‘Kur’an bize yeter’ söylemi hangi tehlikelere kapı aralıyor?
‘Kur’an bize yeter’ söylemi hangi tehlikelere kapı aralıyor?
Kur’an Bize Yeter Söylemi, Enbiya Yıldırım’ın gerek konusunun güncel olması gerekse birçok insanın bu konuda kafa karışıklığı yaşıyor olup sorularına güvenilir kaynaklardan mukni cevaplar bulmak istemesi sebebiyle henüz piyasaya çıkmasının üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen büyük bir teveccühe mazhar olan ve art arda baskılar yapan yeni kitabı.
İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümü “Kur’an İslamı Söyleminin Görünümü” başlığını taşıyor. Bu bölümde ilk olarak “Kur’an bize yeter” söyleminin tarihi kökenlerine iniliyor. İngilizlerin Hindistan ve Mısır’ı işgali sonrasında Batı’yla yüz yüze gelinen bu iki coğrafyada, dirilişin kendi değerlerimize sahip çıkmaktan geçeceği, bunun için de Hz. Peygamber’den çok sonra yazılması sebebiyle güven arz etmeyen(!) ve Müslümanların tefrikasına gerekçe oluşturan(!) hadisleri bir tarafa bırakıp yalnızca Kur’an’ın etrafında kenetlenerek yeniden vahdetin sağlanması gerektiği iddialarıyla ortaya çıkan ve böylece görünüşte yaklaşık yüz elli yıllık geçmişi olan bir düşünce hareketi gibi durmasına rağmen, hakikatte bu tartışmaların kökeninin ilk asırlara kadar gittiği, ama bilimsel zayıflık sebebiyle tutunamadığı ve devam eden bir harekete dönüşemediği ifade ediliyor.
Yaşadığımız zaman diliminde ülkemizde, genel olarak da İslam dünyasında “Kur’an bize yeter” diyenlerin profillerine bakıldığında ise, bu düşüncenin kendilerine isnat edildiği Seyyid Ahmed Han, Abdullah Çekrâlevi, Ahmeduddîn Amritsârî gibi insanlardan çok farklı olarak oldukça ilginç bir durum arz ettiği söyleniyor ve karşımıza üç farklı profil çıkarılıyor. İlki, gerçek anlamda dinî tahsil almamış, sadece yüzeysel okumalar yapmış ve Kur’an-hadis/sünnet ilişkisi, fıkıh, tefsir gibi alanlarda yeterli kıvama gelmemiş, velhasıl İslami ilimlerde uzmanlaşamamış olanlar. İkincisi; dinî birikime sahip gözüküp zikzak çizenler. Üçüncüsü ise; Arapça bilmemekle birlikte Allah’ın kitabının sadece Araplara ve hocalara hitap etmediğini bu nedenle Arapça bilmenin de gerekmediğini iddia edip okuduğu mealler üzerinden hüküm vermeye ve yorum yapmaya kalkanlar. Bunlardan ilk grup, sınırlı sayıdaki problemli rivayetleri hadis külliyatının tamamına teşmil etmeye çalışırken ikinci grup, hadislerin bütününü reddetmekte ya da sahih hadis sayısının birkaç taneyle sınırlı olduğu gibi fevri çıkışlar yapmakta üçüncü grup ise, mealler üzerinden oluşturdukları anlayışı din edinmekte.
Bazıları rivayetlerin çokluğunu problem ediyor
Hadislerin güvenilmez olduğunu iddia edenlerin en büyük dayanaklarından olan “hadislerin sayısal çokluğu” ve “Rasûlüllah’tan çok sonra kayda geçirilmiş olması” meselesine de izah getiren yazar; öncelikle rivayetlerin çokluğu noktasında rakamlara takılıp kalanların alanın uzmanı olmamalarından dolayı gözden kaçırdıkları hususlara dikkat çeker. Daha sonra ise hadisleri genel olarak ikiye ayırır. Birinci ve çoğunluğu teşkil eden bölümü Müslümanların gündelik hayatta sürekli müracaat ettikleri ve Hz. Peygamber döneminden
itibaren pratize edilip gelmekte olan namaz, oruç, zekât, hac gibi konulardaki hadislerin oluşturduğunu, ikinci ve azınlığı teşkil eden bölümü ise Müslümanların gündelik hayatlarında sürekli yer almayan ve zaman zaman müracaat ettikleri Hz. İsa’nın nüzulü, Deccal, Cessase gibi konulardaki hadislerin oluşturduğunu ifade eder. İkinci bölümdeki hadislerin öteden beri tartışılagelmekte olduğunu, fakat tartışanlar arasında öncekileri günümüzdekilerden ayıran en önemli özelliğin, öncekilerin hadisleri toptan reddetme yoluna gitmemeleri olduğunu söyleyen yazar, birinci bölümdeki hadislerin de tamamına sahih denemeyeceğini, ama bu gruptaki sahih olmayan rivayetlerin asla endişe edilecek boyutta olmadığını söyler. Özellikle fakihlerle hadisçilerin bu gruptaki hadislerin sıhhati üzerinde daha çok durduklarını ifade ederken aslında iki zümre sebebiyle bu gruptaki hadislerde sanki büyük bir sorun varmış izlenimi oluştuğuna dikkat çeker. Yazara göre birinci zümreyi, tartışma konusu olan rivayetlerin hangi alana ait olduğu gerçeğini göz ardı ederek bütün hadis külliyatı üzerinde şüphe uyanmasına neden olanlar oluştururken ikinci zümreyi ise başta Buhari, Müslim olmak üzere hadis kitaplarını âdeta kutsal kitaplar gibi görerek içerisindeki rivayetleri ehl-i sünnet savunması adına ayetmiş gibi müdafaa edenler oluşturmakta.
Mevcut hadisler içinde sahih olanların bulunabileceğini, ama bunların bilinemeyeceğini iddia edenlere de yazar; her bir rivayetle amel etmenin söz konusu olmadığını, bir hadisle amel edebilmek için onun sıhhat testini geçmesi gerektiğini; ayrıca bizzat Kur’an’ın Hz. Peygamber’e açıklama görevi verdiğini ve onun bütünüyle Kur’an’a uygun yaşamasının Kur’an’ı açıklamaya yönelik izahlarda bulunmadığı anlamına gelmeyeceğini ifade eder.
Yazar, Kur’an’la yetinmek gerektiğini iddia edenlerin bir taraftan hadislerin itimat edilemez olduğunu söylerken bir taraftan da kendi düşüncelerini destekleyecek rivayet malzemesine, sahih olup olmadığına bakmaksızın, sıkı sıkıya sarılmalarını içine düştükleri paradoksal durumu göstermesi açısından dikkate şayan bir durum olarak ortaya koyarken, hadislere değer verenleri Hz. Peygamber’i Kur’an’ın önüne geçirmekle itham eden düşünceye de eleştiri getirir. Öncelikle bu ithamı reddeder ve “Bizim yanlışları Allah tarafından düzeltilmiş Hz. Peygamber’in icra ettiği görevi görmemiz gerekir.” der.
Din için sünnet vaz geçilmez bir kaynaktır
Sahih bir din anlayışına sahip olmak ve dini dosdoğru bir şekilde yaşamak için Kur’an’la birlikte sünnetin de önemsenmesi gerektiğini düşünen yazar, bu düşüncesini, ülkelerin yönetimleri konusunda sadece anayasa ile yetinmemeleri gerçeği üzerinden temellendirmeye çalışır. Kur’an’ın ana ilkeleri belirlediğini, bunun yanında kanun olarak değerlendirilebilecek bir kısım hükümleri de vazettiğini, ama bu hükümlerin pratiğe nasıl yansıtılacağı hususunda Hz. Peygamber’in devreye girdiğini, dolayısıyla onun olmadığı bir İslam’ın, yasaları olmayan bir anayasa gibi olacağını, bu gerçeği reddetmenin ise Hz. Peygamber’i sadece bir postacı hükmüne indirgemek anlamına geleceğini, bu sebeple Kur’an’ı hayata uygulayacak önder olan Hz. Muhammed’in fonksiyonunun iptal edilmemesi gerektiğini ifade eder.
Kur’an’la yetinmeli diyenlerde gözlemlediği Hz. Peygamber’den bahsederken isminin yanında saygı ifadesi kullanmama davranışına da değinen yazar, her ne kadar Hz. Muhammed’in yaşadığı toplumda böyle bir alışkanlık mevcut olmasa da günümüzde yeryüzünün her yerinde konumu olan insanlara hitap edilirken saygı ifadesinin göz ardı edilmediğine dikkat çeker. Kur’an dışı hiçbir şeyi kabul etmemenin geleneğimize vurduğu en büyük darbelerden birinin de bu olduğunu ifade eden yazar, “Basitleştirilen, alelâde biri konumuna indirgenen ve postacılıkla kayıtlanan Hz. Muhammed âdeta ademe/yokluğa mahkûm edilmektedir.” der ve “Ondan gelen mirasa ehemmiyet vermeyen bir bakışın, yokluğa mahkûm ettiği bir insanı anarken saygı ifadelerini kullanmasını beklemek zaten anlamsızdır.” diyerek böylesi beklentinin gereksizliğine de işaret eder.
Yazar, birinci bölümde son olarak hadislerin toptan reddinin vahim sonuçlarına değinir ve bunları maddeler hâlinde şu şekilde sıralar:
1. Hz. Muhammed’in Varlığı Meselesi: Kur’an’ı kendilerine tek dayanak olarak alanların siyer ve hadis denilen iki ilim dalının anlattıklarına itimat ederek yeryüzüne “Muhammed” adında birinin geldiğine ve onun hakkında söylenenlere inanmamaları gerektiğini söyleyen yazar, bu takdirde Kur’an’ın da bu hurafeler yığınının bir parçası hâline gelme tehlikesiyle yüz yüze kalacağını ifade eder.
2. Hz. Peygamber’le İlgili Ayetlere Gerek Kalmaması: Hz. Muhammed’in sünneti ve hadisleri Kur’an bize yeter diyenler için bir şey ifade etmiyorsa, Kur’an’da Hz. Muhammed’den bahseden ve ona itaati emreden ayetlerin de bir manası kalmayacaktır.
3.Dinin Sekülerleştirilmesi: Kur’an’da ahkâma dair ayetler belli konularla sınırlı olup sayılı ahkâm ayetleriyle de bir sistem inşası mümkün olmayacağından söz konusu ayetler atıl kalmaya mahkûm olacak ve din de sekülerleştirilmiş olacaktır.
4. Değerlerin Örselenmesi, Basitleşmesi: Zihninde İslam’a dair hiçbir bilgi olmayan insanlara Kur’an’dan rastgele bir sayfa verildiğinde herkesin okuduğu sayfadan anladıklarının birbirinden farklı olduğu görülecektir. Bu durumda bir sayfada bile bir ortak akıl yürütmek mümkün olmuyorsa bir milyar yedi yüz bin kişi içinde bu ortak akla ulaşmak nasıl mümkün olacaktır? Demek oluyor ki Hz. Peygamber devreden çıkarıldığında herkes kendini onun yerine koymakta ve şahsi algısına göre din inşa etmiş olmaktadır.
5. İslam Kültür ve Medeniyetini Bekleyen Tehlike: Dikkatlice düşünüldüğünde bizi biz yapan, bizi bir arada tutan değerlerin, esasında Kur’an’dan direktif alan Allah Rasûlü ile onun dört halifesi zamanındaki uygulamalara dayandığı görülecektir. Bunların hayattan çıkarılması dinin hayattan çekilmesine eşdeğer olacaktır. Ülkemizdeki “teravih namazı yoktur” söylemleri üzerinden yaşanılanlara bir örnek veren yazar, birçok insanın bu tarz söylemler yüzünden bir vesileyle içine adım attıkları Allah’ın evinden uzaklaştırıldıklarını ve Allah’la aralarındaki pamuk ipliği mesabesinde olan bağın da koparıldığını teessürle anlatmaktadır. Yine İslam’ın manevi yönünü tezyin eden pek çok husus da Hz. Peygamber’in yaşamıyla şekillenmiştir. Allah Rasûlünü kenara çektiğimizde Kur’an’da geçen naslara bakarak inşa edilecek manevi hayatın tezyinat kısmı da eksik kalacaktır ve maalesef bütün bu olup bitenlerden kaynaklı en büyük darbeyi de gençler alacaktır.
6. Kelime-i Tevhidin İlk Cümlesinin Yeterli Olması: Hz. Peygamber’in sünnetinin ve hadislerinin günümüz Müslümanı için bir anlamı olmayacaksa kelime-i tevhid cümlesinin ikinci kısmında geçen “Muhammedu’r- Rasûlüllah” ifadesinin de bir karşılığı olmayacaktır. Bu durumda ehl-i kitap ile aramızdaki tek engel olan Hz. Muhammed devreden çıkarılmış olacaktır.
7. İslam’ın Hak Din Olup Olmayacağının Sorgulanacak Olması: Hadisleri tamamen reddeden yaklaşım esasında bin dört yüz yıldır yaşanan İslam’ı reddetmiş olmaktadır. Çünkü bu düşünceye göre, bütün bir tarihi süreç batıl ve safsata üzerine inşa edilmiştir.
Delil olarak kullanılan ayetler
Kitabın ikinci bölümü “Kur’an’la Yetinmenin Kur’an Işığında Tahlili” adını taşıyor. Bu bölümde yazar, Kur’an bize yeter söylemini dillendirenlerin görüşlerini desteklemek üzere dillerine pelesenk ettikleri onlarca ayeti gerek metinleriyle gerekse mealleriyle göstererek her birini tek tek inceliyor. Tek başına Kur’an yeter iddiasında bulunanların ayetleri anlama hususunda nerede hata yaptıklarını ve aslında ayetlerde kast edilenin ne olduğunu delilleriyle ortaya koymaya çalışırken bir taraftan da yönelttiği onlarca can alıcı soruyla Kur’an’la yetinmek gerektiğini iddia edenleri düşünmeye sevk ediyor.
“Elimizdeki Kur’an’ın Hz. Peygamber’e inen kitap olduğunu nereden biliyorlar?” “Kur’an’ın Hz. Peygamber’den bugüne kadar sağlam, eksiltme ve ilave olmaksızın geldiğine dair ellerinde delil olarak ne var?” soruları yazarın Kur’an bize yeter diyenlerin sahih veya gayr-i sahih ayrımı yapmaksızın bütün rivayetleri inkâr etmeleri sebebiyle kendilerine yönelttiği sorulardan yalnızca birkaç tanesi. Yazar, burada Kur’an sayfalarının toplanması ve çoğaltılmasına dair rivayetlerin Kur’an’la yetinenler tarafından delil getirilmesinin hiçbir ilmîliği olmadığını, çünkü bunu yaptıkları takdirde Kur’an’la yetinmemiş olacaklarını ifade ediyor.
Kur’an bize yeter söylemini savunanların en bariz hatalarından birinin de kendilerine delil olarak gösterdikleri ayetleri, siyak/sibak ve sebebi nüzul gibi iç ve dış bağlam gözetmeksizin parçacı bir yaklaşımla ele almaları olduğunu düşünen yazar, aslında onların böyle yapmakla Allah’ı kendi istekleri doğrultusunda konuşturmaya çalışmış olduklarını söyler. Kur’an’ı sadece tebliğ değil beyan etmekle de mükellef olan Hz. Peygamber’in uygulamalarının ve sözlerinin bizi bağlamadığını iddia etmenin ise tek kelimeyle Hz. Peygamber’i postacı konumuna indirgemekle eş değer olduğunu ifade eden yazar, ayetlerde zikredilmeyen alanlarda kendilerinde konuşma hakkı görenlerin, hayatı, yaptıkları ve bütün söyledikleri kontrol altında olan bir elçiyi bundan mahrum bırakmalarını anlamlandıramaz ve şu mealde bir soru sorar: Kur’an yeter diyen biri bir ayet okuyup yarım saat konuşurken ya da hem Allah’ın kitabındaki hikmetleri daha iyi anlamak hem de kendileri kadar anlama imkânı olmayanlara yardımcı olmak için ciltler dolusu kitap yazma ihtiyacı duyarken Hz. Peygamber susuyordu, öyle mi?!
Sadece Kur’an diyerek çeşitli gerekçelerle bütün hadisleri bir kenara bırakanların bu tavırları ile âdeta Hz. Peygamber ile Kur’an’ın arasına girdiklerini ve Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiğini hem Hz. Peygamber’e hem de bize dikte etmeye çalıştıklarını ve sanki Allah’ın bu kitabı Hz. Peygamber’e değil de kendilerine indirmiş gibi davrandıklarını ifade ediyor yazar.
İlk bakışta kulağa oldukça hoş ve cazip gibi gelen Kur’an bize yeter söyleminin beraberinde pek çok sorunu da getirdiğini; her ne kadar tek kitap etrafında birleştirmeye çalışarak vahdeti sağlamayı hedeflese de sonucun hiç de öyle olmadığını, bilakis ümmette yeni parçalanmalara sebebiyet verdiğini güçlü argümanlarla ortaya koyması açısından Enbiya Yıldırım’ın Kur’an Bize Yeter Söylemi hem ikna edici hem de ufuk açıcı.
dunyabizim.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.