Necip Fazıl ne müthiş anlatmış
NECİP FAZIL KISAKÜREK’LE BİR KONUŞMA
Konuşan: NURİ PAKDİL
EDEBİYAT
Aylık Dergi Şubat 1972
Necip Fazıl Kısakürek’in Ankara’ya geldiğini ve konuk olduğunu Akif İnan söyledi bana. O gece İnan’lardaydık. Edebiyat dergisinde yayınlamak üzere bir konuşma düşündüm. Sorular, konuştukça kendiliğinden beliriverdi. Rasim Özdenören de yazdı konuşmalarımızı.
Necip Fazıl Kısakürek’in sanat ve düşünce dünyamızda çok etken bir yeri vardır. Onun kişiliğinde, eylemci yazarın sürekli atılımlarını görüyoruz. Şiirleriyle, piyesleriyle, tarihsel eleştirileri içerleyen kitaplarıyla uygarlığımızın en güçlü savunucusu oldu. Onunla, kelimelere, kurşun gibi ağır, ama öldüren değil inşa eden, bir yük yüklendi.
Konuşmamızda, kısa çizgilerle de olsa, genellikle sanat, ama daha çok uygarlık sorunu üzerinde duruldu. Sanırım bir gecede bundan fazlası da yapılamazdı. N. P.
Bildiğiniz gibi, sanatçılarla yapılan konuşmalar, onların düşündüklerini, yazdıklarını açıklamakta çok yararlı oluyor. Hatta bu konuşmalar gereklidir de. Bu bakımdan sanatçılarla yapılan konuşmaları çok önemli bulurum. İzin verirseniz, ilk soruma şöyle başlamak istiyorum. Doğum tarihiniz kesinlikle bilinmiyor. Çeşitli kitaplarda ve antolojilerde farklı tarihler yazılı. Bu yanlışların düzeltilmesi için doğum tarihinizi söyler misiniz?
Aynı suali bana, Millî Eğitim Bakanlığının hazırladığı Türk Ansiklopedisinden sordular. Kendilerine cevap verirken Fransız Ansiklopedilerinde sıhhatla tespit edilen bazı hususiyetlerimin memleket içinde bilinmeyişine esef duyduğumu belirttim. Ben 1323 (1907) tarihinde İstanbul’da doğdum.
Doğum tarihinizi saptadıktan sonra nereli olmak sorununa geliyorum. Büyük Kapı kitabınızda, İstanbul’da doğduğunuz halde, Maraş’lı bir aileden gelmiş olmanıza büyük önem verirsiniz. Maraş’a verdiğiniz bu önemi ve Maraşlıların niteliklerini açıklar mısınız?
Ben İstanbul’da doğduğum gibi, babam Abdülbaki Fazlı Bey de, İstanbul’da doğmuştur. Fakat kendisine topyekûn çocukluk terbiye ve telkinlerini borçlu olduğum büyükbabam Maraş’lıdır. Maraş’ın en eski hanedan ailesine mensup Dulkadir sülâlesine bağlı Kısakürekoğulları soyundandır ve Sarayın verdiği en yüksek rütbelerden birini taşıdığı halde, bana onunla değil, Maraş’taki aile kökümüzle iftihar etmem gerektiğini telkin etmiş ve 45 yaşıma kadar görmediğim Maraş’ı nazarımda bir ideal toprak olarak ruhuma sindirmiştir. Çocukluğumda başlayan bu his, Maraş’ı tanıdıktan ve bir kaç kere gördükten sonra büsbütün içime yerleşmiş bulunuyor. Orada idealimin iptidai malzemesini tamamiyle bulmuş, bütün Türkiye’de olduğu gibi, binasına henüz şahit olmuş değilim. Etrafı huni gibi kaplayan dağların dip noktasında, sâf Türk kalmış olmanın mührünü çehresinde hecelediğim Maraşlı, gözümde, tarihî haklarını bile aramak gayretinden müstağni, iç hayatını dışına vurmaz bir hicap içinde Müslüman Türkün en zengin örneklerinden biridir; faziletiyle birlikte suçu da bu noktadadır.
Büyük Kapı’da gençlik yıllarınızı, ailenizi, orta öğrenim döneminizi oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatıyorsunuz. Kitap 1965 yılında yayınlandığında büyük yankı yapmıştı. Aynı hafta içinde, tesadüfen Jean Paul Sartre’ın Kelimeler kitabını da okumuştum. İki kitap da, bir yaşamın anlatımıydı. Sizinki etkilemişti beni. Sanırım o günden beri kitabınızı yeniden okumak, üzerinde düşünmek fırsatını buldunuz. Kitabınızda anlatılanlar dışında gençlik yıllarınıza değin bize söylemek istediğiniz başka anılarınız var mı?
O kitapta gençlik yıllarım, anlatılmasına cevap verebileceğim veya veremiyeceğim çizgilerden sadece birkaç basit noktayı gösterir. Kendimi buluncaya kadar sürdürdüğüm 30 yıl içinde gayet dolambaçlı ve burjuva nizamına aykırı bir hayatım olduğunu itiraf ederim. Bu hayatın hulasası Büyük Kapı isimli eserimde kullandığım ifade ile mevsimlerce gündüz ışığını görmedim Paris gibi bir şehirdeki yaşayışımdan istidlâl edilebilir.
Konuşmamızın bu başlangıç bölümlerinde, bize, kişisel beğenilerinizden, çalışma tarzınızdan bahseder misiniz? Söz gelimi, atı sevdiğinizi biliyoruz. Nereden geliyor bu at sevginiz?
Allahın insana bir fatihlik sembolü olarak hediye ettiği at, benim nazarımda “Dünya saadeti atların sırtındadır” Hadisinden gelen bir mâna aranmak gerekir. Allah Resulünün atlarından birinin ismi Necip’tir. Aynı ismi taşımakla, Peygamberden mâna hâlesi içinde ata olan sevgimin saadetini yaşıyorum.
Çiçeklerle ilginiz?
Onların taşıdığı renk fenerlerine hayran hayran bakmadığımı ve oradan ilahi sanata çıkmadığımı söyleyemem.
Biraz da çalışma tarzınızdan, nasıl yazdığınızdan söz açar mısınız?
Umumiyetle içinin zindanında yaşayan bir insan olduğum için, hiç bir dekor kaygısına düşmeden yazarım. Otobüste, dolmuşta, kalabalık içinde veya tam sükûnet vasatında yazabilirim. Zaten çok defa kalabalık içinde kendi ruh zindanına hapsedilmiş bir insan olmak vasfını muhafaza ederim. Beni, kabuğunu sırtından atmış bir kaplumbağa gibi, çırılçıplak mahrem hücremde yakalayabilmiş dostlarım fevkalade nadirdir. Bu ölçüye göre, benim yazı yazarken hiçbir dış dünya etkisi altında kalmam hemen hemen imkânsızdır.
Niçin “içimin zindanı” diyorsunuz da “aydınlığı” demiyorsunuz?
Benim anladığım ışıküstü ışık, yani nur, gün ışığı ile değil ancak gece karanlığı ile ifade edilebilir. İçimin zindanı demekteki muradım, işte her atomun üstündeki bu zindanda ışığı bulmamdandır. Yoksa öbür türlü aydınlık, bayram yerinde eğlenen çocukların anladığı gündüzden ayrı değildir. Yâni aydınlığın ötesi, mâverası, işte bu zindanın içindedir.
Çocukluk döneminiz, ülkede büyük kargaşalıkların, bunalımların olduğu bir döneme rastlar. Bütün yazdıklarınızda hissedilen ruhçulukla çocukluk anılarınız arasındaki ilgiyi belirtir misiniz?
O yıllarda henüz ben çocuk yaşlardaydım, o yaşlarda bir çocuğa herhangi bir sosyal endişeden bahsedilemez. Âmma o yaşlarda bile denize bakarak saatlerce ağladığımı, evimizin önünden akşam üzerleri geçen satıcıların haykırışları yüzünden melânkoli buhranları çektiğimi, evimizin renkli camlarla kaplı arka merdivenlerinde süzülen ışık huzmelerine öteler âlemini sorarcasına baktığımı, bir kelimeyle metafizik bir oluş çilesi içinde çırpındığımı hatırlarım.
Bu dönem, Osmanlı Devletinin çökme ve sonunda yıkılma yıllarını kapsar. 600 yıllık Osmanlı Devleti çökertilirken (burada özellikle ve bilinçle “çökertilirken” diyorum) siz büyüyordunuz. Osmanlı Devletinin çöküşü ile Türk Ulusu, tarih içinde artık aynı yükü taşımıyor ve aynı ödevi yüklenmiyordu. İçinde yaşadığınız 1918-1923 yılları arasında ne hissediyordunuz?
O yıllar, beni, bütün memleket aydınlarına eş olarak istiklâl hareketinin heyecanı içinde bulur. Geleceğin ne olacağındansa kimsenin haberi yoktur.
1940’lara kadarki dönemde, uğraşınız şiir ve tiyatro oldu. O dönem şiirimiz, o dönem tiyatromuz sizinle çok güçlendi. O dönemde bile toplum sorunlarına daha çok mistik bir yaklaşımla çözüm aramaktaydınız. 1936’larda yayınladığınız Ağaç Dergilerinde “1001 Çerçeve” başlıklı fıkralarda, tutumunuz genellikle böyle. Antimateryalist ve ruhçu bir uslup. (Edebiyat dergisinin bazı sayılarında bunların anlatılmasına çalışıldı. Daha yazacağız.) Bu tutumunuz, o dönemin genel şartlamasıyla çelişiyordu. Şöyle açıklayayım bunu: 1923 Devriminin üslûbu, özünde tabiatçılık ve maddecilik bulunan bir değişimi öneriyordu. Böyle bir ortamda, mistik bir yaklaşımla nasıl düşünebiliyor ve yazabiliyorsunuz?
Benim ilk şiirlerim, çocukluğumda geçirdiğim metafizik ürpertilerin bir dökümü olarak Allah ve ölümü ele alırken, üniversite talebeliğimden sonra Yakup Kadri’nin idare ettiği Yeni Mecmua ve Anadolu Mecmuasında ancak çocuk çapında ele alınabilen bu temaları bir kenara bırakır ve sâf sanata yönelmeyi hedef tutar. Kaldırımlar şiirinde tecelli eden bu sanat ve şiir arayışı 1934’e kadar devam eder. Bu tarihte tanıdığım büyük bir veliden aldığım tesir beni tekrar başlangıcıma iade eder ve aynı temaların en ileri kutbuna yükselmeyi bana gaye olarak verir. Bunun da örneği Çile şiiridir. O şiiri Bir Adam Yaratmak vesair eserlerim takip eder ve o güne değin Berceste Mısra hududunu aşmayan tab’ım birden bire –yine aynı velînin feyz eseri olsa gerek- büyük bir veludiyete kavuşur. Benim 1934 sonrası sanat ve fikir hayatım, başta şiir olmak üzere, orkestranın her âletinden ruhçuluğu ilân eden ve bütün beşeri bilmecelerin çözümünü bu noktada bulan bir inkılâp ifadesidir. Nitekim her büyük sanatkârın hayatında aradığım ve bir fikir meydan muharebesi diye vasıflandırabileceğim büyük kafa yarası, bana, o velîyi tanıdığım günlerde musallat olur ve yara kapadıktan sonra bende bugünkü sanat ve fikir adamının mimarisini kurmuş olur.
Yukarda değindiğim değişim, hiç kuşkusuz, 19. yüzyılın başından beri, çoğunluğu dış etkenlerle başlayan batılılaşma hareketinin son aşaması oluyordu. 1943’den beri çıkarmaya başladığınız Büyük Doğu dergisi ile devrimlere karşı ilk yazılı eleştiriyi yapan ve başlatan oldunuz. Yalnız eleştiri ile kalmıyor hüküm de getiriyordunuz. Hem Batıya yönelmeyi (değişimi ve yabancılaşmayı) eleştiriyordunuz, hükme bağlıyordunuz, hem de Batı düşüncesi yerine yerli düşünceyi yeniden ikame ediyordunuz. Derginizin adı da bu amaçla seçilmişti. Bu eyleminizi, aynı içtenlikle, sapma yapmadan, kesintisiz sürdürüyorsunuz. Aşağı yukarı otuz yıl olacak. Otuz yıldır savunuyorsunuz inandıklarınızı. Sizi, bu tarihsel eleştiriye ve bir dâvayı otuz yıl boyunca savunmaya iteleyen, sizi buna mecbur eden, zorlayan, sizi bu direncinizde yıldırmayan nedenleri bir kez daha açıklar mısınız?
Sorduğunuz şeyin izahını bizzat kendiniz yapıyor ve farkında değilmiş gibi cevap istiyorsunuz. “Nedenler” diye öğrenmek istediğiniz Saikler bir tanedir, tek saik ve sebepten ibarettir, o da yazımda “Ceplerde Kaybedilen Güneş” tabiri ile belirttiğim gibi, İslâm lafzı içinde, İslâm ruhunu kaybetmiş olmanın ve bütün kurtuluş çarelerinin bu kaybedilmiş anahtarlar destesinde olduğunu bilmemenin verdiği ıstırap. Bütün davamızı, şu cümlelerin etrafında toplayabiliriz: “Türkün ve bütün insanlığın biricik kurtuluş formülü elimizde küflü ve paslı kabuklarından başka bir şeyi kalmayan İslâmın özüne nüfuz etmektir ki, bu da, gökyüzünde muayyen ve belirli bir yıldıza gitmekten daha çetin bir iştir. Zira malik bulunurken mahrum kalınan bir şeyi elde etmek, en olmayacak malikiyetten daha zordur.” Dolayısıyla dünyaya en uzak bir yıldıza gitmekten daha zor olduğunu keşfettiğimiz güneş, böylece bir el atışta ele geçirilebilir bir kolaylık da arz etmektedir.
1943’den itibaren şiddetini ve dozunu gittikçe arttırarak bütün yazdıklarınızda (şiirlerinizde, piyeslerinizde, hikayelerinizde, düşünü yazılarınızda) angaje edebiyatın belirişini görürüz. Sağ’da angaje edebiyat sizinle başladı. Şunu da söyleyeyim: Siz, edebiyatı, ülkünün buyruğunda düşündükçe ve öyle verimlendirdikçe, sol, kendi ortamında sizin kıvamınızı bulamadı, bu yüzden, yani kendi alanındaki dengesizliğinden (dengeyi kuramayışından), genellikle öldürdü edebiyatı ve görünürde sadece kupkuru angajmanları kaldı. Bu açıklamalarımdan sonra, angaje edebiyat üzerine, özellikle ve genel çizgileriyle Türk Edebiyatını içerleyen angaje edebiyatın gereği ya da gereksizliği üstüne ne düşünüyorsunuz?
1943 yılına kadar sanat anlayışım fildişi kule şairini azizleştirmek ve sanatkârı kapitolün mukaddes kapıları gibi fildişi kulesinde besiye çekilecek bir nahvet kayası kabul etmekten ileri geçmiyordu. Öyle bir sanat anlayışı ki, çin manderenleri gibi halkı sadece alkış vergisine tabii gören ve ancak elitlerin eliti bir zümreye kapısını açan korkunç bir imtiyaz aristokrasisi… 1934’te başıma inen balyoz Cahiliye devrinin Arabistan’ı gibi bütün dünyamı altüst etti. Peygamberlerin öncülük ettiği insan akınlarında bir fener taşıyıcı olarak kabul ettiğim şair, topyekün memuriyeti ile o zaman nazarımda tecelli etti. Hiçbir şiir, Peygamber kelâmına yaklaşamayacağına göre, bizzat resullerin mucizelerine muhatap olan halk, birdenbire bana en büyük sanat tecellisinin istiğna kabul etmez aynası olarak göründü. O gün, bugün geçmiş gaflet yıllarına tükürdüm ve mucizelere muhatap olan halkın herhangi bir nahvet kaygısına kurban edilemeyeceğini anladım. Halk, mucizenin ne olduğu, ruhunu ve keyfini bilmez, ama muhatap bizzat kendisidir. Bilmeden anlar ve anlamadan hayran kalır. Şiir de, peygamberlik hikmetinden bir zerre olarak aynı kanuna bağlıdır. Bu yakıcı hakikatı anladığım gün, şiiri, Peygamber alayının en hakir fenerciliği işi kabul etim ve sağır ferdiyetçiliğinden fırlayıp şamatalı cemiyetçiliğe döküldüm. Bazı fikir yoksulları ve fikir nâdânları bu yola döküldüm döküleli şiirime kıydığım kanaatindedirler. Halbuki bu oluş, bende asıl şiiri bulduğum ve onun memuriyetine erdiğim inkılâp devresinin en bariz nişanesidir. Ben, Kaf Dağının tepesinde billurdan bir saray içinde ziyafet veren bir prens gibi davetlilerime bütün bir renk ve ses ziyafeti hazırlarken, sarayın hizmetçilik işlerini de üzerine alan hazin ve mahzun şartların zoru ile sosyal plana atılmak zoru altında kaldım. Eğer cemiyetimde bütün düzenler yerli yerinde olsaydı, bana şiir düzeninden başka bir yer kalmazdı. Demek ki, ben şiirimin dilediği iklimin inşaası mecburiyeti altında başka sahalara kayarken yine şiirimin koruyucusu olmaktan başka kimse değilim.
Angaje edebiyat diye vasıflandırdığınız belli başlı bir gayeye bağlı sanat bahsine gelince, benim şimdiki kanun kadar muhkem sanat ölçüm şudur ki sanat ne sadece sanat, ne de cemiyet içindir; sanat, kendi için olduğu kadar, mutlaka başka bir şey içindir ve o da, dünyanın ötesine köprü atmaktan başka bir şey değildir.
Sol cepheye ait angaje edebiyatın bizim tecrübelerimizi andırır gibi gördüğünüz çizgileri ise, içine bal yerleştirilemeyen bir peteğin hasis hendesini ihtar etmektedir ki, bunda başlıca iki saik görülür: Biri bala malik olamamak, öbürü de bala benzer bir iç imal kudretinden mahrum bulunmaktır. Demek ki, ideal kıvam hem dıştaki ve hem içteki balların katışmasındadır. Zira iç imal ile anlattığımız bal verimi nasıl olsa gerçek balı bulmak, gerçek bal ise, peteğine yerleştiği sanatkârda cevherinden kaybetmemek gibi karşılıklı iki ihtiyaç ifade eder ve bu bakımdan sahte bal usta petekçiler elinde bile sırıtmaya mahkûm kalırken, gerçek bal da, kaba dillerde cevherinden kaybedebilir. Bu iki akıbetin misalleri sayılamayacak kadar çoktur.
NECİP FAZIL KISAKÜREK’LE BİR KONUŞMA
Konuşan: NURİ PAKDİL
EDEBİYAT
Aylık Dergi Şubat 1972
Marksçı edebiyatın angajmanlarındaki tutarsızlıkları konusunda düşüncelerinizi genel olarak açıklar mısınız? Bunu, özellikle bizim edebiyatımız yönünden sormak istedim. Marksçı bir yaklaşımla, Türk insanının anlatılması durumunda –ki, Türkiye’deki Marksçı yazarlar buna zorluyorlar kendilerini- ortaya çıkacak insan tipi sadece bir mamul tip olmayacak mıdır?
Marksçı edebiyat, marksizmin dayanağı olan maddecilik noktasından bir telkin şiiri olmak yerine, bir tebliğ âleti kalmak mahkûmiyeti altındadır. Bu nokta münakaşa kabul etmez bir mütearife halindedir. Marksçı edebiyat bir mekânı kendi şahsî prosedeleri ile süslemek ve salonlaştırmaktan ibaret kalıyor. Bu hünerde, muvaffak olmuş örnekler bulunduğunu kabul etsek de, bunların bir akamet yolunda gittiklerini ve neticede işledikleri hammaddeden yardım görmek imkânından mahrum bulunduklarını tesbit zorunda kalırız. Yine ibret verici bir hakikattir ki, aynı sun’i hünerle materyalizme ve komunizme tezyini kıymetler getirmeye çalışanlardan en kuvvetlileri, sonunda tablosunu yere çalmak mecburiyetinde kalmış ressamlar gibi, kendilerini ve sanatlarını inkâr etmişler ve havasız kalmış bir mekânda boğulma alametleri göstermişlerdir. Komünizm ihtilalinin ilk mevsimlerinde intihar eden Mayakovski ile “insan diyelim ki gençliğinde komunizmden başka bir yol bulamasın ve bulanlara aptal gözü ile baksın, fakat kırkından sonra komünist kalabilmek için aptalın aptalı olmak lâzımdır” diyen Bernart Shaw bu hazin gerçeğin en canlı iki örneğidir.
Bizdeki yeltenmelere gelince, solu temsil eden bütün sanat çabacılarında ferdî tefekkür ve tahassüs kıymeti adına, bit pazarı eşyası satan esnaf ayarında bile ferdî bir liyakat yoktur. Bunların, mazur değilse bile yegâne mahkûm tarafları, içinde yaşadıkları ortamın kendilerinde uyandırdığı, büyük ve çileli muhasebesine götüremediği kaba tepkiden başka bir şey değildir.
Öte yandan şuna da değinelim. Şimdilerde sol, sizin 1943’den beri savunduğunuz fikri (batılılaşmanın çürüklüğü, batılılaşmanın hep batılıların buyruğu doğrultusunda gerçekleştirilmek istendiği tezini), sanki ilk kez kendisi söylüyormuş gibi piyasaya sürüyor. Antiamerikancılık da öyle. Bu konuda söyleyecekleriniz var mı?
Var. Bu taktik, körler memleketinde gayet acemi yankesicilerin el çabukluğundan başka bir şey değildir. Eğer sol ile sağ arasında, birbirine en zıt iki şey arasındaki mecburî iştirak noktası gibi bir şey aranacak olursa, görülür ki, asıl bizim dâvamızın belli başlı bir tezden çıkarak antitez kabul ettiği bugünkü Türk cemiyeti, onların da açıkgözce istismar ettikleri aynı antitez vaziyetindedir. Biz, bu antitezi en büyük hakkımız ve tarihî bir oluşun tereddiye uğramış neticesi olarak ele alırken, öyle göz kamaştırıcı kıyaslara erebiliyoruz ki, sol, bunu aynı körler dünyasında açıkgözce cebine indiriyor ve en büyük düşmanı biz iken, bizim silâhımıza el atmak hacâletine razı oluyor.
Bugün Türk siyasetini körükörüne Amerika’ya bağlayan politikacılar karşısında tepkimiz, 1948’den itibaren fışkırmaya başladığı ve 1958’de kemâle vardığı ve asla Sovyet ekmeğine yağ sürmediği halde, bu açıkgözler sadece, Sovyet Rusya hesabına, bunu da istismara yeltenip bizim bir şahsiyet davası olarak ele aldığımız tezi Moskova siyasetine âlet etmek istemişler ve böylece bizim diyalektiğimizi kendi bâtıl ve hain maksatlarına nota diye kullanmışlardır. Halbuki bizim politikamız Moskova’ya “defol”, Washington’a da “uzak kal” deyici ve iki kuvvet arasında, iki tarafı birden saygıya davet edici bir şahsiyet tavrına malik olmanın müdafaasıdır.
Sağ edebiyatın dayanakları sorununu da sizinle konuşmak istiyoruz. Sağ edebiyatın dayanakları neler olmalıdır?
Sağ edebiyatın dayanakları, bin yıllık öz vatanında muhacir hayatı yaşayan anadolunun ruh örgüsüne yapışmak ve bu örgü üzerinde yepyeni ve gayet ileri bir hassasiyetin nakışlarını resmetmek olmalıdır. Her türlü prosedeciliği bir yana bırakarak oldum olası mahrum bulunduğumuz büyük Türk romanını, piyesini ve her şeyin üstünde şiirini Batı dünyasının tecrübe imbiklerinden süzülmüş ve nefsimize mal edilmiş birer cevher halinde bize verecek genç istidatlara zemin hazırlamak, manevî üretim iklimleri kurmak ve İslâmi tahassüsü, kafa sıkıntıları dışında bir ruh akışı haline getirmek gayelerin gayesidir.
Sizinle konuşurken, dünya savaşlarından söz etmemeye imkân yok. Çok ilginç bir hayat sürdürdünüz. Şöyle: Çocukluğunuz Birinci Dünya Savaşı içinde geçti. Eser vermeye başladığınız dönemlerde de ikinci dünya savaşını gördünüz. Birinci dünya savaşı sonunda, dünyanın denge devleti olan Osmanlı Devleti çöktü, ikinci dünya savaşı sonunda da Avrupa uygarlığı handiyse yıkılıyordu. Aslında, Osmanlı Devleti, Doğu Uygarlığının Devletiydi. Şu halde, bir uygarlığın çöktüğünü, bir uygarlığın da yıkılmaya ramak kaldığı çok kritik dönemleri gördünüz. Yaşamınız ve düşünceleriniz üzerindeki bu iki dünya savaşının etkilerini açıklar mısınız?
Bu sualinizin cevabını eserlerim her yönden vermiştir. Bizim anladığımız ve ismini davâmızın başlığı haline getirdiğimiz Büyük Doğu, Batının kafa macerasını eşya ve hadiselere tahakküm mizacını Batıya örnek teşkil edecek bir asliyetle iktibas ettikten sonra, onu kendi öz ruhumuzun emrine alacak bir dünyanın ismidir. Biz, iki dünya arasındaki mahsup sırrına asla yaklaşılmadığını, hususiyle Cumhuriyet Devrinden sonra batılılaşalım derken, ondan büsbütün uzak düşüldüğünü ve Batıyı anlamak hakkının Doğulu kalarak mümkün olduğunu mahyalaştırıcı bir telâkkiden geliyoruz ve inşası yolunda çırpındığımız dünyanın sade Doğuya değil, Batıya da örnek teşkil edeceği itikadını besliyoruz.
Son Almanya seyahatimde benimle buluşmak isteyip sabaha kadar yanımdan ayrılmayan Berlin Protestan Baş Papazı, bu husustaki sualine verdiğim cevaba hayran kaldığını, yüzlerce dinleyici önünde itiraf etmiştir. Alman protestan kilisesinin mümessili mevkiindeki papaz, bana “Materyalizm ve spritüalizm arasındaki bu dünyanın hali ne olacak? Dinlerin istikbalini nasıl görüyorsunuz? Dinler arasında maddeciliğe karşı bir ittihad kurulabilir mi?” diye sormuş ve Batının bugünkü ruh buhranını ve deprenişini izahla başlayıp “Doğunun eksiği Batıda, Batının eksiği de Doğuda” şeklindeki formülümü aynı kelimelerle tasdik etmişti. O konuşmanın geniş tafsilatını ilerde neşrini düşündüğüm her hangi bir vasıtayla kaleme almak niyetindeyim.
Geçen ay ve bu ay etkilerini uzun süre sürdürecek olan geziler yapıldı, yapılıyor. Örneğin, Pakistan trajedisinden sonra Butto’nun bir günlük Türkiye ve çok hızlı Afrika ve Ortadoğu başkentlerini ziyareti, Türkiye Başbakanının Paris gezisi, Amerika Başkanı Nixon’ın Çin gezisi. Ama bu gezi dizisi içinde, şimdi sözünü ettiğiniz Almanya geziniz üstünde durmak istiyorum. Bence önemli bir geziydi bu. Sanırım 1926’da gittiğiniz dört yıl kadar Fransa’dan sonra, bu Almanya geziniz nasıl geçti? Yurt dışından yurt sorunlarını nasıl gördünüz? Almanya izlenimlerinizi biraz daha açıklar mısınız?
Bahsettiğiniz seyahatler, bütün ajans ve radyoların ihtişamla haber verdiği ve haklarında ancak “muhteşem” kelimesinin kullanılabileceği politikacılara ait olmakla beraber, benim için bir leyleğin Adana’dan kalkıp Hicaz’a gitmesinden daha az alâkaya lâyıktır. Benim hiçbir gazeteye intikal etmeyen mütevazı seyahatime gelince, o, bir çok bakımdan bende zengin fikirler uyandıran bir gezi mahiyetinde olmuştur. Bu geziyi, biraz evvel bahsettiğim neşir vasıtasında tafsilatıyla bildirme arzusuna rağmen, size hulasa olarak verebilirim.
Almanya, istiklâlden, dünya çapında siyasî kelâm hakkından hatta en düşkün milletlerin malik bulundukları bazı şeref ölçülerinden mahrum bırakılmış olarak hıncını, müthiş ve eşi görülmemiş bir endüstri hamlesiyle telâfi ve teselli etmek çabasında bir ülkedir. İnsanı boğan bir hendese sıkıntısı içindedir. Gününün 16-18 saatını işe vermek durumundaki bu millet, içinde barındırdığı 2,5 milyon yabancı işçiye ayda en aşağı 2,5 milyar mark ödemekte ve kilometre kare başına 40 kişi düşen Türkiye’den kendi vatanında kilometre kare başına 3003 kişi düştüğü halde, ham beygir kuvveti olarak yarım milyondan fazla insan çekmiş bulunmaktadır. Bu hali de, biz, insan gücünü kıymetlendirmekteki iflâsımıza değil de, bir çeşit millî başarımıza bağlamaktayız. Berlin, Braunşuvayk, Köln, Frankfurt gibi büyük Alman merkezlerinde birer konferans verdiğim Türk kitlelerine hitap ederken söylediğim şu cümleyi tekrar size söylüyorum: “Siz sade ana vatandaki çoluk çocuğunuza bakmakla kalmıyor, aynı zamanda Hükûmetimizin geçimini de sağlıyorsunuz.” Türk Hükûmetinin, açıkça, döviz açığını işçi transferleriyle sağladığını itiraf etmekten çekinmediği bu vaziyet, müstakil Türkiye hesabına en feci bir mahkûmiyeti belirtirken, esir Almanya hakkında da tüyler ürpertici bir enerji fışkırışını ihtar etmektedir. Eseflerle belirteyim ki, Almanya’da mevcut yarım milyonu aşkın Türk işçisinin yüzde doksan beşi bu vaziyeti kavramaktan âciz ve nefsanî hırslarına düşkün bir hayat yaşamaktadırlar. İyilerse, benim “Gurbet Kültürü” diye ifade ettiğim bir duygu içinde, büsbütün incelmekte ve derinleşmektedir. Böyleyken, olanca milli hıncını bütün dünyaya hâkim bir endüstri platosu kurmakta gösteren Almanya’da ruhu ile ahlâki seviye sıfırın çok altına düşmüştür. Bütün sistemini, Fransız mizacına zıt olarak ferdî zekâyı iptal edip içtimaî zekâda toplayan Almanya’da, Hitler devrinin ruhçu ve romantik nesillerinden hiçbir eser kalmamıştır. Berlin’de adım başında rastlanan kiliselerin hepsi boş ve “Allah’a inanıyor musun?” sualine, Alman gencinin verdiği cevap, cebindeki markları göstermekten ibarettir. Bu hali, protestan baş papazının ağlamaklı bir üslupla bana sorduğu sualler de canlandırır. Böyleyken, bazı ahlâk sukutu tabloları karşısında, Almanları şaşırtan ve dudaklarını ısırtan bazı örnekleri yine Türkler veya Türk geçinenler vermektedir. Her şeye rağmen, başına kar gibi marklar yağsa da, Almanya, Batının buhranının en acıklı numunelerinden birini arz ediyor. Ve görülüyor ki, para birçok şeyi unutturduğu halde, hiçbir ihtiyacı gidermiyor.
Sualinizin, oralardan Türkiye’nin nasıl görüldüğü noktasına geleyim. Almanya’dan olduğu gibi, bütün Batı merkezlerinden seyredilecek bir Türkiye, fabrika bacalarının değil, yangın yeri dumanının sardığı bir âlemdir.
Konferanslarınız çok etkili oluyor. Bunlardan bazılarını ben de dinledim. 1960’lardan sonra aşağı yukarı bütün il merkezleriyle büyük kazaları içine alan yurt içi gezileriniz oldu, oralarda düzenlenen toplantılarda konuştunuz. Oralarda açıkladınız doğrularınızı, savundunuz ilkelerinizi. Kanımca, bu, çok yeni bir şey oldu ülkemiz için. Halkın arasına girerek, onlarla konuşarak, onlara hitap ederek, halkta neleri saptamak istiyordunuz? Ben hiçbir konuşmacının, halkın sizi dinlediği kadar özenle dinlediğini görmedim. Bu, eyleminizi konuşmanızdan değil, eyleminizle konuşmanızdan ileri geliyordu belki. Halk, sizi dinledikçe, net olarak anlayamasa bile, tarihsel eleştirinizi yüreğine bastırarak umutlu olabiliyordu. Halkta neleri bulmak istediğinizi bir kez daha açıklar mısınız?
Konferanslarım, 1962’den sonra başlar ve nüfusu on beş bine yakın merkezlerden başlayarak bütün kasaba ve şehirleri kapsar. Bu konferanslar bende, otuz yıllık mücadele hayatımın yirminci yılından itibaren başlamış bütün bir yeni çığırdır. Önce İstanbul’da Aydınlar Kulübünde ve ancak birkaç yüz kişilik, özlü, fakat sayıca az bir topluluk karşısında başlayan bu konferanslar, birbirini patlatan fişekler gibi bir anda Anadolu’ya intikal etmiş ve yine birbiri peşinden gelen hararetli davetlerin sevkiyle birkaç yıl içinde Van’dan Kırklareli’ne kadar bütün vatanı sarmıştır. İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya gibi büyük merkezlerde 5-6’ya varan konferansların yekûnu üç yüzü geçer. Bu konferansların tesirini ilk defa Erzurum’da verdiğim “İman ve Aksiyon” konferansıyla tesbit ettim. O güne kadar, ses vermez bir kuyuya, dibe değip değmediğini bilmeden attığım taşlar, Erzurum’da gördüğüm ilgi karşısında, bana ne büyük bir mimariye malzeme teşkil etmiş olduğunu gösterdi. Yine konferanslarımdaki tabirlerimden biriyle “serseri kuşlar gibi ağzımızdan kayalara serptiğimiz tohumlar, Anadolu steplerinde meğer gür ormanlar yetiştirmiş ve bundan bizim o güne kadar haberimiz olmamış.”
Konferans, fikrin aksiyon planına akmaksızın, aksiyon plânının ta sınır çizgisi üzerinde bir vâkıa olduğuna göre, dâvamızın Anadolu aydınını tam da yüreğinin kökünden kavramış bulunduğuna bu konferanslar sayesinde şahit oldum. Ve yine bu konferanslar sayesinde, kelâmı, aksiyon eşiğine kadar sürmenin fetih çapında başarısına nail oldum. En aşağı bir buçuk milyon tahmin ettiğim, yaşları 24-25 arası Anadolu gençliği sadece demetlenmesini bekleyen buğday yığınları halinde muazzam bir hasat manzarası arz ediyordu. Bu başarıyı gördükçe, eserini yazıdan ziyade kelâma dökmeye koyuldum ve sonunda 5-6 cilt doldurabilecek ve davâmızı her yönü ile gösterecek bir söz bütününe sahip olmanın saadetine erdim. Bu eser teyplerden toplanarak bir kül halinde ve pek yakında harflere dökülecektir.
Bu mevzuda son söz olarak gaye ve tesiri kısaca şöyle belirtebilirim: Gaye, Anadolu gençliğini idealizmin mihrakı etrafında ve askerî bir nizam içinde derlemek, tesir ise, bu ihtiyaç ateşiyle yanan gençliği ümidimizin bin kat üstünde olarak görmüş bulunmaktır. Evet, aksiyon plânının sınır çizgisi üzerindeki hareket demek olan bu konferanslar, bize aynı ateşle yanmakta ve sadece demetlenmesini beklemekte bir Anadolu gençliği vâkıasını riyazî bir katiyetle göstermiştir. Yazılarımız, nerelere değdiğini göremediğimiz birer ok kabul edilecek olursa, konferanslarımız o okun ucunda birer göz olmuştur.
Size, açıkça ve en halis kanaat edası içinde haber vereyim ki, bu konferanslar, ovalar mahsulü demetlenme noktasına kadar getirici bir başarı olmuş, fakat “demetleme” anlamından çıkarılacak kolaylık, belki zorlukların en büyüğü halinde karşımıza dikilip kalmıştır. Anlıyorsunuz; aksiyon çizgisinin yanıbaşına kadar gelebilirsiniz, fakat ondan ötesine gidemezsiniz.
Tohum piyesinizi, bu saptamalarınızdan sonra yeniden yazmak isteseydiniz, Anadoluluyu daha başka biçimde belirler miydiniz? Bu farklar neler olabilirdi?
Tohum benim Anadoluluda gördüğüm vasfın eseri değil, onun tohumundan beklediğim ağacın eseridir. Bu bakımdan ben bir realist portre yapmak yerine, idealist bir resim çizmekteyim Tohum piyesinde.
Yazıp da henüz yayınlamadığınız yeni şiirleriniz, piyesleriniz, başkaca kitaplarınız var mı? Varsa ne zaman yayınlamayı düşünüyorsunuz? Genel olarak 1972 yılı çalışmalarınız?
Beni, şiiri bırakmış veya ihmal etmiş sananlar ruh makinamın nasıl çalıştığını bilmedikleri için, daima yanılmışlardır. Benim ruh makinamda bir çok oluktan şu, bu akarken, şiir, onun hususi bir vazosunda yavaş, fakat devamlı bir birikme halindedir. Bu bakımdan pek yakında meydana çıkaracağım, bir çoklarına çarpıcı görüneceğini sandığım çalışmalarım var. Bu arada, 32 parçası yazılmış ve yayınlanmış bulunan Mevlidin geriye kalan 31 parçasını da tamamlamak yolundayım. Bir de, bu zamana kadar aşk ve muhabbet kutuplarımıza ait kaleme aldığım tarih hükmü getirici eserlerin yanında buğz ve nefret kutbumuzu canlandırıcı bir eser üzerindeyim ki, bu eserin gözümde değeri, öteki bütün eserlerime denktir desem mübalağa etmiş olmam.
Onurla itiraf etmeliyiz: Bizim üstadımızsınız. Tarih bilinci içinde düşünmeye sizinle ulaştık. Getirdiğiniz eleştirisel ölçülerle yabancılaşmaya yiğitçe karşı koyuyor uygarlığımızı savunuyorsunuz. Uygarlığımızın savunulmasına değgin sağcı hareketin gelişmesinde büyük payınız var. Bunu söylemek, yazmak borcumuzdur. Aydınlarımızın, uygarlığımızı yeniden anlamaları, bir tarih süreci içinde terk edilmiş görülen değerleri yeniden savunmaları için bir ortam oluşturdunuz. Bu ortamda ülkünüze bağlı bir gençliğin yetişmiş olmasını görmek size nasıl bir umut veriyor?
Eğer şu anda sırtımda taşıdığım senelere rağmen, hâlâ bir hayat şevki belirtiyorsam, bu ancak Allahın bana ebedi bir lutf olarak bahşettiği böyle bir gençliğe maya tutturmuş olduğumu görmekten geliyor. Eğer kutuplardaki buz dağlarını bir değnek darbesiyle altuna çevirebilecek bir simyager olsaydım ancak nişat kelimesiyle ifade edebileceğim saadet hissi, böyle bir gençliğin kımıldanışı karşısında duyduğum saadete denk olmazdı.
Bu gençlik bir çok “olmazlar”, “olamazlar”, belki de “olamayacaklar” içinde, bir “olur”, “olabilir”, “olacak” müjdesini getirmiştir. Bu bana yeter.
Yarın, büyük ilâhi muhasebe gününde, bu gençlerden iki örnek, sağ ve sol elimden tutacak olursa Allah’ın bana “Geç!” demesini umarım.
Ben, kemiyetlerin değil, keyfiyetlerin vurgunu olduğuma göre, benden sonra tohumunu kendi oğluna geçirebilecek ve tohumunun tahlili bizim laboratuarımızdan halislik raporu alabilecek tek genç ortaya çıkınca, kendimi vazifesini tamamlamış bir insan sayabilirim ve ölümü rahatlıkla karşılayabilirim. Tek gençte belirttiğim bu keyfiyeti, siz, milyonlarla çarpabilirsiniz. “Bir”i bulduktan sonra, sayısızı elde etmek, sadece bir amelelik işidir.
Yavuz Ertürk ç-alıntıladı
Kaynak: dunyabizim.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.