Onüçüncü Ölüm

Onüçüncü Ölüm
“Bahçelerimiz kalsaydı eğer bahçelerimiz; belki sözü, uyandırabilir ve aklayabilirdik sessizliğimizi”.

                                                                                 -Halep’e ve bütün Halep’lere-

  

Bardak titreyip, parmaklar durunca göğsün üstünde prangalar gibi.

Kalınca, çatlamış maun çerçeveli aile fotoğrafımız.

Karabasanlı, kırık bir kol gibi.

Yarasa yastığı, yılan bozuğu, yıldız deliği, duvarda.

Zencefil tespih, çekmeye başlayınca kendini.

Akik çene, kehribar taş, zümrüt elmacık kemiği.

Ihlamur ten, sevimli bir düş.

Şişşş… !

 

Düşerek, çarparak, arkasında, kardeşlerimin saklambaç oynadığı.

Yanıp, kül olmuş, nadide nilüfer desenli perdemiz.

Alnı açık, elinde gül, asker hatırasından bir foto, güleç dedemiz.

Çeyizden, ceviz kabartmalı, cilveli, ketum, kefen sandığımız.

Mehtaba değmiş, gül oyalı, kız dilli, yaşmaklar.

Sırlar, sarılmalar, susmalar, sevilmeler, selamlar, sakınmalar, serzenişler.

Ölmeye karar verince

Karar verince ölmeye.

Verince ölmeye karar.

Karar.

 

Babam, masanın üzerinde konuşan Musa peygambere ve o yaralı et parçasına baktı…

Patlamalar oldu. Bombardıman… Güm…

Karısını, salı günü kaybetmiş babam, bir daha baktı o et parçasına.

Bir çentik attım, salıya.

Sonra patlamalar oldu yine…

Kızını, çarşamba günü kaybetmiş babam, sonra bir kere daha baktı o şeye.

İki çentik attım, çarşambaya.

Patlamalar oldu yine bombardıman…

Ortanca oğlunu, perşembe günü kaybetmiş babam, bir daha baktı o şeye.

Üç çentik attım, perşembeye.

Patlamalar oldu yine bombardıman…

Küçük oğlunu, cuma günü kaybetmiş babam, sürekli bakıyordu o ete.

Gene üç çentik attım, cumaya.

Babamın gözleri, bombardıman ehli… Ne zaman baksa, patlıyor bombalar.

Ve sonra çentikler.

Bakmalar.

Yine bombalar.

Dakikalar, saatler, günler geçiyor o hala bakıyordu, masanın üzerindeki o pakete. Kaç gündür böyleydi babam. Bir an bile bakışlarını, ondan ayırmıyordu. Kalbindeki derin duygu ve sızıların, gözünün altındaki morluğa çarparak, bakışlarına nasıl düştüğünü, görebilirdiniz.

Bazen masadan ses geliyormuşçasına, masaya kafasını, koyup, öylece bakıyordu. Bu hal, bitmek tükenmek bilmiyordu. Kimi zaman da dirseğini, masaya dayayıp, sol elinin içine, kafasını alarak, kendince, bakma nöbetini, sürdürüyordu.

Gözlerini kapamayacak.

Uyumayacak ve dinlenmeyecekti.

Babam, bakmaya kesti…

Gizli fırınlardan yaptırıp getirdiğim ekmekleri bile yemez olmuştu. Su da içmiyordu. Sadece masanın üzerindeki o garip şeye, odaklanmıştı. Hayatındaki en garip, en kederli şeyler, göz olup onun bakışına, geçmişti.

Babam masadan, bombardıman ve patlamalar diliyordu...

Yıkık evimiz, daha da çökmeyi…

Dibimize kadar kocaman beton ve şarapnel parçaları düşerken, toz halinde onun üzerine gelen bu parçalar, biz, senin, pencerene görevlendirilen, gamgame gülleriz, diyordu.

Muttasıl masaya, masanın üzerindeki o pakete, pakete sarılı o şeye, elemli gözlerle bakıyordu babam. Konuşamıyor, gözleriyle nefes alıyordu. Kederli olanın kalbi düzleştirici etkisiyle, o et parçasına, kokusu alınmış karanfil gibi katılıyordu.

Masanın üzerinde, Musa peygamber, vardı.

Musa peygamber, Allah’la konuşuyordu.

Babam da Allah’la görüşen Musa peygamber ile…

O, bu dersi, kaçırmak istemiyordu sanki…

Musa peygamberin parmağındaki yüzüğü, sabırlı kolları, masadan sarkan ayakları, asası, teskin eden bir şarkı gibi, paçavraya dönmüş paketin içindeki o et parçasını, babama anlatıyordu. Hayatı, ailesi ve şehrinin yok oluşu karşısında, çoğu zaman bu çok kederli şarkıyı, dinlemek için yüreği ona, büyük bir masa ayırmıştı, en önden.

Kalpler;

Öncelerin

Öncesinin

Öncesinde.

Ruhun da bir gözü olması için, insanın en güzel yerini oyup bir delik açtığında, bu pencereler, göz diye verilirken insana, babam da, öncelerin öncesinin öncesinde bulunan yerdeymiş.

O zaman şöyle demiş babam:

Bakışlar, kederden önce.

Evet, evet, kesinlikle bakışlar…

 

Babam; kanlı beze sarılı, o et parçasını, yıkık binaların altında, bir çöpte, bulunca, yürek masasına, getirip koyuvermekten başka bir çare bulamadı. Masamız:

Yaralı bir filin sızlayan sırtı gibi somurtuyordu, harap olmuş salonumuzun ortasında.

Ölümcül bir masal gibi…

Babam, kanlı paketi, eve getirdiğinde, o sızılı masaya koydu. Masa, ağrıdı. Büyüdü. Büyüyünce masa, babam onun karşısında, üzgün bir vazo gibi durdu. Bir sigara izmaritini, aradı. Gözlerindeki oyuğun dumanıyla, o kanlı paketin babası olmaya, o garip et parçasına, şefkat göstermeye çalıştı.

Sokaklarımızdan bulutlara kadar tepeleme yığılan taş ve demir yığınları, işaret parmağını, dudağına götürüp sakin ve vakur olun diyen bir gücün, işaretiydi sanki. Biz, nereye gitsek, o işaret parmağı, mutlu bir geleceğin vaadi gibi arkamızdaydı. Belki de aklımızı yitirmiş olmamamızın nedeni buydu. 

Babam, sonsuzluk dersini ve bakışlarını, sonlandırınca; beni ve o şeyi alıp, postanedeki ölüm komutanlığına, gitmeye karar verdik.

Ölüm komutanlığı, içerde, o masanın üzerine, ne de kolay, konduruluvermişti. Her şey bahaneydi. Masa; yaylalarda güz vaktine kadar dinlendirilip, sararmış ceviz yapraklarıyla yakılan bir kınaydı ölülerimizin alnına sanki.

İçimizdeki sızıya yakın bir yerde, penceresiz, meşhur o posta odasının ortasında dururken, masanın üzerine şöyle bir baktım, yazılı kefenler gibi konulmuştu, katliam notları…           

“Çağrılacak; o da vardı, öldü gitti”

Diye anılacak, bir adımızı, bile bırakmıyorlardı bize.

Leştik işte:

Bilmem kaç numaralı leş…

Leş on üç gibi.

Odanın ortasındaki cerahatli, yapı, hayatımızı ezip, dümdüz ediyordu. Masanın görevi, bu muydu acaba? Görevini bilmem ama masanın ayakları, sanki ölen çocuklarımızın ayakları gibiydi.

Bıraksan, gökyüzüne kadar koşabilen sarışın, kumral, esmer, buğday tenli evlatlarımızın; çürümüş, sinirli, huysuz, tembel, tatlı ayakları...

O kadar çok ayak vardı ki masanın altında, masa ancak devrilmeyip böyle uçardı, umutsuzluğun üzerinden.

Kararlı bir kedersizlik içinde.

İçeride, duvarlara yapraklanıp, sinmiş.

Ölmeden önce nefesi kesilen, yüzlerce insanın endişeli ve şaşkın soluk kokusu.

Mahremini yitirmiş, üstü üste yığılan ölücanlarımız.

Hissiz, çizgisiz, anlamsız, renksiz, dümdüz bir şimdinin evindeler.

Yığılan, ezilen, çürüyen hep.

Çorak geçmiş ömürlerinin iltihaplı ağız kokusu.

Paslı, sasımış, terli ve pişik rayihaları.

Bir yerlerde, karargâh etmiş, duruyorlar.

Parmak aralarındaki, patlayan mantar.

Alt uzuvlardaki, sasıyan sidik torbaları…

Yuvasından fışkıran manalı gözler.

Toprağın ve suyun olmayı, özlemle andılar.

Tıpkı geçmişteki gibi.

O anlamsız ve korkunç şimdiden arınmaya çalıştılar.

                                                    …

Artık bu kirli şimdiler, zulmün eline geçmişti, onlara kalan, ötesiydi her şeyin.

Koltuk altlarındaki korkudan, kalplerinde asılı duran saklı ayetlerin, açığa vurulma vaktinin geldiği, daha ötesinin arandığı, şimdisiz bedenlerinde, sade mimiklerin, yalnızca ölüm sanıldığı bir kuyudaydık artık.

Masada, ağzında, salyangozu gibi duran sigarasıyla oturan kişi, birinci ölüm komutanıydı. Önündeki, evrakı inceliyordu. Sigaradan çıkan bulut, az önce ağzında, büyütmüş olduğu, ıslak ve yabani küfrü, gri bir çerçeve içine almıştı.

Babam, alnına dayanmış o acı buluta rağmen sordu:

-Bir tek bu bacağı, gömmemize izin verin. Üç gündür, cansız bedenini arıyoruz evladımın.

- Kaç yaşındaydı çocuk?

-On üç.

- Niye sokaktaymış?

-Ekmek bulmak için.

-Biz, size, ekmek dağıttık ama…

-Efendim, altı ay oldu.

-Çocuğu, bulamadınız mı yani?

-Hayır efendim. Bombardımandan önce, sesini duymuştum bizim sokakta en son.

-Bu leş parçasının, oğlunun olduğunu, nerden biliyorsun, yüzlerce çocuk ölüsü var burada?

-Pötikare pantolonundan efendim. Ben, ölmeden önce, kendi ellerimle giydirmiştim onu.

-Peki, bu bacağın üzerinde hiç kumaş kalmamış ki…

-İşte efendim, bakın, paçasında hala, o pantolonun deseni…

-Hım…

-Peki, niye ağlamıyorsunuz siz, hiç üzülmüyor musunuz?

-Size soruyorum?

-Bilmiyoruz efendim.

-Hım… Siz, üzüntünüzü bize göstermek mi istemiyorsunuz yoksa gerçekten kederlenmiyor musunuz?

- Kederlenmeye vaktimiz yok efendim… Ailemin hepsi öldü. Elimde, bu bacak ve diğer oğlumdan başka bir akrabam kalmadı. Sizce, insan, zaten ölmüşse ve yerle yeksan edilmişse şehri, kurtarılacak bir onuru da mı yoktur?-Hım…

-O bacak, benim onurumdur efendim.

- O bacakta onur değil de, hep aynı koku var… Leş kokusu…

-Yalnız şu sizin milletin leşleri, ne de kötü kokuyor ha, götür at onu bir mezbeleye. Of, niye şimdiye kadar atmadın o leşi ki?

- Oğlumun bacağını, bir köpek yerken buldum. Hayvan, bir kısmını yemiş zaten. Müsaade ederseniz efendim, oğlumun geri kalanını, dua ile bir toprak parçasına, gömmek istiyorum.

-Hım… Toprak, bulamazsın artık buralarda. Yalnızca bir tane mezar var, o da bizim kahramanlarımız için…

-O mezarda benim dedelerim yatıyor efendim ama; toprak, hiçbir tarafın değildir. Öldükten sonra eşitlenir her şey…

-Neyse, neyse… Ben, sizi, o mezara götürecek yetkiye sahip değilim. Daha yetkili bir askere gidin ona sorun…

Ölüm komutanı, sigara içmeye devam ediyordu. Bir taşa, yıkılmış bir eve, o evin paramparça olmuş kolon ve duvarlarının ezdiği insan uzuvlarına, o ölülerin şanslı ise toprağa girmiş olanlarının, içine girip vıcır vıcır oynayan solucanlarına, bakar gibi baktı yüzümüze. Dumandı her yer. Biz de, o yıkılan evin taşları ve taşlardan yağan o tozlarla, toprak olmak isteyen ölüler gibi yuvarlanarak özlemle baktık ona...

Babamla, daha üst rütbeli ölüm komutanlığına giderken, babam, yere yığılıp kaldı, bir daha kaldıramadık.

Kardeşimin bacağını, annemin çeyizinden kalan çiçekli perdeye sarıp götürdüm oraya.

Üst rütbelilerin bulunduğu karargâh binasının yanından çıkan kara bulut…

Sanki insanın fırtınada, savrulan saçları…

Karargâh, kapısı ve penceresi olmayan kara bir küp…

Odadan içeri girmek istedim. Birkaç dipçik ve küfür yedikten sonra, ciddiyetimi gören erler, beni, ölüm komutanının yanına aldılar. O kızgınlıkla, kardeşimin bacağını, komutanın önündeki ahşap masaya, taş gibi bıraktım. Komutan bana, ölçülü ve boş bir nezaketle, bu nedir, dedi. Ona, durumu anlattım.

Beni, şaşkın bir eşya gibi tutup, binanın kapısına çıkardı, odadan kovulduğumu düşünürken, daha da kötüsü oldu. Gökyüzünün kirli saçları gibi dumanı havada savrulan o ateşi, gösterdi bana. Ölülerimizi, burada yakıyorlardı. Komutan bana, oraya, gitmemi söyledi. Gidemedim…

 Oyunlarında.

Zerdali ve zeytin ağaçlarından.

On üç yıl boyunca düşen kardeşimin o, aziz ve çarpık bacağı.

Vişne kiri, o masum diz kapağı.

Koşturup, bir yerlere çarpan, kiraz morundan burkulma ve sızıları.

Sokaklarda portakal ve nar ağaçlarını, gezintiye çıkaran.

O serçe bacağı, kardeşimin.

Evlerimizi, gökyüzünün o hülya tepelerinde.

Gezdiren o bulut bacakları, kardeşimin.

Ayvadan, arıdan, sudan neşeli.

Düşmekten, düşlemekten, baldırlı bacakları, kardeşimin.

Elimdeyken, dilimdeyken gidemedim. Nasıl giderdim.

Babamın o sözü, aklımda zonkluyorken:

                                                           

“Bahçelerimiz kalsaydı eğer bahçelerimiz; belki sözü, uyandırabilir ve aklayabilirdik sessizliğimizi”.

Ömür Öter

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.