'Kavram İşgalinden Toprak İşgaline..'
Kendi yaratılışını bilmekten bile aciz bir varlık olarak, var oluşlar deryasında mütekebbir bir tavırdan berîdir. Kâinata doğru yahut yanlış kural ve kaideler koymayı “bilme”ye karşı bir hadsizlik bilir, mütevazıdır.
Yüz yıldan fazladır Müslümanların bilerek yahut farkında olmadan zihniyet işgaline boyun eğmiş olması, günümüz İslâm coğrafyası ve ikliminin duçar olduğu durumun başlıca sebebidir. Nedir bu zihniyet işgali? Kendine ait olmayan fikirler, kavramlar, dertler ve duygular, yani bütün bunlardan mülhem, yabancı bir dünyayı yaşamak ve anlatmak, tüm somut işgallerin ötesinde bir garabet ve zavallılıktır. Bu meseleye artık işin özünden bakmak icap ediyor. İnsanların kullandıkları kelime ve kavramlar onların dünyasını yansıtır. Duygu ve düşüncelerimiz öylesine zapt edilmiş durumda ki, “kendimiz” olabilmemiz için belki nesiller geçmesi gerekiyor. İşi kavramsal boyuta kadar indirip yeniden bir dil kurmamız gerek. Derdimizi ifade eden kelimeler bulmalı. Mesela, mütefekkir ile aydın kavramları arasındaki mânâ farkını anlamak ve yaptığımız tercihin bizim için basit bir kelime seçmekten öte bir anlam taşıdığını görmek gerekir. Bahsettiğimiz asla bir kelime/kavram ırkçılığı değildir ve aralarında tercih yaparken etimolojik bir fanatizm de değildir vurgulamak istediğimiz. Fakat eş anlamlılık iddiasıyla tuzağa düşürülerek zaman içerisinde önce avamın ve ardından havasın dilinden koparılan kelime ve kavramlar, yerlerine konulan kelimelerle anlamdaş olsalar da aynı anlama gelmezler. Çoğu zaman birbirinin yerini tutmazlar, birbirlerinin muadili değillerdir. Aydın ve mütefekkir kelimelerinde olduğu gibi…
İkisi de entelektüel insan karşılığında kullanılan “aydın” ve “mütefekkir” kelimelerini düşünürken hangi dilden geldiklerini bir kenara bırakıp ne anlam ifade ettiklerine yoğunlaşalım.
“Aydın” kelimesi, öğrenim görmüş, çok okumuş, kültürlü, bilgili, görgülü, ileri ve açık düşünceli gibi anlamlara gelir. Çerçevesini rasyonal bilimlerin çizdiği ölçüde sınırsız bir “bilme”yi kapsar. Bu “bilme” durumunun ahlâki, dini yahut herhangi başka toplumsal bir normu yoktur. Felsefesi bile matematiksel bir kesinliğe dayanırken, insan mantığının sınırları içerisinde kâinatı ve kurallarını materyalist bir düzlemde ele alır. İnsan mantığının almadığı hiçbir şey, düşünmeye değer bulunmaz. Somut, duygusuz ve küstahtır.
“Fikir” etmek kökünden türetilen “mütefekkir” ise daha en başta düşünme çerçevesi bakımından çok farklı bir mânâ içerir; insan mantığını değil, vahyi esas alan bir düzlemde düşünen bir zihniyeti ifade eder. Bu bakımdan düşünme ve öğrenme felsefesi matematiksel yahut mantıksal değil, taabbudîdir. Düşünmeyi bir yaratılış görevi olarak gören ve bu emre uymamaktan imtina eden mütefekkir için, düşünmek gerçeklere kişisel bir yorum katmak değil, gerçeği bulup saf haliyle aktarmaktır. Kendi yaratılışını bilmekten bile aciz bir varlık olarak, var oluşlar deryasında mütekebbir bir tavırdan berîdir. Kâinata doğru yahut yanlış kural ve kaideler koymayı “bilme”ye karşı bir hadsizlik bilir, mütevazıdır. Bilgisi sınırsız değildir, zira her zaman için bilemeyeceği şeyler olacağının farkında olarak, hep aciz olduğu “bilme”nin karşısında susuz ve mahcup bir öğrenci gibidir.
Bu meselenin kültürel zenginlikle ilişkisini düşünmeli şimdi. Bir toplumun gücü ve zenginliği kültürel mirasıyla ölçülür. Kültürel mirasın en önemli taşıyıcısı ise dil ve edebiyattır. İnsanoğlu dünyayı halef-selef ilişkisiyle öğrenen bir varlık olması hasebiyle bu mirasa muhtaçtır. Bu mirası kavrayabilmesi için öğrenmesi/öğretilmesi gereken insan, anadilin kısır bırakılarak kendi mirasını anlatamayacak bir “yabancı dil” haline gelmesi yüzünden genetik kodlarına aykırı bir duygusal ve düşünsel eğitime maruz kalır. Yüz yılı aşkın süredir yaşadığımız tam anlamıyla bir duygusal ve düşünsel yıkımdır. Daha elli yıl öncesinin metinlerini okuyup "hissedemeyen" bir toplumun bırakın düşünmeyi, gerçek duygular hissetmesi bile beklenemez.
İşin özü aidiyet algısında saklıdır ve aidiyetin ilk şartı ise sevgidir. Sevmediğiniz bir şeyle aitlik ilişkisi kurmanız mümkün değildir. Sevmek için ise bilmeniz gerekir. Sevgi yalnızca fıtrattan gelen insiyaki bir his değildir. Kendinize ait olarak gördüğünüz can/mal/aile sevgisi insani olmakla birlikte sevgi zincirinin en alt tabakalarını oluşturur. Sizi siz yapan hikmete, sahip olduğunuz malı hangi amaç için kullanacağınıza, ailenizi hangi idealle yaşatacağınıza dair bir fikriniz yoksa, bencil bir varlık olarak devasa kapital sanayi içerisinde bir somun parçası olmaktan öte anlamınız yok demektir.
Sevginin işgalle ilişkisi ise aslında çok nettir. Kendisine ait kelime, kavram ve duyguları (bilmediği için) sevmeyen/sevemeyen insanın dilini, edebiyatını, sanatını, kültürünü, toprağını ve coğrafyasını gerçekten sevmesi de mümkün değildir. Bu yüzden dil insanın namusudur. Çünkü dil ile kültürünü, kültür ile dinini (çünkü bizim kültürümüzü İslâm şekillendirmiştir) ve din ile de kendini ve kendine ait olan her şeyi namusun gibi koruma terbiyesine sahip çıkarsın. Şimdi bu düşünme melekelerimizi bile bize düşman olan gayrimüslim inanç ve kültürlerin öğretisi ve dogmalarına teslim edişimizin acı sonucunu açıkça tecrübe ediyoruz. Buna rağmen çözümün ne olduğu üzerine konuşan az sayıda münevver ve mütefekkir dışında binlerce “aydın”, hâlâ bizi yıkan değerler üzerinden güya çözüm arayışları üzerine konuşuyor. Bu toprakları nasıl düşmanca meydan okumalarla işgal etmedilerse, yeniden fikri ve fiili olarak fethetmek hamasetle olacak iş değildir.
Bu kavramsal ve dolayısıyla duygusal işgalin bir sonucu olarak Kudüs ve Mescid-i Aksa işgalinin gerçek sebebi üzerinde durmalı. Meselenin özü, açıkça itiraf etmeliyiz ki, Müslümanların inandığını iddia ettiği Allah ve Resulünün (sav) emaneti olarak bıraktığı Mescid-i Aksa’yı gerçekten sevmemesi ile ilgilidir. Kavramlarını, dilini ve kültürünü düşman kavimlere teslim ederek kiralık bir zihniyetle yaşar hale gelen ve hayatı temel ihtiyaçlar düzeyine indirgeyen toplulukların artık “uzaklarda bir yerde” kalan Mescid-i Aksa’yı canı, ailesi ve malı gibi aziz ve dokunulmaz görmemesi kaçınılmazdır. Ümmet olma bilincinden uzun zaman önce koparılan Müslüman yığınlar “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” Hadis-i Şerifinin de açıkça gösterdiği gibi suçu yöneticilerine atmakla vebalden kurtulabileceklerini zannetmesinler.
Bu zavallı tablodan kurtulmanın çaresi “muhabbet”te gizlidir. “Ey iman edenler, iman ediniz!” Âyet-i Kerimesi (Nisa/136) ile “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” Hadis-i Şerifini bu bağlamda düşündüğümüz zaman ümmet olarak birbirimizi, ayrı ayrı herbirimize ve toplu olarak hepimize ait olan şeyleri “gerçekten” sevmemiz ve dolayısıyla da namusumuz gibi sahip çıkmamız mümkün olabilir. Ve iman korku ve menfaat işi değil, bir sevgi ve muhabbet işidir. On dört asırdır inananları bir arada tutan o aziz bağı sevgi ve muhabbet oluşturuyordu, son asırda materyalist düşünceden devşirilen oryantalist bir inanç olan korku ve menfaat zinciri değil… Bu zinciri kırabilmenin yegâne yolu ise dünyayı yüzlerce yıl sevgi ve adaletle yöneten devlet geleneğimizin benimsediği tasavvuf ve tarikat yoludur. Müslüman devletlerin işgallere boyun eğmemesi için imanı bir aşk ve muhabbet mesabesinde algılaması ve fiili işgalden önce fikri işgali namus meselesi olarak görmesi gerekiyor. Devletleri bu minvalde yeniden şekillendirebilmek için ise toplumların köklerine doğru bir değişim geçirmesi gerekiyor. Bu dönüşüm, materyalist-duygusuz aydınlar eliyle değil, düşünmeyi bir ibadet olarak gören mütefekkirlerin çoğalması ve toplumu yönlendirmesiyle mümkün olabilecektir.
Özetle, toplumumuzun ibadet aşkıyla düşünen ve düşündüren mütefekkirleri pek az ve rasyonal-materyalist zihniyetle toplulukları duygusuz cesede dönüştüren aydınları pek çok olduğu müddetçe, toplu olarak dünya tarihinde bir karakter göstermemiz ve bireysel olarak da onurlu ve anlamlı bir hayat yaşamamamız mümkün değildir.
EMRE MİYASOĞLU
(Sebîlürreşad Mecmua, Ağustos 2017, sayı 1019.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.