Mustafa Everdi: İnançlı Yazar
Dini olay/konularla ilgilenen o dinin inananı olmak zorunda mı? Yoksa ele aldığı konu/olaya bakışı inanmayı gerektirmeyen bir tercih olması değerini azaltır mı? Maxim Rodinson’un Muhammedi ile Siyer kitapları arasında fark nereden kaynaklanır? Aralarında derin bir “kutsal bakış” açısı mı bulunur?
Yazar, romanda kurgulayan ve anlatan olarak Tanrısal bakış içindedir. Hikâye anlatırken gizli fail, asli unsurdur. Bu Tanrısal bakış, kutsal değildir. Yaratan, kurgulayan olarak hikâye edilen olaylara biçim verir. Beraberinde karakterleri ve anlatının üslubunu kendine has kılar. Dini şahsiyetleri kahraman olarak ele alınca roman sırf bu nedenle ‘kutsal’ -‘dini’ olmaz.
Tanrının sözüne kutsallık atfedilebilir ancak. Semavi din kitapları Tevrat, Zebur İncil ve Kuran bu içeriğe maliktir. İnananlar Tanrının sözü olduğu için bu kitaplara inanır ve kutsal olduğunu kabul ederler.
Mevlana Mesnevisi, İbn Arabi eserleri gibi kitaplar ne hükmündedir? Dini kitaplar yazan insanlar, kutsallığın neresinde dururlar? Tanrının sözcüsü mü? Yoksa inananların kutsalını insan olarak yorumlama işini mi yapar? Yaptıkları bu iş dini mi yoksa insani bir faaliyet mi?
İnsan olarak bir yorum yapmıştır. Konu ile ilgili anlayabildiğini esere dönüştürmüştür. Bu yorum, anlatı, hikâye insanın üzerine eğildiği konudan anladığı kadardır. Sanatçı bunu kendine özgü bir dil ve biçimle anlatmıştır.
İnsanın hikâye etme sanatına her şey girebileceği gibi, dini olaylar ve kahramanlar da girebilir. Peki, bu kitaplar (romanlar) tanrı sözünün şerh edicisi olarak dini bir metin mi ortaya koyar yoksa insani sözlerle oluşan bir anlatı mı?
Bu anlatı insani bir dille mi olacak yoksa Tanrısal üslupla göklerin dilini mi kullanacak? Anlattığı olay nedeniyle kitabın ve yazarın ayrıcalığı-haklılığı-gücü ele aldığı konudan mı kaynaklanır? Yoksa Göklerin hitabını tercüme eden yeni bir rivayet olarak mı?
Dini olay/konularla ilgilenen o dinin inananı olmak zorunda mı? Yoksa ele aldığı konu/olaya bakışı inanmayı gerektirmeyen bir tercih olması değerini azaltır mı? Maxim Rodinson’un Muhammedi ile Siyer kitapları arasında fark nereden kaynaklanır? Aralarında derin bir “kutsal bakış” açısı mı bulunur?
H.A. Craig Ben Bilal’i yazdığı halde eserini dini roman diye almıyoruz da, Sinan Yağmur’un yazdıkları neden dini roman? Eserin edebi-ilmi değerini değil de yazanı dikkate alırken, daraltılmış bir kitleye dönük olduğunu baştan kabul etmiyor muyuz? İnanan birinin yazdığı eser edebi değerlendirmeden muaf mı tutuluyor? Eserde ne kadar dini retorik kullandığı ile mi değerlendirilmeli? Yazar inananların imanını güçlendirmeyi mi önceler? O zaman dışardan bakanlar farklı gözlerle olaya yaklaşma gücüne sahip olarak mı inşa eder eserini? Bu nedenle mi roman okumak isteyince batı-kuzeye yönelmek zorundayız.
Modern ve Büyülü Dünya
Modernin kuru-sınırlı köşeli hayatı içinde sihirli, büyülü gizem kuşağı gibi hikâyeler insanların inanç eksikliğinden doğan bir ihtiyacı mı karşılar? Bu nedenle bu tür kitaplar, filmler revaçta, kitlesel ilgilere ulaşmış görünüyorlar. Bu sihirli-büyülü akımın tam karşısında mucizeler-kerametler içinde yürüyen romanlar mı denk gelir? Aynı işlevin yansıması mı bu tür kitaplar? Bu nedenle mi bu kitaplar çok okunuyor (!) yazarları ilgi görüyor? Katı gerçekliğin içinde büyülü-sihirli-mucize-keramet hikâyeleri, müminlerin arınma ihtiyacını karşılayan, olağanüstünün gizemli atmosferine çağıran yanı mı ilgi görüyor?
Edebi değeri tartışmalı kitaplar yazdığı halde yüzbinler satan Sinan Yağmur gibi yazarlar, böyle bir ihtiyaca mı karşılık geliyor? Yoksa kitleler bu yöne yönlendiriliyor mu? Yazarları teşvik eden gizli bir irade mi var?
Soruları çoğaltmak mümkün. Bu konu edebiyat yönüyle de ele alınmalı, incelenmeli aslında. Konunun dini olması, dini şahsiyetleri ele alması, edebi niteliğini tartışmayı gözardı etmeye yol açmamalı diyebilmeliyiz. Görmezden de gelemeyiz.
Şener İşleyen ve Romanları
Önümde iki kitap var. Bana göndermiş yazar, sağolsun. Tarihi-dini roman diyebiliriz her ikisine de. Pirahen, Hz. Yusuf”u merkeze alıyor, Rammah, Hz. Hamzayı şehit eden Vahşi’yi.
Sinan Yağmur’dan çok daha nitelikli romanlar yazıyor Şener İşleyen. Yağmurun ifade sıkıntısı ile malul kekemeliği yok yazarda. Şiir romanın her sayfasına sinmiş bir ifade gücüyle ilerliyor. Şiir kitapları da var yazarın. Bu romanlara, destan da diyebiliriz. O kadar epik bir dil var. Epik olan roman olabilir mi? Epik ile roman arasındaki en önemli fark, roman karakterinin hayata dair kafa yorması ve kendine dışarıdan bakabilmesidir. Roman karakteri kendisiyle uğraşır. Epik karakterse daha çok başından bir takım işler geçen biridir. Üstüne dini yüceltmeler ekleyince Dini-roman sayılıyor. Belki bu nedenle romanda her cümlenin sonunda ya ünlem, ya üç nokta geliyor.
Bu tür romanlar mümin coşkusu taşır. Cezbe halinde olay ve kahramanları anlatırken. Bu nedenle şiirsel bir dil egemen hemen her sayfada. İmanıyla ve kahramanlara bakışı ile "sarhoş" olan anlatıcı, iman tebliği içinde bütün güzellikleri mal ediyor kahramanlara. İmanın karşısında olanlar da ne kadar kötülük, eksiklik, duygusuzluk varsa layıklar.
"Dini tarih" açısından mümin olarak bakılınca "nesnel" olgular ve çıkarlar, insanlık halleri görmezden gelinebilir. Gerçeğe yakın düşmekten çok imanı sağlam kılmak, dini anlatıları doğrulamak, süslemek ve güzelleştirmek amaç haline geliyor. İnsanlık açısından romanın, hikâyenin edebiyatın isterlerine uygun olması düşünülemez. Kahraman bocalamaz. İçinde bir çatışma bulunmaz. Çelişkiye düşmez. Ne zaman ki kahramanlar arzularını ilahi iradeye uydurur, olay ve olgular da aynı paralelde sürer.
Okur kitapla hikâyeyi ele geçirmeyi önemsemez, kendilerini olaya kaptırmayı arzular, işte o zaman yazarın işlevi yerine gelmiştir. Edebiyatın anlamı da müminlerde dindarane hislenmeler ortaya çıkarmaktır. Okudukça insanlar coşkuya ulaşıyorsa kitap amacına ulaşmıştır. Bu yöntem, dini bir tebliğin aracı kılar kitabı ve edebiyatı. Kitabın edebi yönden kriterlere uyup uymadığı, nitelikli bir esere dönüp dönüşmediği anlamını yitirir. Coşku yoksa dramatizasyon da yoktur. Yüceltme yoksa kahraman yoktur. Cezbe olmadan, iman diye bir şey de olmaz. İnsan olarak neler hissettiği, köleliğin doğurduğu sorunlar kitabın alanına girmez.
Gömlek ve Rüzgâr Gözüyle
Pirahen, bir gömlek. Roman bu gömlek gözünden anlatılıyor. “O gömlek ki olgunluk, yücelik, iktidar, zırh, şifa, ismet, ihsan, perde, imge.”
Âdemden başlayan, “Belki çok el değiştirecek, çok bedene sarılacak ama sonunda ilk ve son sahibi Habibim Muhammed’e dönecek”(s.26)
Pirahen gömlek imgesi ile peygamber(ler)i anlatıyor. Dinler, peygamberler tarihinin kısa bir özeti sayılabilir. Ele aldığı kahramanı genişleterek anlatsa da. Pirahen, Yusuf ve Züleyhanın yeni bir yorumu. Dini roman türlerindeki genel anlayış; güzelleme, abartma yüceltme, yarı tanrılaştırma ile dine yakın düşülebilir . Her şeyin başlangıcı Muhammed anlayışı da üstüne ezoterik bir yorum katar. Öyle ki “ Âdem’e Muhammed’in (SAV) ruhu üfürüldüğü zaman alnında bir nur oluşmuştu.” Neredeyse Tanrı nefesi yerine geçen bir peygamber nuru. Zaten bu nur, gömlek gibi el değiştirerek geliyor. Tarihi süreç içinde. Yazar bazen gerçekçi “Annesi, yeni doğan bir bebek için ne yapılması gerekiyorsa, onu yaptı. Sardı, sarmaladı, kokladı…
Bebek mağarada, bir günde bir haftalık gibi, bir haftada bir aylık gibi, bir ayda bir yıllık gibi hızlı gelişiyordu.” Abartılmayınca peygamber olması ne mümkün. Mucize göstermiyorsa.
Gömlek Âdemden başlayıp İbrahim’e kadar anlatıyor. Ondan sonra Hz. Yusuf’a geliyor. Züleyha’nın hikâyesi aslında, roman. Züleyha ondokuzunda, güzeller güzeli. Ne kadar yüceltilirse yine de yeterli olmayan bir peri, bir melek. Mısır Aziz’i yani Maliye Bakanı Potifar “yüzüne bakılmayacak kadar çirkin” Potifar iktidarsız, Potifar kırk yaşına kadar evlenememiş. Züleyha’nın Yusuf’a layık ve O’na yâr olabilmesi için Potifarla evlenmesi, zulme katlanması; lakin bakire kalması gerekir. Hz. İbrahim’in eşine el koyan Firavun da iktidarsızdı. Yoksa Sara İbrahim’e nasıl dönecekti?
Züleyha “Serçe parmağımı öpen su kuşları da terk etti düşlerimi. İçimde saklanan şımarık kızın saçlarında kaldı gamzelerim. Atlasın terleyen güvertesinde, cesaretimin kanını emiyor hayal kırıklıkları annem. Bir savaşın şövalyesiz rüzgârı şu an ruhum. Kimsesizliğimin kimsesi dudaklarının uçurumundan attı beni. D/üşüyorum annem” diyebilen şaire bir kız.
Sarayda “bu kalabalığın içinde yalnızlığının rahlesinde sükûtunu emziriyordu sanki Züleyha. Ruhunun her bir köşesinden yalnızlığın bindallısını giydiriyor, gizlediği hüznünü gönlüne kına olup yakıyordu…”
Roman bu minval üzere gidiyor. Buna kimileri ‘edebiyat paralamak’ diyebilir. İmgelerin de bir asaleti var. “Yalnızlığın bindallısını giydirmek” nasıl bir metafor ve neden yazarın tercihi? Yukarıda söylediğimiz dini roman anlayışının kahramanları yüceltmede sınır tanımayan yaklaşımı nedeniyle.
Yazar Romanda İslam tarihi-Kuran’ı kaynak edindiği olaylarla ilerlerken bütün derdi “toplumsal çözülmenin ve yozlaşmanın önüne” geçmek. Bunu zaten kitabın girişinde bugünden başlayan bir epigraf gibi romanı yazma gayesini günümüz insanlarının ibretlik halini anlatırken, amacını da ortaya koyuyor.
Yazar kendini “Beyazıt Meydanı’nın ak güvercinlerinin uçuşuna katarak’ misyonunu biçiyor:
“makam, mevki, şan, şöhret, ekmek kavgası, daha çok kazanma ve daha uzun yaşama hırsı dökülüyordu birbirlerine çarpıp geçen insanların paçalarından. Hatta gözlerindeki ateş sağanağı, nefslerine eğilen yanlarını o kadar kolay ele veriyordu ki! Ayna mıydım yoksa bana verilen manevi bir mesaj mıydı bu kıpırtılar bilmiyorum.”
Yazar bu manevi mesajla edindiği misyonun içinde “kaldırım kenarlarında, mukavva kutulara serilmiş yatan”ların sarhoş olduğunu görüyor ama “evsiz” olduğunu göremiyor. Rusya’dan kaçak olarak getirilen makyajlı kadınlara; “yüksek tahsilli tezgâhtar fahişeler” diyor ama geçim için çalıştıklarını göremiyor. Erkek olarak bizler “beyni bacak arasına sıkışmış erkek müsveddeleri” yiz. Yükümüzü gören yok. Bu böyle sürüp gidiyor.
Herkes günahlara batmış, buna karşılık yazar kurtulmuş, en azından facianın farkında ve bizi (okuyucuları) kurtarmayı da görev edinmiş. Topkapı sarayında Harem’e girebilse ulaşacağı efsunlu edep, erdem. vs.’den mahrum kalıyor. Harem mübarek, İstanbul kutsal, tarihsel olan ne varsa Tanrısal. Geleneksel değerli olanı daha da değerli kılmak için kalemin bütün gücüyle dile geliyor yazar. Pirahen’de gömlek, Rammah da rüzgâr olarak. Ancak rüzgarın bütün çeşitlerini dile getirerek; Alize, samyeli, poyraz, meltem, karayel, fırtına, kasırga, boran, tayfun, muson imbat, ve Konya’nın yerel rüzgarı Gedavet.
Yazar aslında bir romanında gömleği, diğerinde rüzgârı özne-anlatıcı- yaparak edebi anlamda verimli, özgün bir yol seçmiş. Güzel bir buluş. Ancak roman şiirsellik ile edebiyat paralama arasında geçiş yapan bir üslupla sürüyor.
Romanda, kötüler için iyi bir yön bulmak mümkün değil elbette. Firavun ve Aziz (Firavun sistemi) bu kadar zalim-kâfirse Hz. Yusuf’u vezir yapacak kadar ehliyet ve liyakate niye önem vermişler? Kıtlık dönemini atlatmak için Assan’da barajlar yapılmış mı? Gibi cevaplar bulmak mümkün değil kitapta. Bulutların üzerinde seyrediyor sürekli. Bunu yapmak, yazarın görevi değil, diyenler olabilir. Haklı da olabilirler, ancak bu bakış romanı tek boyutlu kılıyor işte. Zengin bir malzeme, kahraman bolluğu, tekçi bir bakışla akıp gidiyor kitaplarda. Karakterlerin insanlık halleri, duygularda gri bölgeler yok. İyiler, Tanrısal erdemlerle yüklü. Kötüler şeytani bir kötülükle.
Kuranda geçen herkes ulaşılmaz yıldızlar gibi erdemli, namuslu, ahlak timsali, mucize kerametler gösteren yüce insanlar. Kâfir-tagut olanlar ise çirkin, iktidarsız, insan denemeyecek kadar vahşi suretler içinde şeytanlaştırılmış mahlûkat. İman edenler her kötülüğün farkında, diğerleri cehenneme odun olmuş, ateşe atılmayı bekliyor.
Bu tür romanlar böyle kategorize etme anlayışı yüklüyor insanlara. İman eden de şüpheye düşer, günah işler, kötülerin içinde iyi bir yan vardır. Kötülükleri işlerken insanlar iç çatışma yaşar, bu insanı insan kılan bir içdünya zenginliği olabilir, yaklaşımı bu romanlarla ihtimal olmaktan çıkarılıyor. Okuyucu için kolay şablonlar veriyor; yormaz, çaba istemez, düşündürmez. İnanıyorsan en iyisin, değilse bütün kötülükler günahkârların boynundadır.
Rammah zenci bir köle, Vahşi’yi anlatıyor. Yazar yine bir zenci köle olan H.A. Craig’in Ben Bilal’ini görmemiş mesela. 12 Yıllık Esaret filmini seyretmemiş. Kaynaklarda yok çünkü. Buna karşılık editör Mehtap Altan her iki kitapta ‘Hayatı ve Tüm Eserleri” ile ilk sırada bir kaynak. Mehtap Altan edebiyat kitapları olan bir yazar. İslam tarihine ilişkin eserleri var mı bilmiyorum. Onu ilk kaynak alınması editör olmasıyla ilgili olabilir. Yazarı Züleyha şiirini roman yapması için yol göstermiş de olabilir. Bunun için kitapta ayrı bir yerde teşekkür edilebilirdi. Kaynak olarak belirtilmesi eserin/yazarın ciddiyetini sorgulatıyor.
Şener İşleyen’in şiirsel ifade gücü ile çok daha güzel imgeler kurması, çağrışımlar yapacak metaforlara yaslanma yeteneği var. Ancak hızını alamayınca “Muhammedin dişi bir yakut ve “Muhammed’in diş yere düşmesin! Ve Cibril’i Emin yaratıldığı günden beri, en hızlı inişiyle iniyor! Çünkü altı yönden bir ses geliyor!
“Yere düşmesin Muhammedin dişi” Savaşta yenilmek üzere peygamber, taş yemiş, dişi kırılmış, insan olarak çektiği sıkıntılara ima yok; kırılan dişi yere düşürmemek üzere seferber olan bir ‘evren’ var!
Vahşi özgürlük için Hamzayı şehit ederek Hint’in intikam almasını sağlayacak. Ne büyük bir ödül. Küçük bir çaba karşılığında. Vahşi nihayet aradığı fırsatı bulur. Çünkü o bir köledir ve mızrağı Hamza’ya saplarsa özgürlüğünü kazanacak. Köleliğin trajedisini anlamadan, Vahşinin eylemini anlamak mümkün değil. Yazar zaten anlamaktan çok “anlatmaktan” yana. Çağrı filmi hafızalarımızda yeni iken; Rammah’da “Karnından vuruldu Hazma…. Mızrağın ucu, mesanesinden dışarı çıkmıştı. Açılan karnından bağırsakları ayakları arasına dökülüyordu. Gitmişti Hamza, yüzünde cennete dair huzurlu gülümsemesiyle…’ Mızrak bu, kılıç değil ki boydan boya yarıp bağırsakları döksün.
Diğer yandan yazar, Hz. Hamzanın kaybını;
‘Bu ölüm Gülümün dalını kıracaktı belki de. Bu ölüm, Gülümün yetim yanını daha da yetimleştirecekti. Bu ölüm Gülümün kokusuna bir hüzün yağmuru olup yağacaktı son nefesine kadar! Vahşinin özgürlüğü adına çırptığı kanlı kanatları bu defa Hamzanın heybetine değmişti! Onun heybetinin sırrı, üzerine Peygamber kokusu sinen şefkatinde saklıydı! Gülümün kokusuna da saplanmıştı o mızrak… Çıkartabilene aşkolsundu, aşk olsun….” (Gülümün peygamberimiz olduğunu söylemeye gerek yok sanırım)
Sonra Müslüman olsa da Vahşi, ipekli elbiseler giyecek, içip sarhoş olacak ancak Rasule kavuşmak için 63 yaşından fazla yaşamak istemeyecekti. Nefret ve sevginin yer değiştirmesinin ne kadar kolay olduğunun sezdirilmesini beklersiniz. Burada her şeyin cevabı; iman…
Ölüm anında Vahşi’nin yüzünde tebessüm, bir müjde alınca belirir: Rüyasında gördüğü Gülümün; “çok özledim kardeşim, haydi gel artık! sözlerinin yansıması gibiydi. Belli ki yıllardır beklediği, bekletildiği aşkın verandasından içeri buyur edilmişti Vahşi…” çağrısı şiirseldir.
Yüceltmenin dozu ayarlanmayınca her sayfa menkıbelerin çağdaş söylemine dönüşmüş iman gücüyle yürüyor. Kalemin mahareti okuyucuyu coşkuya kaptıracak bir söylemi dile getirmekle yarışıyor. Böyle olunca o güzel insanlar gelip geçtiler. Biz günahkâr, asi kullar ancak onlara imrenerek, hayran olarak bakabiliriz. Bugüne bir değer katamayanlar geçmişi yüceltir.
Yüceltilen geçmiş bize iyi hissetmemizi sağlar, şüphelerimizi bastırır. Hayranlık büyük olunca; hayret ve hakikat çok uzaklarda kalır. Başka baharlarda, mevsimlerde.
Bugün hamaset ve hayranlık yağmurları ıslatıyor saçlarımızı. Ruhlar da yeşillenir belki.
www.ulukanal.com / yazının devamı..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.