Mustafa Yürekli: Şair kavgasında iki mektup

Mustafa Yürekli: Şair kavgasında iki mektup
"Nâzım Hikmet! Nafile çabalıyorsun. Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.

Cumhuriyet döneminin iki önemli şairi Nazım Hikmet ile Necip Fazıl Kısakürek birbirlerini her fırsatta hicvediyor, kalemleriyle birbirlerine dokundurmadan edemiyorlardı.

Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın bu garip ilişkisi mektuplaşmalarına da yansımıştır.

Her dönemde aydınlar ve sanatçılar, iktidarla problemli ilişkilerini ateşli tartışmalarına konu ederler, birbirlerini acımasız yargılayabilirler. Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın girdiği ünlü polemik gerçekten ders vericidir.
Nazım Hikmet, 1936 yılında, eski dostu Necip Fazıl'ı iktidar yalakalığı yapmaması konusunda uyardığı bir mektup yazmıştı. Necip Fazıl'a hitaben yazılan o mektup, dönemin edebiyat dergilerinden Varlık’ta yayınlanmıştı. 
İşte iki büyük şairin tek mektupta kalan yazışmaları.. Keşke bu yazışma sürebilseydi. Ne var ki çok gergin başlayınca ve üslup sorunu da devreye girince sürdürülememiştir.

Bu ünlü yazışmayla ilgili söylenmeyen bir kaç hususu okuyucularımın dikkatine sunmak ve bir şair olarak bu yazışmanın doğru anlamlandırılmasına katkıda bulunmak istiyorum..

Nazım Hikmet'in Necip Fazıl'a Mektubu

İşte Varlık dergisinde yayınlanan Nazım Hikmet'in Necip Fazıl'a mektubu:
"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle Babali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.

Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.

Eski dostun
Nazım."
Nazım'ın mektubunu tarihteki yerine yerleştirip dile getirdiği sorunsalı zaman ve mekan boyutlarını da gözeterek tartışmadan önce üslubundaki dikkat çeken bir kaç hususa değinmek istiyorum.
Nazım Hikmet, "Necip'i necis yapma" diyerek ağır bir dil kullanmış, adeta kışkırtmıştır. Bu ifadedeki küçük görme, büyüklük taslama ve alayı Nazım'a yakıştıramadım. Suçlama, çatışmaya davet ve açıktan saldırı var mektupta: "Cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın." Kişiliğini sattığını, beş para etmez bir adam haline geldiğini söylüyor. 
Güçlü kalemiyle “Babali yokuşunun yollarını yalama”sından söz diyor; onu “iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme” diye sözde nasihat ediyor. Elinde kalemi oduna dönüştürme, diyor, hatta “kelimelerini üç kuruşa parselleme” demeye kadar varıyor.

Bu ağır hakaretler, kuşkusuz Necip Fazıl’ı çileden çıkarıyor. Nazım’ın o vakitte Necip Fazıl’a böylesine cepheden ve şiddetli saldırısının anlamına geçmeden önce Necip Fazıl’ın cevabına da bir göz atalım.

Necip Fazıl'ın Nazım Hikmet'e Mektubu

İşte Nazım Hikmet'in o mahut mektubuna Necip Fazıl'ın cevabı:
"Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.

Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.

Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.

Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.

O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kim bilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, Beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.

Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten men ederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmayan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü… Senin nene mukabele edeyim?

Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarmaş dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?

İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!

Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.

Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman…

Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.

İşte görüp göreceğin rahmet!" 

(11 Nisan 1936)

Necip Fazıl Kısakürek 

Şair Kavgası

Bu yazıda tartışmanın, eleştirinin içeeriği, dozu, seviyesi ve üslubu açısından bir değerlendirme yapmaya çalışmıyorum. Konu açık: Necip Fazıl, Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında Nazım Hikmet’in yüzüne “Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?” demiştir. Bu soru Nazım Hikmet’e çok ağı gelmiş, birkaç ay geçmesine rağmen etkisinden kurtulamadığı için oturup bir mektup yazmış ve o mektubu postayla değil, kamuoyuna açık bir yerde, bir edebiyat dergisinde yayınlamıştır. Nazım Hikmet’in Varlık’ta mektup yayınlama amacının gündeme gelmek, sönmeye yüz tutan imajını parlatmak derdinde olduğu da anlaşılıyor.

1920’de Milli Mücadele başlarken  SCCB’ye gidip üniversite eğitimi alan Nazım Hikmet, yurda dönüşünde, yani Atatürklü yıllarda, 1925 yılından başlamak üzere sosyalist düşünceyi savunan şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılanmış; Atatürk hayattayken, 1938 yılında, orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl dört ay hapis cezasına çarptırılmıştı. 1925 – 38 arası 13 yıllık o dönemde, tek parti yönetimindeki Türkiye’de fikir özgürlüğü yoktu. Nazım Hikmet ise şairliğin henüz ilk döneminde, başlangıcındaydı. İsmet İnönülü yıllarda, Milli Şef Dönemi’nde 12 yılı aşkın bir sürede İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde kaldı.1950 yılında, Adnan Menderes’in çıkardığı bir af yasasıyla salıverildi. Nazım Hikmet de yurt dışına çıkıp Türkiye aleyhine çalıştı. Dolayısıyla Nazım Hikmet’in Necip Fazıl’a mektup yazdığı dönem, 1936 yılı, hapishaneye girmeden iki yıl önce..  

Necip Fazıl (d.1904) ile Nazım Hikmet’in (d.1902) arasında iki yaş var. Necip Fazıl da Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümünde eğitim almak için gittiği Paris’ten dönmüş, 1925 yılında ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı bastırmıştı. O yıllarda yeni bir meslek olan bankacılık alanında çalışmaya başlamıştı. 1928 yılında ikinci şiir kitabı olan “Kaldırımlar” yayımlandı. Kitap, büyük bir ilgi ve hayranlık topladı. 1929 yazının sonlarına doğru gittiği Ankara'da, İş Bankası’na “Umum Muhasebe Şefi” olarak girdi. Bu kurumda 9 yıl çalışmış ve müfettişliğe kadar yükselmiştir. Ankara’daki yaşamı sırasında siyasal elit ve aydınlar ile yakın ilişki kurdu; Falih Rıfkı ve Yakup Kadri ile sürekli birlikte idi.

Necip Fazıl’ın 30’lı yıllardaki hayatını, fikirlerini ve mücadelesini anlamak için iki kişiyle ilişkisini göz önünde bulundurmak gerekir: Abdulhakim Arvasi ve Celal Bayar. Bu iki tarihi şahsiyet onun geleceğinin şekillenmesinde büyüt etkide bulunacaktır.

1934 tarihi, Necip Fazıl biyografisinde bir dönüm noktası oldu. O yıl, bir Nakşî şeyhi olan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştı. Abdulhakim Arvasi ile Eyüp Sultan’daki Pierre Loti Mezarlığı yanındaki Kaşgari Tekkesi Camii’ndeki sohbetleri sayesinde ciddi bir fikir ve zihniyet dönüşümü yaşadı. Abdulhakim Arvasi ile tanışmasını kendisine milat kabul eden Necip Fazıl’ın şiirlerinde bu tanışmadan sonra tasavvufi düşüncenin izleri görülmeye başladı. Arvâsî ile tanışmasından sonra yaşadığı derin fikir buhranın ardından hayatının yeni dönemindeki ilk önemli eseri olan “Tohum" adlı tiyatro oyununu yazdı (1935). İslamcılık vurgusunun ön planda olduğu eser, Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan sahnelendi. Oyun, sanat çevrelerinden büyük ilgi gördüğü halde halkın ilgisini çekmedi.

Celal Bayar, 1924'te ulusal ekonomi politikasının temel taşlarından olan ve Türkiye'nin ekonomik yaşamında belirleyici bir rol oynayan Türkiye İş Bankası'nı kurdu ve 1932'ye değin genel müdürlüğünü yaptı. Celal Bayar, 1932'de Ekonomi Bakanlığı’na, 1937'de Başbakanlığa fırlarken İş Bankası bürokratlarından Necip Fazıl da yakın adamlarındandı.

Celal Bayar, Ekonomi Bakanlığı’ndayken, 1936’da Necip Fazıl bir kültür–sanat dergisi olan “Ağaç Mecmuası”’nı çıkarmaya başladı. İlk sayısı 14 Mart 1936’da Ankara’da çıkarılan dergi, ilk altı sayıdan sonra İstanbul’da çıkarılmaya başladı. Dergiye, spirütalist özelliklere sahip Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı gibi edebiyatçılar da katı sağlamaktaydı. Büyük ölçüde İş Bankası tarafından finanse edilen derginin yayın hayatı 16 sayı sürdü.

1936 yılının Nisan ayında gerçekleşen Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın yazışması, işte böyle bir tarihi arka plana sahipti. Necip Fazıl, “Ağaç Mecmuası”’nı çıkarmaya başladığından oldukça popüler olmalıydı. Bundan rahatsız olan ve medyada popilist çıkışlarla yer aldığı için üç ay önce Necip Fazıl tarafından eleştirilen Nazım Hikmet, kuyruk acısını, İş Bankası sponsorluğu ile Ağaç dergisini çıkaran Necip Fazıl’a Varlık’ta bir mektup yayınlayarak çıkarıyordu. Necip Fazıl da Nazım Hikmet’e Ağaç dergisinde yayınladığı mektupla sanat edebiyat alanı dışında popülerlik aradığını ve medya maymunluğuna devam ettiğini hatırlatıyordu.
34 yaşındaki Nazım Hikmet ile 32 yaşındaki Necip Fazıl’ın önünde uzun bir yol vardı, yürünecek.. 30’lu yılların ortasında gerçekleşen bu şair kavgasından geriye kalan bu iki mektubu tarihteki yerine koyacak olursak, önce Celal Bayar’dan Ağaç dergisini çıkarmak için, daha sonra Adnan Menderes’ten Büyük Doğu dergisini çıkarmak için aldığı sponsorluk desteği hiçbir zaman Necip Fazıl’da teslimiyet doğurmadı, Batıcı olmadı ve İslamcılıktan sık sık yargılandı, cezaevine girdi. Milyon dolarları kapıp, ihanetlerinin karşılığında boğazdaki yalılarında keyif yapan satılık kalemlerden hiç bir zaman olmadı. Pozitivist ve materyalist zihniyetiyle özdeşleştiği resmi ideoloji tarafından suçlanıp 12 yıl cezaevlerine atıldı ama bir Batıcı aydın olan Nazım Hikmet, bu toprakların iradesi ve kendini savunması olan İslamcılığa düşmanlığı hiç bırakmadı..

yazının devamı..

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.