Mustafa Everdi: Her Sorun(lu) Beni Bulur..

Mustafa Everdi: Her Sorun(lu) Beni Bulur..
Mustafa Everdi: 'Kafam kentsel dönüşümde terk edilen, yıkılmayı bekleyen kapısı penceresi sökülmüş, sakinleri terk etmiş, muzır gençlerin spreyle aforizmalar yazdığı, karma karışık, yıkık dökük bina gibiydi. Hiç kimse benim yerimde olmak istemezdi..'

Sadece bi çay içmek istemiştim. Bırakırlar mı? Masama oturdu biri teklifsiz. Söze başladı beklemeden:

-Kör, kekeme, sağır, topal, anlayışsız, kaba kara kalın oluşumun hikâyesini dinlemek ister misin?
…?
-Köroğlu değilim, Zaloğlu, Topaloğlu, Sağıroğlu… Hele DENİZ YÜCEL hiç değilim. Hala Yusuf’um.
-Estarabim!

-Her dergide yer bulanlar o kadar sıcakkanlı idiler ki yanına yaklaşan soba görmüş gibi ısınabiliyordu. Hemen herkes birlikte fotoğraf yarışına girmişti. Ona dokunan bir daha hayatta gribe yakalanmıyordu. 
Hastalıklı oluşum o resme girememekten.

Hayata başladığımda olay örgüsü olmalı, giriş cümlesi okuyucuyu çarpmalı diye karar vermiştim. Hatta Öykü kuramları başucu kitabı Boğa Ansiklopedisini görmüştüm. Ana Britanica’dan bile fazlaydı ciltleri. Kitapçıda görmüş, bu kadar paraya alınmaz diye okumamıştım. Toros Ciltlerini okumuştum, yüzünden. Kitapçıda göz atınca içeriğine muttali olabiliyordunuz kısa bir sürede. 
Bu değerli kitapları okuma zahmetine girmeyince öyküye ilişkin temel fikirleri havadan kapmıştım ben. Alıngan değildim ama zekâm o kadar çekici idi ki havadan nem kapar gibi edebiyata dair bütün kuramları kapabiliyordu. Sanki yağmur bombası idi bakışlarım, biraz bulut, buğu görünce anında zihnime açılan oluklardan yağmur suları akıyordu. Sel basınca da boğuluyor; glup glup diyebiliyordum. 
Kekeme oluşum bundandır.

Herkes birbirini övme yarışına girmişti. Üstatlar rütbe dağıtır gibi şair-yazar tayin ediyordu. Aslında, alçakgönüllü insanlardı. Maneviyata bile tek gözlerini açıyorlardı bu yüzden. Tabii ki cinsiyetlere de. 
Kaba oluşum bunun sonucudur.

Tanrıya bile kalu “bela” derken, gözlerinden lanet okuyan, tipinden bela çağıran bir kişilikle yaratılmışım. Dindarane bir anlayışsızlık beni her zaman bilge kılıyordu. Kitaplarda yer bulmadığından değersiz bir meziyet olarak komplekslerimin arasına karıştı bilgeliğim. 
Kafam kentsel dönüşümde terk edilen, yıkılmayı bekleyen kapısı penceresi sökülmüş, sakinleri terk etmiş, muzır gençlerin spreyle aforizmalar yazdığı, karma karışık, yıkık dökük bina gibiydi. Hiç kimse benim yerimde olmak istemezdi.

Hâlbuki benim yerinde olmak istediğim nice bilge insanlar doluydu çevremde. İnsan gücünü parçalayıp israf ederse ve muhteremlerle dalga geçerse elbette sonu budur. Yoksa Ahmet Altan gibi manifestolar yazmıştım.

İslamcılar ne kadar başörtüsü ile varolsalar da hakikatin çıplaklığına bir çare olmuyordu. Öksüz yetim garip bir çıplak olarak genelde Türkiye topraklarında, özelde Ankara sokaklarında başıboş dolaşıyordu hakikat. Tesettür gündeme o kadar oturmuştu ki yıllarca süren tartışmalardan artakalan bir parçası bile ulaşmadı hakikate. Bari mahrem yerlerini örtebilsin. Âdem baba oluşum, hakikat utanmasın yalnızlıktan, diyedir.

Çocukluğumda çıplaklar kampı haberleri ilgimi çeker, çocuk muhayyilemdeki utancı o kampa katılanlarda görememenin hüznüyle Yusuf olmaya niyetlenirdim. Hiçbir Züleyha yüzüme bakmadığı halde. Bir gömlek derdimiz vardı: Önden yırtılmasın diye geceleri arkadan kendim yırtardım. Yusuf olduğumun başka bir delili yoktu çünkü. Sünepe bir mahcubiyet böyle buldu beni. Nasrettin Hoca el verdiği halde.

Kristal ödül plaketleri alanların yanında, kafa kâğıdımdaki Yusuf, “yusuf yusuf” sesleri arasında kâbuslar görüyordu. Hakikat bir Yusuf Masalı diyorlardı habire. Züleyha olmasa Yusuf olur muydu? Her ismin dişili vardı; Arif Arife, Munis Münise, Remzi Remziye, Habip Habibe… Yusuf’un dişili yoktu. Bu yüzden bekâr kaldım. Fuzuli gibi Mecnun’a Leyla bulacak yetenek yoktu bende. Kadınlar arasında rafine hale gelme fırsatı bulamadım. Hiç biri beni evcilleştirmeye yeltenmedi bile.
Anlayışsız bir kazma oluşum bundandır.

Bakir bir muhayyile içinde kadınları anlatacak yetkinliğe nasıl ulaşabilirdim? Kazma gibi, maço sesler çıkarabiliyor, narin nazik ince derin duyarlıklar taşıyan duygular yoktu kitabımda. Kalın kara kaba bir hödüklük içinde nara salıyordum sadece. Bu yüzden Yusufun dişili de yusufiye oluyor, her beş yılda cezaevlerinde son buluyordu Büyük Yürüyüşüm. 
Mağaralara layık ayısal bir tabiatım vardı. Aşağılıyordu herkes. “İnine, mağarana, kalbine dön!” diye. Kimse mağara, Platon’da hakikatin bir yansıması, mimesis, arınma, metafor diye teselli etmiyordu beni. 
Derinlik yoksa bende bu ihmal nedeniyledir.

Herkes afişlerde afişe edilip görünürlük zırhı giyiyordu. Çelik yeleğin yerini tutmazdı ama dışardan gelen saldırıları etkisiz kılardı. Kalbimin delik deşik olması, çelik yelek giymeyi red etmekten. Bu yüzden herkesler tahliye ediliverdi ben yurdumda tutuklu kaldım. Kelepçeler iz bırakır her dönem bileklerimde.

Geceleri sayıklama nöbetleri böyle başladı bende. Akşamdan aklımda kalanları, sabah yazıyor, bununla itibar görmeyi bekliyordum. Hiçbir itibar, kapısından içeri almazdı beni. Yanaşık düzene tabiiydi oralar. Bir kere dâhil olan, seçilmiş yetenek kılınıp parlıyordu aniden. Sanki düğmesine basılan ampuller gibi. Gözlerim kamaştığı için yarasalara arkadaş olabilirdim ancak. Onların radar sistemi var; gece yönlerini bulabilir. Ben habire çarpıyordum, önümdeki turnikelere. 
Kör-Topal oluşum da bundandır.

Edebiyatçılar arasında her zaman gerilim vardır. Bunun ancak okçulukta olumlu bir enerjiye dönüşeceğini bilenler köşeyi döndüler. Okçuluk kurslarına katıldılar sürüler halinde. Hak Hay diye salı salıverildi oklar. Oku salınca okuyucu kılınan gençler, üstatlar elinden bilinç iksiri içtiler. Sunulan iksir, içeni görünmez kılıyordu nedense. Bu kadar faaliyete memleket Mehmet Akif’ten, Yunus Emre’den, Mevlana’dan geçilmez olmalıydı. Gelen sadece kılıç-kalkan ekipleri, mehter takımı.
Kaybolan nesil örgütüne kaydım böyle yapıldı.

-Beyefendi çay içer misiniz?
-Yusuf’a ikram sorulmaz. Yeter ki kuşların didiklediği ekmek olmasın. Rüyalar beni vezir yapıyor.

Nasıl bir hayretle dinlemişsem, unuttum çayı. Soğumuş. Isınmak için bana sarıldı bardak. Yusuf’un da dişleri takırdıyordu soğuktan.
Ankara ayazı böyledir. İman ateşi yoksa ısınman ne mümkün. Soba gibi ısıtan birine yaklaşmamışsan.
Ben Yusuf'u üşütüyordum. O beni yakıyordu.

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.