Prof. Dr. Muammer Esen: İslâm ve İstiklâl Şairi Mehmed Âkif’in İnanç Dünyası
O, ekseni Allah korkusu olan bir dini kendisine mihver edinmiş; temel ahlakî meziyetleri bunun üzerine inşa etmeye çalışmış şuurlu bir Müslümandır.[1] O, yine aynı zamanda tevhid dininin müntesibi muvahhid bir mümin olarak, Müslümanların da birliğini savunan bir “tevhid şairi”dir.
Genel olarak dine bakışı
Bir kere Âkif, gerçek din, Allah’ın insanlar için vaz’ettiği hakikat dini olan İslâm ile, Müslümanlar elinde hurafelere bulaştırılarak gerçek hüviyetinden koparılıp çıkarılmış ve böylece kendi özüne yabancılaştırılmış bir “islam” arasındaki farkın ayırdında ve bilincindedir. Nitekim Âkif,
“Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dini;
O yerin gökten inen dîni, hayatın dîni?!”[2]
derken, “yaşanan Müslümanlık” ile, insanlık için gerçek bir hayat dini olan “vahyin İslâm’ı” arasındaki farka özellikle dikkat çekmiş ve ona karşı özlemini dile getirmiştir.
Belli ki Âkif, hurâfelerle bulandırılıp İslâm dışı gelenek ve göreneklerle karıştırılmak suretiyle tanınmaz hale getirilmiş bir din yerine, kendi gerçek, halis, öz hüviyetine kavuşturulmuş bir İslâm arayışı mücadelesi içindedir. Bu ise, ancak yeniden Kur’an’a dönmekle, ilhamımızı doğrudan ondan almakla mümkün olabilir. Nitekim o,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı”[3]
derken, işte bu açık gerçeğe işaret etmiştir.
Mehmed Âkif, tembellerin, miskinlerin, türlü ahlâksızlıkların, softalığın kaynağı kulaktan dolma bilgilerle donatılmış olan hurafeler dininden o kadar bizar olmuştur ki, “Eğer gerçek İslâm bana öğretilmemiş olsaydı, şu son zamanlarda gençlerin tutulduğu dinsizlik hastalığına ben de yakalanırdım.”[4] demek zorunda kalmıştır. Yine o,
“Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni,
Hurâfeler bürümüş en temiz menâbi’ini”[5]
derken de, dine dair cehaletin; sahih, doğru, gerçek dini getirdiği acıklı duruma işaret etmekte ve yine kendi ifadesince “âdeta hurâfât mecmuası bid’at yığını haline gelmiş” bir dinden duyduğu ızdıraba dikkat çekmektedir. Sahih köklerinden uzaklaştırılarak bu hale getirilmiş “din” öyle bir bid’at yığını hurafât mecmuasıdır ki, bu yüzden biz, onun ifadesiyle, “Dinin şekl-i sahîhini kolay kolay tahattur bile edemiyoruz.”[6]. Dinin getirildiği bu acıklı durumu Âkif, bir başka yerde ise,
“Yıkıp Şerîatı, bambaşka bir binâ kurduk;
Nebîye atf ile binlerce herze uydurduk”[7]
sözleriyle ifade etmeye çalışmıştır.
Âkif’in dine dair dile getirdiği bu sözlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, o, Kur’an ve sahih sünneti bir kenara itip de uyduruk rivayetlere, daha doğrusu sözlere dayandırılan hurafelerle aslî hüviyetini kaybetmiş türedi bir “din” ve mensuplarından şikâyetçidir. O, “Böyle gördük dedemizden!”[8] diyerek, sahih, gerçek Din yerine, geleneği, atalar geleneğini din edinenleri şiddetle eleştirmiş; “Böyle gördük dedemizden” sözünün “dinen merdûd”[9], yani reddedilmiş, dinen kabul görmemiş bir söz olduğunun altını özenle çizmiştir. Gerçekten de pek çok Kur’an ayeti, atalara atfedilip benimsenen “gelenek dini”ni şiddetle eleştirip reddetmekte; İlahî vahye istinad eden hakiki dinin yanında, atalardan tevarüs yoluyla gelen dinin hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığını defaatla ve açıkça belirtmektedir.[10] Tekrar Âkif’e dönecek olursak, yine o, bir başka şiirinde,
“Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
Müslümanlık mı dedin?.. Tövbeler olsun ne demek!
dedikten sonra,
Hani Kur’an’daki rûhun şu heyûlâda izi,
Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi,”[11]
diyerek de Kur’an’ın ruhuna aykırı basmakalıp geleneklerle, Kur’an’ın gerçek derûnî ruhunu yansıtan Hak Din İslâm arasındaki farka dikkat çekmektedir.
Âkif din-dünya ayırımına da karşıdır[12]. Aslında böyle bir durum, İslâm’ın ruhuna da aykırıdır. İslâm’da din-dünya ayırımı olmadığı gibi, esasen Din, İslâm Dini, dünyadaki hayatımızı düzenleyen unsurları bünyesinde barındıran bir hayat nizamıdır. Dinin esasını teşkil eden sahih, yani doğru bir iman ile, bu inancın uzantısı olan Allah rızasına ve insanlık yararına uygun salih amellerin yapılacağı yer gerçekte bu dünyadır. Ahiret ise, burada yaptıklarımızın karşılığını bulacağı öteki dünyadır.[13] Dolayısıyla din asıl bu dünyada lazım olan bir şeydir.
Netice itibariyle Âkif, hurafelerden arındırılmış asıl özünü muhafaza eden hakiki din olan İslâm ile, bu gerçek İslâm’ı özümsemiş ve ona gönülden bağlı gerçek samimi Müslümanların özlemi içindedir. Ancak o,
“Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir.
Müslümanlık, bilmem amma, gâliba göklerdedir![14]
diyerek bu husustaki sitemini de dile getirmiştir.
Kur’an’a Bakışı
İslâm’ın temel kitabı Kur’an’dır. Dolayısıyla İslâm’ı gereği gibi anlayabilmenin yolu, Kur’an’ı doğru anlamaktan geçer. Çünkü Kur’an, Allah kelamıdır; Allah, Kur’an’ı, kendi dinini/İslâm’ı, insanlara onun vasıtasıyla öğretmek için indirmiştir. Allah kelamı olan Kur’an ve onun vasıtasıyla insanlara bir hayat nizamı olarak vaz’edilen İslâm da, O’na, yani Allah’a ait olduğuna göre, O’nun öğrettikleri dışında bir din aramak ya da O’nun vaz’ettiği dine eklentiler yapmak kimsenin haddi olamaz. Dolayısıyla İslâm’ı anlamanın yolu Kur’an’ı anlamaktan geçer; çünkü Allah kelamı olan Kur’an, İslâm’ın kitabıdır. Haliyle bizler ilhamımızı, doğrudan, bir vahiy kitabı olan Kur’an’dan almalıyız. Nitekim Mehmed Âkif de,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı”[15]
derken, işte tam da bu duruma işaret etmiş olmaktadır.
Gerçekten de Müslümanlar, Kur’an’a dönüş yapmadan, onu gereği gibi anlamadan İslâm’ı anlamaları, dolayısıyla onu gereği gibi hayata geçirmeleri mümkün değildir. Dinimizi, Kur’an’dan değil de, Müslüman olarak böyle bir hakkımız olmadığı halde, başkalarının doğru-yanlış sözlerinden öğrenmeye çalışırsak, işte o zaman bizler, Allah’ın dini olan İslâm’ı gerçek özünden uzaklaştırmış ve hatta ona türlü hurâfeleri de katmış oluruz ki, bunu önlemenin tek yolu, doğru dürüst Kur’an’ı anlamaktan geçer. Ama ne yazık ki, Âkif’in de ızdırabını çektiği gibi, Müslümanlar, çoğunlukla bunun tam tersini yapmaktadırlar. Âkif, bu durumu şu dizelerde ne de güzel betimler:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?
Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”[16]
Evet Âkif, Müslümanların Kur’an’la ilişkisini, yukarıdaki dizeleriyle çok güzel açıklamıştır. Gerçekten de Müslümanlar, Kur’an, “okuyup ibret alın”, “aklınızı kullanın”, “ince ve derinden düşünün” gibi emirlerle insanları evren ve evrendeki olayları işlevsel akılla düşünüp- taşınmaya, ibret almaya çağırırken, ne yazık ki pek çoğumuz, Kur’an’ı, anlamadan, ibret almadan sadece ezbere veya yüzünden okumakla, ya da mezarlıklarda ölü toprağına okuyup üflemekle yetiniriz. Halbuki Âkif’in o güzel ifadesiyle dizelere döktüğü gibi;
“İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”
Kader’e Bakışı
Âkif, kendi döneminin ağır şartlarından muzdarip biri olarak, kader konusunda belirgin, sistematik bir düşünce oluşturamamıştır. Dolayısıyla o, şartların durumuna binaen, zaman zaman, daha çok da kendi iç dünyasında, neredeyse Cebrî bir kader anlayışına kayarken; buna mukabil zaman zaman da, özellikle de Müslüman toplumların kendi yanlış anlayışları ve tembellikleri sonucunda düştükleri acı durumları kadere fatura etmelerini eleştirirken ya da Müslüman toplumları, içine düşdükleri âtıl durumdan kurtarmak maksadıyla onları uyarmak, kurtuluşa ilişkin umutlandırmak istediği durumlarda ise, özgürlükçü bir kader anlayışını benimser gözükmektedir. Haliyle Âkif, anlaşılması zaten zor olan bu konuda nispeten bir kafa karışıklığı içindedir. Âkif;
“Cânîleri, kâtilleri meydana süren sen;
Cânideki, kâtildeki cür’et yine senden!
Sensin yaratan, başka değil, zulmeti nûru;
Sensin veren ilhâm ile takvâyı fücûru[17]!”[18]
derken, hemen hemen Cebrî kader anlayışını dile getirmiş olmaktadır. Zaten Âkif şiirinin devamında;
“Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!
Cebrî değilim... Olsam İlahî, ne suçum var?”[19]
derken de, her ne kadar “Cebrî değilim” diyorsa da, “Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!” sözüyle bir bakıma o, “olsam ilâhî, ne suçum var?” ifadesiyle de açığa vurduğu gibi, belki bir serzeniş ifadesi olarak da olsa, en azından burada, Cebrîliğini ortaya koymaktadır.
Ancak Âkif’in, şiirinin devamında bir yerde söylediği;
“Sendense eğer bunca çektiğimiz devâhî, Kimden kime feryâd edelim söyle İlâhî”[20]
sözünden, onun bu konudaki düşüncelerinin tam da yerli yerine oturmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca yine Âkif,
“Ey bunca zamandır bizi te’dîb eden Allah!
Ey âlem-i İslâm’ı ezen, inleten Allah!
Çektirmediğin hangi elem hangi ezâdır?
Her anı hayatın bize bir rûz-i cezâdır!”[21]
diyerek de kadere ilişkin Cebrî düşüncelerini açığa vururken, bir yandan da sanki onda bir serzeniş, bir sitem hâli sezinlenmektedir.
Âkif, dönemin ağır savaş şartları altında dile getirdiği bu serzeniş yüklü ifadelerine karşılık, diğer taraftan bazı Müslümanların tevekkül bağlamındaki yanlış kader anlayışlarını ise;
“Kader senin dediğin yolda Şer’a bühtandır;
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.
Kader ferâiz-i îmâna dâhil. Âmennâ...
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma’nâ.”[22]
şeklindeki sözleriyle eleştirmektedir.
Böylece bazılarının yanlış kader anlayışlarını eleştiri konusu yaptıktan sonra Âkif, kendi anladığı gerçek kaderin ne olduğuna ilişkin düşüncelerini şiirinin devamında;
“Kader, şerâiti mevcut olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkünâtın a’yânda.
Niçin, nasıl geliyormuş. O büsbütün mechûl;
Biz ihtiyârımızın sûretindeniz mes’ûl,
Kader nedir, sana düşmez o istiknâh;
Senin vazîfen itâat ne emrederse İlâh.”
şeklindeki ifadeleriyle dile getirdikten sonra, sözü, sonunda yine kaderi olduğundan
farklı algılayanlara getirmekte ve onları;
“O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
Bütün evâmir-i Şer’in olur bir anda heder”[23] sözleriyle tekrar eleştirmektedir.
Yukarıdaki dizelerinde dile getirdiği üzere, Âkif’in burada anlatmak istediği kader, Allah’ın evrende olup bitenlere dair yasasıdır. Tanrı’nın fiziksel ve ama daha çok da toplumsal yasası demek olan “sünnetullah” kavramı da her şeyi bir ölçüye göre yapmak anlamını taşıyan “kader” ve “takdir” manasını ifade eder ki, esasen O’nun vaz’ettiği temel toplumsal yasalarda (sünnetullah) herhangi bir değişiklik olmaz. Şartları (şerâit) mevcut olunca daha öncekinden farklı yeni bir kaderin meydana gelmesi de mümkündür. Esasen bu da, O’nun değişmez temel toplumsal yasaları içinde cereyan eden bir olgudur. Ancak bizler, bunun gerçek mahiyetini, hakikatini bilemeyiz. Dolayısıyla mahiyetini bilmediğimiz bu tür bir kaderi değiştirmek bizim elimizde olmadığı gibi, esasen bizler, bundan sorumlu da tutulmayız. Bizim sorumlu olduğumuz, birey olarak kendi özgür tercihimize, seçimimize göre yaptığımız iyi-kötü fiillerimizdir ki, esasen bunları biraz önce bahsettiğimiz türden bir kader içine sokmamız da doğru değildir. Çünkü bizler, iyi veya kötü yöndeki fiillerimizi, eylemlerimizi bizzat kendi özgür tercihimize göre yaparız ve bundan dolayı da yaptıklarımızdan sorumlu oluruz. Çünkü sorumluluk, özgür olmayı gerektirir; özgür olmayanların, yaptıklarını icbar, yani bir zorlama altında yapanların, yaptıklarından sorumlu tutulması, Allah’ın adaletine sığmaz; böyle bir şey ahlâkî de olmaz. Dolayısıyla insan, özgür seçiminden dolayı, yaptıklarından sorumludur. Böylece Allah’ın da buyurduğu gibi, “Zerre miktarı iyilik yapan da zerre kadar kötülük işleyen de karşılığını görecektir, alacaktır.”[24]Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Âkif’in de benimsediği, kendi seçimimizden (ihtiyâr) dolayı mes’ulüz görüşü, Ehl-i Sünnet’in bu konudaki temel görüşüdür.
Âkif, ayrıca yanlış kader anlayışına sahip olanların sokmak istedikleri şekliyle kaderin benimsenmesi durumunda dinin bütün emirlerinin bir anda heder olacağından söz etmektedir ki, el hakk doğrudur. Nitekim Hz. Ali’nin de belirttiği gibi, kaderle ilgili durum, bazen yanlış anlayanların anladığı gibi olsaydı, o zaman Allah’ın bir din göndermesinin; Peygamber ve kitap göndermesinin bir anlamı olmazdı. Emir ve yasaklarının, başka bir ifade ile iyiliği emr, kötülüğü nehyin bir anlamı olmazdı. Emredileni yapanın, nehyedilen de kaçınanın ödüllendirilmesi, buna karşılık yapılmaması istenen yasakların yapılmasına karşılık cezalandırmanın da bir hikmeti olmazdı.[25]
Allah’ın evren ve evrendekiler için vaz’ettiği yasaların/takdirin ne olduğunu doğru dürüst anlamadan, doğru-yanlış, iyi-kötü yapılan her şeyi kaderin sırtına yüklemek suretiyle gerçekte, Allah’a bühtanda bulunanların utanmazlığına vurgu yapan Âkif, daha sonra, devamla,
“Kadermiş!” öyle mi? Hâşâ bu söz değil doğru,
Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?”[26]
demek suretiyle, insanların iyi-kötü yaptıkları fiillerinin gerçekte kendi özgür seçimlerinin bir sonucu olduğuna da ayrıca vurgu yapmış olmaktadır. Çünkü neticede eylemler, insanın kendi özgür talebine binaen oluşurlar. Dolayısıyla onlar, kendi seçimlerinin neticesi olan fiillerinin karşılığını alırlar ki, bu, Allah’ın adaletinin bir gereğidir. Dolayısıyla Allah âdildir; zulmetmez. Nitekim bir Kur’an ayeti; “Kim de bir kötülük yapacak olursa, (o da bilsin ki) o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullarına asla zulmetmez”[27]demek suretiyle bu açık gerçeğe, yani iyilikte bulunmanın da kötülük yapmanın da insanın elinde olduğu, herkesin yaptığının karşılığını aldığı ve dolayısıyla Allah’ın kimseye zulmetmediği gerçeğine ışık tutmaktadır.
Neticede şunu da ifade etmek gerekir ki, Allah’ın toplumsal yasaları şeklinde tecelli eden takdiri/kaderi ile; insanların kendi özgür iradelerine binaen yapıp-ettiklerini ayrı tutmak ve onları, bu anlamdaki bir kader kavramı içinde değerlendirmemek gerekir. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, insanları yapıp-etmelerinde özgür bırakan, onları o kabiliyette, yani iyiyi ya da kötüyü seçip onu özgür iradesiyle yapabilme kabiliyetinde yaratan da nihayetinde Allah’tır ve dolayısıyla bu da O’nun bir takdiridir; kaderidir. Bu bir çelişki oluşturmaz; çünkü insanı özgür bir varlık olarak yaratan, ona özgürlük takdir eden Allah’tır.
Sabır, Tevekkül Gibi Kavramlara Bakışı
Pek çok Müslümanın yanlış anladığı kavramlardan ikisi de sabır ve tevekkül kavramlarıdır. İnsanımız, olumlu manalar içeren bu iki kavrama, olduğundan farklı bir takım olumsuz anlamlar yüklemek suretiyle, esasen kendi içinde bulundukları atâlet, tembellik hâlini bu iki kavramın sırtına yükleme aymazlığı içine girmişlerdir. Âkif bu durumdan oldukça muzdariptir. O, Müslümanların sabır kelimesinin meddûlûne, yani işaret ettiği gerçek manaya sahip olmak şöyle dursun, ona vâkıf bile olmadıkları düşüncesindedir. Çünkü Müslümanlar, “sabır” dendiğinde, akıllarına, zorluklarına göğüs gererek bir işte azim ve sebat göstermeye değil; tersine zihinlerini, meskenet, yani miskinlik, tembellik, uyuşukluk ve acizlik ile mezellet, yani alçalma, bayağılaşma, hakir ve zelil olma durumuna yakın bir anlam kaplar. Müslümanlar, sabrı, “katlanmak”, ancak başarıya ulaşmak uğruna doğru şeyleri yapmak yolunda türlü zorluklara göğüs gerip onların üstesinden gelmek olarak değil, tersine, katlanılmaması gereken her şeye, zelilliğe, hakirliğe, dövü- lüp-sövülmeye, haksızlığa, hakarete, özetle insanlık şerefini alt-üst edip lekeleyen her tür musibete tahammül etmek olarak anlamaktadırlar.[28]
Halbuki sabır, bu değildir. Âkif’e göre sabır, hak yolda tahammülü güç olan bela ve felaketlere (şedâid) göğüs gerip katlanmaktır. Ona göre sabır, faziletleri (fazâil) cezbeden, rezillikleri, ahlâksızlıkları (rezâil) def’eden, güzel amelleri müdâfaa eden yegane unsurdur. Sabır, Allah yolunda, hak yolunda, din ve milliyet uğrunda rahatını, uykusunu, malını, canını feda etmek, bu uğurda katlanılması güç türlü zorluklara göğüs gerip bunların üstesinden gelmektir.[29]
Müslümanların yanlış anladığı kavramlardan biri de tevekküldür. Pek çok Müslüman, kaderi yanlış anladıkları gibi, tevekkülü de gerçek anlamından uzaklaştırarak ona olmadık olumsuz manalar yüklemek suretiyle onu gerçek olumlu anlamından uzaklaştırmaktadırlar. Nitekim Âkif de, buna vurgu yapmakta; çalışıp-çabalamadan, yorulmadan, tembel tembel oturduğu yerden ve bir de utanmadan saygısızca tevekküle yeltenme cüretini gösterenleri şiddetle yermekte; böylelerini, kader ve tevekkülün günahına girmekle eleştirmektedir.[30] O, yataktan çıkmadıkları halde “Allah’a dayandım” diyenlerin “tevekkül” anlayışlarını, “Mana-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan” diye suçlamakta;
“Âlemde tevekkül etmek olsaydı “atâlet,”
Mirâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet!” [31]
diyerek de atâletin, tembelliğin tevekkül olamayacağını belirtmektedir. Tevekkülün anlamının bu olmadığını, olmayacağını, ancak “ne yazık ki, beyni örümcekli bir yığın câhilin” dine karşı en rezilâne oyunu oynayarak onu bu mübtezel, yani değersiz, bayağı aşağılık şekle indirmek suretiyle halkı uyuttuklarını da söylemekte, düşünceyi, düşünen beyinleri uyuşturan bu tür örümcek beyinlileri alçaklıkla suçlamaktadır.[32]
Sonuç olarak İslâm, sa’y, yani çalışıp-çabalama dinidir, mücadele dinidir.[33] Çalışmadan, herhangi bir çaba sarfetmeden insanın elde edebileceği bir şey yoktur. Nitekim bir Kur’an ayetin de de ifade edildiği üzere “İnsanın kendi çalışmasından başka bir şeyi yoktur. Onun çalışması, kuşkusuz ileride görülecek ve sonra da karşılığı tastamam olarak verilecek- tir.”[34] Öyleyse yapılması gereken önce azim ve sebatla, sabırla çalışmak, sonra da Allah’a tevekkül etmek, O’na dayanmak olmalıdır. Çalışmadan, çabalamadan Allah’a tevekkül edip de O’ndan tevfikini beklemek olmaz. Âkif bunu; ne de güzel ifade etmiştir:
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”[35]
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
[1] Eşref Edip, Mehmed Âkif, s. 355.
[2] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ) Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, s. 341.
[3] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, 349.
[4] Bkz. Şengüler, İsmail Hakkı, Açıklamalı Mehmed Âkif Mülliyâtı, 5/74.
[5] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 221.
[6] Şengüler, Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, 9/121.
[7] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 221.
[8] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 144.
[9] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 144.
[10] Bu bağlamda örneğin şu ayetlere bkz. Bakara, 2 / 170; Mâide, 5 / 104; A’râf, 6 / 28, 70,173; Yunus, 10 / 78; Yusuf,
12 / 40; İbrahim, 14 / 10; Enbiyâ, 21 / 53-54; Lokmân, 31 / 21; Ahzâb, 33 / 5.
[11] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 342.
[12] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 201.
[13] Bu konuda ayrıca bkz. MEhmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 253.
[14] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 251.
[15] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 349.
[16] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 144.
[17] Bu anlamı ifade eden bir Kur’an âyeti de vardır. Bkz. Şems, 91 / 8.
[18] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 14.
[19] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 15.
[20] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 15.
[21] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 245.
[22] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 216.
[23] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 216-217.
[24] Zilzâl, 99/7-8.
[25] Daha geniş bilgi için bkz. Kadı Abdulcebbar, Fazlü’l-İ’tizâl ve Tabakâtü’l-Mu’tezile, (neşr. Fuad Seyyid), Tunus 1986, s. 146-147.
[26] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 215.
[27] Fussilet, 41/46. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/183; Enfâl8/51; Hacc, 22/10; Kâf, 50/29.
[28] Bkz. Şengüler, İsmail Hakkı, Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, IX/156, 220.
[29] Bkz. Şengüler, İsmail Hakkı, Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, IX/157.
[30] Bkz. Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 216.
[31] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 392.
[32] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 218.
[33] Âkif’in konuya ilişkin düşünceleri için ayrıca bkz. Şengüler, İsmail Hakkı, Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, IX/205- 206.
[34] Necm, 53/39-41.
[35] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 170.
Kaynak: https://www.tyb.org.tr/prof-dr-muammer-esen-islam-ve-istiklal-sairi-
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.