise bir efsane olduğunu ve ayrılığı daha da büyüttüğünü söyler:
“Turan ili nâmiyle bir efsane edindik;
‘Efsane fakat gaye!’ deyip az mı didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!” (Safahat, 1997, s. 440)
Mehmet Âkif’in tefrikakonusunda en çok üzüldüğü husus kardeş kavgasıdır. Müslüman’ın Müslüman’ı öldürmesini ve bunu gaza namıyla yapmasını garipser:
“Gazâ” namıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar!” (Safahat, 1997, s. 430)
Mehmet Âkif, “Alınlar Terlemeli” başlıklı şiirinde, dünyadaki ilerleme ve yenilikler karşısında geri kalmışlığımızın ve yaşanılan acıların sebebi olarak Müslümanların seyirci kalmalarını eleştirirken diğer taraftan bireysel yaşantıya da şiddetle karşı çıkar. Cihandaki değişimler karşısında “tek tek” yaşamanın imkânsız olduğunu söyleyen Akif, “cemaatten uzaklaşmanın Allah’tan uzaklaşmak olduğunu ifade eder. İnsanları uyaran Akif, birlikte yaşamak ve hareket etme istidadının Müslümanları başarıya götüreceğine inanır. Batı milletlerinin “yekpare” bir kuvvetle başarıya ulaştıklarını ima eden Akif, aksi durumda insanların yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını haykırır:
“Gebermek istiyorsan, başka! Lâkin korkarım, yandın;
Ya sen mahkum iken, sağlık, ölüm hakkın mıdır sandın?” (Safahat, 1997, s. 433)
Sonuç
Mehmet Âkif, bir dava adamı. Bu yapıda insanlar, hayatını inandığı değerler uğruna feda ederler. Onlar, inandığı değerlerin yok olması veya erezyona uğraması karşısında ister istemez feryat etmekten çekinmezler. Hele bir de uğruna mücadele ettiğiniz değerlerle birlikte 12 milyon metre kareye ulaşan toprakların gözlerinizin önünde yavaş yavaş yok olması tabii olarak bir dava adamını kahreder. Gölgeler, bu anlamda yaşı kemale ermiş ve gördüğü, yaşadığı acılar karşısında olgunlaşmış bir dava adamının son serzenişi yanında yeniden diriliş hamlesidir. Onun bu kitabındaki feryadında; İslâm milleti ve coğrafyasının yaşadığı felaket ve çöküş, atalet, değerlerin yozlaşması, sen-ben kavgası gibi konular öne çıkar. Bununla birlikte Akif, İslam milletindeki atalete ve ümitsizliğe de başkaldırarak çalışmak, azim ve mücadele gibi hususların önemini de dile getirmiştir.
Mehmet Âkif’in Gölgeler’deki şiirleri, ömrünü vatan, din ve millet uğrunda feda eden ve uğruna mücadele ettiği toprakların tek tek elden çıkışını gören, bütün bunların yanında Cumhuriyet rejimi tarafından âdeta bir vatan haini muamelesi gören Akif’in, hem ön sözü hem de son sözünün tamamlanmamış bir kompozisyondur.
Kaynakça
Eşref Edip, (1962) Mehmet Akif, İstanbul.
Gökçek, Fazıl (2005), Akif’in Şiir Dünyası, İstanbul.
Mehmet Akif Ersoy; (1997) Safahat, Akçağ, 1997.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy, Osmanlı İmparatorluğu’nun en sıkıntılı döneminde yaşamış ve hayatı boyunca hep mücadele içinde olmuş, acıları yüreğinde hissetmiş bir şairdir. Âkif’in mücadele ettiği dönem içinde yaşadıklarını en güzel şekilde aksettirdiği eseri ise kuşkusuz Safahat adlı kitabıdır. Onun bu kitabında yer alan şiirlerinde; Osmanlı Devletini çöküşe götüren sebepleri, yaşanan sıkıntıları, savaşın acımasız yüzünü, Batıyı, Doğuyu, Kur’an ve İslâm’ı, tasavvufu, dini ve sosyal hayatı, insanı, çevreyi ve daha pek çok cemiyet meselelerini bulmak mümkündür.
Âkif, son kitabı Gölgeler’de ise yaşayıp gördüklerini âdeta özetler. Savaştan arta kalan yıkık ve harap İslam coğrafyası, yaşanan acılar, toplumunun geri kalmışlığı, Batı’nın gerçek yüzü, sen-ben kavgası bunlar içinde öne çıkan meselelerden bazısıdır. Oldukça açık sözlü olan ve sözünü sakınmayan Âkif, bunları anlatırken okları kendine de çevirip âdeta feryat eder ve birçok hususta özeleşiri yapar. Biz de bu bildiride Âkif’in feryadını ve hangi meseleleri eleştirdiğini işlemeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Mehmet Âkif, Safahat, Gölgeler, feryat, İslâm, Osmanlı, savaş.
Abstract
Mehmet Akif Ersoy is a poet who lived in the hard time of the Ottoman Empire, who has been in a struggle all his lifetime and who has felt the woes profoundly.
Safahat, by all means, is his notable book by which he successfully reflected what he had been lived during the period he struggled. In his poems in this book, It is very well possible to find the reasons which led to fall of the Ottoman Empire, the oppressions, the bitter face of war, the east, the west, the Quran and Islam, Sufism, the faith and social life, human being, environment and many issues related to society.
On the other hand in his latest book Gölgeler, Akif virtually epitomizes what he experienced and saw. The post-war Islamic geography ruined and wrecked, the woes, the backwardness of society, the real face of the west, personal disputes are just some of the problems standing out. Akif, pretty straightforward and blunt. wails and self-criticizes from all points of view. In this paper, we discuss the wail of Akif and issues he critized.
Key words: Mehmet Akif, Safahat, Gölgeler, wail, Islam, Ottoman, war
Gölgeler, 2014
TYB Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi'nin düzenlediği bilgi şölenlerinin 6.sı.
Okumak için: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/golgeler.pdf
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.