Prof. Dr. Mehmet Akkuş: Mehmet Âkif Ersoy’dan Gençliğe Nasihat
Mehmet Âkif Ersoy’un hayatı üç farklı dönemi kapsamaktadır. Sultan II. Abdülhamid’den sonra Meşrutiyet ve daha sonra da Cumhuriyet dönemlerini idrâk eden şairimiz hayatı boyunca sadece kendi hayatında değil, devletin içinden geçtiği birçok bâdirelerle karşı karşıya kalmıştır. 19. asrın sonlarından itibaren büyük krizlerle karşılaşan Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş çareleri arayan mütefekkirler , daha ziyade o tarihlerdeki gelişmişlik düzeyine bakarak çözümün Batı’da ve batılı değerlerde olduğunu ileri sürerek, sahip olduğumuz birçok değerlerimizden vazgeçme pahasına millet olarak yönümüzün batıya çevrilmesi taraftarı olmuşlardır. Mehmet Âkif ise, kendimize has değerlerimizden taviz vermeden, batının sanayi ve tekniğini almamız gerektiği fikrini savunmuştur.
Sultan II. Abdülhamid’in azlinden sonra yeni gelen idareciler bu görüşleri hayata hâkim kılma düşüncesindeyken zamanla imparatorluğun dört bir yanında meydana gelen milliyetçilik hareketleriyle Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da isyanlar meydana gelmiş, daha sonra Dünya harbi sonunda devlet tamamen yıkılmış, Anadolu bile düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. İstiklâl harbiyle ülkemiz zahiren düşmanlardan temizlenmiş olmakla birlikte uzun süren bu kriz dönemleri toplum ve özellikle gençler üzerinde oldukça olumsuz tesirler bırakmıştır.
Mehmet Âkif Ersoy 20. Yüzyılın başlarından itibaren yazmış olduğu şiirlerinde, devletin karşı karşıya olduğu vahim durumdan, toplumun içine düştüğü karamsar ve ümitsiz vaziyetten kurtulmak için fikirlerini dile getirmiştir. O, Avrupa’ya giderek sanayin ulaştığı durumu müşâhede etmiş, Necid çöllerinde Arapların isyanını durdurmak için çalışmış, Balkanlardaki milliyetçi ayaklanmaların hatalı olduğunu anlatmak için âdeta haykırmıştır. Bütün bu gördüğü olumsuzluklardan kurtulmak için özellikle gençlere hitap etmeyi hedef edinmiştir. Bunun için Âsım’ı arzu ettiği bir neslin örnek alması gereken bir şahsiyet olarak ortaya koymuştur. Başta Safahât’ın 6. Kitabı Âsım’da olmak üzere değişik yerlerde cemiyetin geri kalmasındaki sebepleri, toplumun içine düştüğü bunalımları ve bunlardan kurtulmanın yollarına dair gayet yerinde tavsiyeleri vardır.
Mehmet Âkif Ersoy’un bir bakıma emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker ve her biri birer nasihat mâhiyetinde olan sözlerinden bir kısmını burada zikr edeceğiz. Şairimiz cehâletten şikâyet etmekte, buna karşılık okumanın ve çalışmanın öneminden bahs etmektedir. Diğer taraftan tefrika ve ayrılıklardan ızdırap duymakta, bunlara çözüm olarak da vahdet ve ittifaktan söz etmektedir. Okuyup ilim tahsil ederek kültürlü bir insan olmanın önemini vurgulaması yanında Müslümanın ayrıca ahlâken mükemmel, ma’rifet ve fazilet gibi manevî yönden de yeterli olmasını istemektedir. Şimdi bunlar hakkındaki tavsiyelerini kısaca görelim:
Cehâlet:
Mehmet Âkif, cehâletin kişilerin ve toplumların en amansız düşmanı olduğunu ifâde ederken, bu durumdan mutlaka kurtulmak gerektiğini “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” meâlindeki Zümer Sûresi 9. âyetinin meâlini verirken gayet güzel bir şekilde şöyle nazm etmiştir:
Olmaz ya... Tabîî... Biri insan, biri hayvan!
Öyleyse, “cehâlet” denilen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet.
Kâfî mi değil, yoksa bu son ders-i felâket?
Çünkü Âkif,o felâketlerin sebebini de cehâlet olarak görmekte ve mektepsiz bundan kurtulmanın mümkün olmadığı dile getirmek maksadıyla şöyle der:
Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çare bulunmaz - ne olsa - mektepsiz.
Bunun için, birçoklarının ileri sürdüğü gibi, dînin geri kalmışlığın sebebi olarak gösterilmesinden şikayet etmektedir. Bu yanlış fikirden kurtulmanın tek çaresi de top yekun milletin uyanması gerekmektedir:
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslâmı da “batsın!” diye tutmuş yediyorsun!
Allah’tan utan! Bâri bırak dîni elinden........
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!
Lâkin, ne demek bizleri Allah ile iskât?
Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhât?
Mehmet Âkif bir şiirinde de, insanın etrafına ibret nazarıyla bakarsa her varlığın uyanık, bunu görmezden gelmenin ise maskaralık olduğunu, gerçek düşmanın cehâlet olduğunu, bu duruma düşmekle milletin elinde din ve nâmusun kalmadığını ve sonunda da düşmanların bize galip geldiğini fark edebileceğini kaydeder:
Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı, ne nâmûs!
Ey sîne-i İslâma çöken kapkara kâbûs,
Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!
Bütün bunlara rağmen ümitsizliğe düşmez Mehmet Âkif. İlim esas alınırsa cehâletin ilelebet sürüp gitmeyeceğini söyler:
Bu cehâlet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!
Başlasın terbiyeniz, âilelerden, oğlum.
Sâde hürriyeti i’lân ile bir şey çıkmaz;
Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz.
Ancak ilim öğretecek olan öğretmenlerde de şu dört vasfın bulunması gerektiğini önemle belirtir ve bu özellikler bulunmadan iyi bir öğretim olmayacağını beyan eder:
“Muallimim” diyen olmak gerektir îmanlı, Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdânlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazîfe, çünkü, büyük;
Mehmet Âkif kendi döneminin ilim zamanı olduğu halde, ne yazık ki millet fertlerinin bilgiden mahrûm olduklarını tespit ederek mutlak okumak gerektiğini vurgular:
Hulâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm.
Unutmayın şunu lâkin: “Zaman, zaman-ı ulûm!”
----
Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Çalışmak:
Mehmet Âkif Ersoy’un ısrarla üzerinde durduğu diğer önemli bir husus ise sa’y, çalışmak, gayret etmektir. Çünkü çalışmak bir mümin için en başta gelen vazifelerdendir. Tembellik ve atâlet müslümana aslâ yakışmaz. Çünkü hem fert olarak hem de milletçe ancak bu sâyede kurtuluşa erer, geri kalmışlıktan kurtuluruz. Şu sözleri bunu ne güzel açıklamaktadır:
Allâh’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Hüsrâna rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Kişi bu dünyâda ancak çalışmakla muvaffak olduğu gibi âhirette de buradaki çalışmalarının karşılığını görecektir. Zâten bundan başka da çıkar yol bulunmamaktadır. Bu hususu Mehmet Âkif Ersoy, Safâhât’ın 4. Kitabı olan Fâtih Kürsüsü’nde sık sık tekrarladığı şu sözle ifade etmektedir:
Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış çalış ki, bekâ sa’y olursa hak edilir.
Dinimiz de çalışmayı emr etmektedir. Çalışmadan, gayret sarf etmeden her şeyi Allah’tan beklemek olmaz. Necm Sûresi 39. Âyette buyrulduğu gibi, insana ancak çalışmasının karşılığı verilecektir.
“Çalış!” dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun, Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bu dünyâda çalışmayan Müslüman, eli bomboş âhirete giderse orada da umduğunu bulamayacaktır:
Çalış, dünyâda insân ol, elindeyken henüz dünyâ;
Öbür dünyâda insanlık değilmiş yağma, gördün ya!
Dilinden âhiret hiç düşmüyor ey Müslümân, lâkin,
Onun hakkında âtıl bir heves mahsûlü idrâkin!
Bu mecnûnâne vehminden şifâyâb olmadan, şâyed
Gidersen böyle sıfru’l-yed, kalırsın sonra sıfru’l-yed!
Aslında bu dünyâdaki her şey kendi hâline göre bir çalışma içindedir. Hattâ zaman ve mekân da boş durmamaktadır. Ay, güneş, yer, gök ve bütün gezegenler ayrı ayrı çalışma içindedirler.
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır;
Güneş çalışmada, seyyâreler çalışmadadır.
--
Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli, Onun da varmadadır sa’ye asl-ı seyyâli.
Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekâsüfüdür.
Zaman da sa’ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür.
Mekân da sa’ye varır: Sa’yi sıfra indiriniz,
Mekân tasavvur edilmez, muhâl olur hayyiz.
Mâdem ki bütün kâinât çalışmaktadır, o hâlde insan niçin tembel tembel dolaşmalı, eli kolu tutuyorken neden boş yere yatmaktadır:
“Dolaş da yırtıcı arslan kesil, behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.”
Kula düşen önce çalışmak, ondan sonra başarıyı yüce Allah’tan beklemektir. Başarı için yapılması gerekenleri yerine getirmeden, çalışıp didinip terlemeden, sâdece konuşarak, duâ edip Allah’tan yardım beklemenin doğru olmadığını şairimiz şu ifadeleriyle ne güzel ifade etmektedir:
Ama kul neyle mükellefti ki tevfîk ile mi?
Hiç değil, sa’y ile; tevfîk, o: Hudâ’nın keremi.
Sarıl esbâba da çık, işte tarîk, işte refîk;
Ne vazîfen senin olmazmış, olurmuş tevfik?
Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!
Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter
Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, herc ü merc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet, Nasıl hâsır kalır “Tevfîki hak ettim” diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da, Çıkarsın Şarkı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?
Ahlak:
İstiklâl Marşı şairimizin üzerinde önemle durduğu ve tavsiye ettiği konulardan bir diğeri ise ahlâktır. Ahlâkın bozulması, fertlerin, âilelerin velhâsıl baştan başa bir milletin yok olmasına neden olmaktadır. Ahlâkı, güzel ahlak (hüsn-i ahlâk) ve kötü ahlâk (sû-i ahlâk) olarak iki kısımda tarif ettikten sonra Mehmet Âkif, cehâlet ve nifâktan daha kötü olarak ahlâkın bozulması tehlikesine temas etmektedir. Hatta toplumda o kadar kötü bir hastalıktan söz etmektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetinde iyiliği emretmek (emr-i bi’l-ma’rûf) ve kötülükten sakındırmak (nehy-i ani’l-münker) farz kılındığı halde durumun tamamen ters döndüğüne işaret ederek, artık meydanlarda insanların iyilik yapmaktan men edildiğini ve kötülüklere alıştırıldığını söyleyerek toplumu îkâz etmektedir. Allah korkusu kalmayınca insanların fazilet ahlâk sahibi olamayacaklardır. Ahlâkın çöküşüyle milletin kurtulamayacağı, hattâ istiklâlin bile tehlikeye düşeceği gibi hattâ bunun topyekun korkunç bir ölüm demek olduğunu vurgular:
Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk
Daha salgın daha dehşetli... Umûmen ahlâk
“Pek bozuk!” az gelecek nâ-mütenâhî düşkün!
Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşun.
Nehy-i ma’rûf emr-i münkerdir gezen meydanda bak En metîn ahlâkımız, yâhut, görüp aldırmamak!
Yıktı bin mel’un kalem nâmûsu, bizler uymadık; “Susmak evlâdır” deyip sustuk... Sanırsın duymadık!
----
Ne irfândır veren ahlâka yükseklik, ne vicdândır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.
Hayât artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Fakat, ahlâkın izmihlâli en müthiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ ne milliyyet, ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-ı millî, rûh-ı millîdir;
Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir.
Oysa Peygamberimiz (a.s.), “İslâm güzel ahlaktır.” buyurmak suretiyle bu konuya dikkat çekmiştir. Mehmet Âkif de, bu hadîsten hareketle 1913 yıllarındaki toplumun ahlâkî durumu hakkında şöylece şikâyette bulunmaktadır:
Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar;
Kendi ahlâkıyla bir millet ölür, yâhut yaşar.
Çiğnenirsek bir bugün, çiğnenmek istihkâkımız:
Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlâkımız.
Müslümanlık pâk sîretten ibâretken, yazık!
Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık!
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi âsûdeyse, dünyâ yansa baş kaldırmamak;
Ahdi nakzetmek, yalan sözden, tehâşî etmemek;
Kuvvetin meddâhı olmak, aczi hiç söyletmemek;
--
Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi!
Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücûdun hâlidir: Rûh-ı izmihlâlimiz ahlâkın izmihlâlidir.
Sâde bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:
Bir halâs imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.
Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsrânımız...
Çünkü hem dünyâ gider, hem dîn, eğer yapmazsanız.
Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl;
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdu’llâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne dîn kalmış, ne îmân, dîn harâb, îmân türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdânlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!
Tefrika - vahdet :
Mehmet Âkif merhûmun büyük tehlike gördüğü hususlardan biri de tefrikadır. Bunun önemini vurgulamak için yine Hz. Peygamber’in hadisine telmihte bulunur. Hakkın Sesleri kitabında bu konuya şöylece dikkat çekmektedir:
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-ı Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Millî şairimiz Fâtih Kürsüsü’nden de şöyle seslenir tefrikanın tehlikesine dikkat çekmek için:
Nedir bu tefrika, yâhû! Utanmıyor musunuz?
Geçen fecâyia hâlâ inanmıyor musunuz?
Gömülmek istemeyenler boyunca hüsrâna;
Nifâkı gömmeli artık mezâr-ı nisyâna.
O râbıtayla giderken sizin teâlîniz:
Bu tefrikayla perîşân bizim ahâlîmiz.
Bir başka vesile ile de ızdırâbını şöyle dile getirir:
O îman ittihâd isterdi bizden, vahdet isterdi...
Nasıl “bünyân-ı mersûs” olmamız lâzımsa gösterdi.
Peki! Bizler ne yaptık? Kol kol olmaduk, târumâr olduk...
Nihâyet bir denî sadmeyle düştük, hâksâr olduk!
O îman kuvvet ihzârıyla emretmişti... Lâkin, biz
“Tevekkelnâ” deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
Mehmet Âkif Hâtırâlar kitabındaki 1924 senesinde Hulvan/Mısır’da yazdığı Vahdet şiirinde, bir zamanlar övünülecek durumda olan şark toplumunun şimdi tefrikaya düşmüş, paramparça olmuş, âdetâ bir kitabın sayfalarını tutan şîrâzesinin dağılması gibi darmadağın olmuş hâlini gözler önüne sermektedir: o, şöyle der:
Şarkın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îmân,
Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşân.
“Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!
Târîhine mev’ûd-ı ezelken “ebediyyet”, Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
“Nisyân”a çıkan yolda mı kaldın gümrâh?
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi’llâh!
Varsa şâyet, söyleyin, bir parçacık insâfınız:
Böyle kansız mıydı - hâşâ - kahraman eslâfınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdâsına?
Benzeyip şîrâzesiz mushafın eczâsına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet târumâr?
Böyle olmuş muydu millet cân evinden rahnedâr?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle âdet miydi bî-pervâ, yemek insan leşi?
1921 senesinde Tâceddin Dergâhı’ndan da bu konuda şöyle seslenir:
“Sen, ben” desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.
Mâzîlere in, mahşer-i edvârı bütün gez: Kânûn-ı İlâhî, göreceksin ki, değişmez.
İslâmı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: Bugün cân da onun, kan da onundur;
Dünyâ da onun, dîn de onun şân da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Bir Ramazan münâsebetiyle tefrikadan kurtulmak için duâ etmekte ve bunun için yegâne çarenin ise İslâma sarılmak olduğunu ifade etmektedir:
Yâ Râb, şu muazzam Ramazan hürmetine, Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
Yâ Râb, şu asırlarca süren tefrikadan
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.
Marifet ve fazilet :
Mehmet Âkif Ersoy, milletlerin kalkınması için şu iki hususu her şeyden üstün tutmaktadır. Ma’rifet ve Fazîlet.
Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım, Ma’rifet, bir de fazîlet... İki kudret lâzım.
Bunlardan sadece biriyle milletin yükselmesinin mümkün olmadığını belirtir. Bunun için şu esası ortaya koyarak marifet olmadan yalnız fazîlet sahibi olmakla ümmetin kalkınamayacağını söyler:
Ma’rifet, ilkin, ahâlîye saâdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-i i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer, Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.
Öte yandan fazîlet olmazsa sadece marifetin cemaatler için felâket olacağına işaret eder:
Ma’rifet, farz edelim, var da, fazîlet mefkûd...
Bir felâket ki cemâatler için, nâ-mahdûd.
Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur;
Ne musîbettir o: Tâûnlara rahmet okutur!
Aslında millet olarak bizim bunlara sahip bulunduğumuz halde, son üç asırda cehâletin bu iki değere galip gelmesiyle doğu milletlerinin ma’rifetten de faziletten de uzak kalarak bu vahim hallere düştüğümüzü gözler önüne sermektedir.
Bizler, edvâr-ı fazîletleri cidden parlak,
Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak:
O fazîlet, son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de.
Ma’rifetten de cüdâ, Şark, fazîletten de.
Sefâlet olsa hattâ müntehâsı râh-ı irfânın,
Yakışmaz fâriğ olmak bir zaman kesb-i fazîletten.
Cehâletten utanmak kendine âiddir insânın;
Fakat eyyâm utansın “Bî-nasîb erbâb-ı himmetten!”
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
Kaynak: https://www.tyb.org.tr/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.