Portakaldan bile sebat bekleyen bir devrimci Nuri Pakdil
Sükût günlerinden asla çıkmamasını dileyenlere sözü Üstad söylesin: “Selam, bir hedefe attığımız ilk kurşunun adıdır. Eylemin izdüşümüdür selam. Selâmı militanlaştıralım. İdeoloji, pergel-cetvel kafayla sunulmaz. Bunu bileceksin beyim”
Çağatay Hakan Gürkan / Yazar
Son birkaç yıldır sevgili kardeşim Adem Özköse ile üç kez niyet etmiş, girişimde bulunmuş, ancak elimizde olmayan engeller yüzünden nasibimize her seferinde “eyvallah” deyip “gayb”a ertelemiştik Üstad Nuri Pakdil’i ziyaretimizi. Arzu-çaba-samimiyet-sabır sarmalında yoğrulan bekleyişimin semeresi böyle takdir edilmiş olacak ki üç kez Ankara’ya kadar gidip göremediğim Üstad yaşadığım şehre gelmişti.
8. Çukurova Tüyap Kitap Fuarındaki birlikteliğimiz şahsi tarihime özlemle yad edebileceğim iki gün hediye etmişti. Sırf sadece kitap imzalatacak süreden biraz daha fazla yanında kalabilmek, biraz olsun bu tarihî şahsiyetle sohbet edebilmek için, dolup dolup boşalan imza kuyruğunun sona ermesini sabırla bekledim. Öğle vakti 12’de başlayıp akşamüzeri 17’ye kadar süren yoğun temponun üzerine kapalı fuar alanındaki arı kovanını andıran uğultunun Üstadı kim bilir ne kadar yorduğunu düşünerek yaklaştım yanına, kendimi tanıttım, elini öptürmedi. O halde kucaklaşma isteğime coşkuyla karşılık verdi. Hasretle kucakladım sıra dışı edebiyat efsanesini. Tadına doyamadığım bir sohbet yaptık muhabbetle. En çok sımsıcak gülüşünü sevdim. Bir de yazdığı gibi konuşmasını. İbrahim Paşalı’nın isabetle tespit ettiği gibi Yunus’un dağdan odun toplarken gösterdiği hassasiyeti, kelimeleri seçerken gösteriyordu Üstad. İtinayla seçtiği kelimeleri telaşsız, ama ezmeden ve de asla duraksamadan tane tane telaffuz ediyor, yaşı ve konumu ne olursa olsun eskilerin deyimiyle “lafı bizzat muhatabının gözüne” veriyordu. Yanındaki yarenleri her ne kadar günün tarihini, mekanın ve etkinliğin adını bir kaşe marifetiyle pratikleştirip Üstad’ın imza işini hızlandırmaya çabalasalar da, O büyük bir titizlik ve sükunetle mavi mürekkepli kalemiyle hitap cümlesini yazıyor, işi bitince kapağını takıp mavi yazan kalemi yerine bırakıyor, ardından kırmızı kalem ile imzasını atıyordu. Üstelik hata yapmamak için bana, ismimi önce bir müsvedde kağıda yazdırıyordu.
Yedi Güzel Adam
İki gün, öğle saatinden akşama kadar yüzlerce kişinin aktığı kuyrukta, sebebini “Yedi Güzel Adam” dizisinin hayra alametine yorduğum, gençlerin çokluğu dikkatimi çekiyordu. Sohbet edebildiğim birkaçı, lisede üstünkörü geçtikleri edebiyat derslerine hayıflandıklarını, diziyle beraber edebiyata, şiire merak saldıklarını söylediler.
Sohbetin bir yerinde, yaşına ve sağlığına ağır geleceğini tahmin ettiğim bu yoğun temponun Üstad’ı gün boyu bayağı hırpalanmış olduğunu düşünerek lafı fazla uzatmak istemedim, “Üstadım, epey yorulmuşsunuzdur, müsadenizi...” diyecek oldum, lafı hançeremde yarım bıraktı: “ Devrimci yorulmaz efendim!” Öyle ya, üç cilt halinde yayınlanan mektuplarında pek âlâ müşahade ettiğimiz gibi, öyle bir saat, bir gün, birkaç ay değil, yıllarca kendi kendini şarj eden/yenileyen/devindiren bir trafo merkezi gibi, kablo kablo, tel tel, ülkenin, hatta dünyanın her tarafındaki dostlarını, talebelerini; her birini kaldırabileceği amper haddine göre gerilimde tutmuş, ayrı ayrı voltaj ayarı vermiş, kelimenin en temel anlamıyla disiplin abidesi bir devrimci delikanlıyla karşı karşıyaydım. Portakalların bile ancak sebatkar olanlarına ehemmiyet veren, uzun soluklu bir devrimciydi O; ve O’nun inandığı devrim, devrimciliği tabureyi devirip üzerinde nutuk çekmek sanan yeni yetme- kalıbımı basarım ki üstadın arka arkaya üç kitabını bile okumamış- birilerinin sandığı gibi,oy verdiğimiz partinin iktidara gelmesiyle bugün gerçekleşmiş, olmuş bitmiş ya da bitecek bir eylem değil, altını her zaman çift çizgiyle bastırarak vurguladığı “ Ulu Önderimiz Hazreti Muhammed Sallallahualeyhivesellem Efendimiz’in” izinden, her kişinin kendi ömrü boyunca an be an, adım adım, yaşadığı tökezlemelerin, talibi olduğu yolun Müslümanın yeniden şarj olma/yenilenme/yekinmesine yarayan birer mükafatı sayarak istikrarla ilerlemesi demekti. O yüzden, kendi devrim hayallerini bir zirveye nişangâh edip, onu ele geçirdikten sonra yine o zirveye kurulmayı hayalleyen birilerinin, Üstad’ın gönül/ömür koyduğu uzun soluklu koşuya inanmış, belki de “hak ettiğimiz gibi yönetileceğimiz” paradoksunun bir nişanesi olarak hali hazırda ülkenin başında bulunan, davaya inanmışlığın bu kadarcığıyla bile değil sadece Osmanlı hinterlandının, tüm Dünya mazlumlarının umudu haline gelmiş olan kişiyle yakınlaşmasını, yine o kişinin, şu fani ömr-ü hayatının belki de son demlerinde Üstad’a gösterdiği kadirşinaslığı, alâkayı ve karşılıklı muhabbeti anlayabilmeleri zaten mümkün değil. Öyle ya yüz bilmem kaç karakterle kendini-güya- ifade edebilme güdüklüğünü kanıksamış zihinlerin, kitabın karşısında takım elbise giyip ceketini ilikleyen bu delikanlı devrimciyi anlayabilmelerini nasıl bekleyebiliriz ki? Hem basiret sahibi gözlere Üstad’ı anlamak için yazdığı onlarca kitabı okumaktan ziyade, yıllardır yanından bir an olsun ayrılmadan sabırla ve saygıyla, sırtına ceketini tutmaktan, yazacağı sayfayı açmaya kadar hizmetine koşan, bugün ancak bir şeyhin etrafında-o da belki- rastlanabilecek iki ter-ü taze ergen müridde görebileceğimiz saygı ikramını yapan her biri ellisini aşmış iki vefa abidesi adamın, Necip Evlice ve Arif Ay Beyefendilerin Üstad Nuri Pakdil’in yörüngesindeki konumlarını okuyabilmek yetecektir kanaatimce.
Selamı militanlaştıralım!
Üstad Nuri Pakdil’in “ Her yere serptiğim tohumlar” diye tanımladığı “Mektuplar”ından birinde dediği gibi “İnsanları tanımanın biricik usulü bir eylemi projektör gibi gözleme tutmaktı belki de. Üstad’ın kelimelerini itinayla yerine oturttuğu bu ilâhi kaideyi, dış destekli bir darbe provası olduğunu, daha tarihe kalmadan, bugün bile projektörsüz de okuyabildiğimiz “Gezi Kalkışması”na özenen/öykünen tatlı su İslamcılarının, genel anlamda “Ulu Önder’in ayak izinden gitmeyen siyaseti ciddiye bile almayan, şaka olarak gören” Üstad’ın Tayyip Erdoğan’a olan teveccühünü, muhabbetini açıkça dile getirmesini bir türlü hazmedememeleri ve bu gayet mantıklı muhabbeti yine Üstad’ın devrimciliği üzerinden bir tutarlılık itirazı olarak kullanmaya çalışmaları da bu kişilerin kendilerini konumlandırdıkları anlam ve denklem ilişkisiyle doğru orantılıydı aslında. Üstad, zaten yıllar öncesinden “derviş hüneri” ile dile getirmemiş miydi:”Ben portakalları kasayla alıyorum, dayanamayanlar çürüyor” diye.
“Müslüman gençlerle dost olalım” , “Umudu, okumayı, düşünmeyi, eylemi gün gün arttıralım” şiarını seksenli yaşlarında bile terk etmeyen üstadın bu yaşından sonra fuar fuar dolaşıp gençlerle selamlaşmasına, kitaplarını imzalamasına dudak bükenlere, yine aynı saiklerle sükût günlerinden asla çıkmamasını dileyenlere son sözü yine Üstad söylesin:
Selam, bir hedefe attığımız ilk kurşunun adıdır. Eylemin izdüşümüdür selam. Selâmı militanlaştıralım. İdeoloji, pergel-cetvel kafayla sunulmaz. Bunu bileceksin beyim.”
cagatayhakan01@hotmail.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.