Hıfzı Topuz: Bütün hayatım gazetecilikle geçti, romancılığı da sevdim

Hıfzı Topuz: Bütün hayatım gazetecilikle geçti, romancılığı da sevdim
Gazeteci, yazar Hıfzı Topuz, "UNESCO'dan sonra hayatım büsbütün değişti. UNESCO bana yeni ufuklar açtı. Bol bol geziye çıktık misyonla. Bir sene Afrika'da Kongo'da kaldım. 35 yaşındaydım. Birçok ülkeyi gezdim, gezmediğim yer kalmadı." dedi.

Hıfzı Topuz: Bütün hayatım gazetecilikle geçti, romancılığı da sevdim

Gazeteci, yazar Hıfzı Topuz, "UNESCO'dan sonra hayatım büsbütün değişti. UNESCO bana yeni ufuklar açtı. Bol bol geziye çıktık misyonla. Bir sene Afrika'da Kongo'da kaldım. 35 yaşındaydım. Birçok ülkeyi gezdim, gezmediğim yer kalmadı." dedi.

96 yıllık yaşamına 51 kitap sığdıran gazeteci, yazar Hıfzı Topuz, sabah uyanır uyanmaz kendini yazıya verdiğini belirterek, "Kahvaltı etmeden yazmak üzere masaya otururdum. Onu yıllarca sürdürdüm. Bütün romanlarımı o heyecanla yazdım." dedi.

"Meyyale", "Başın Öne Eğilmesin", "Taif'te Ölüm", "Gazi ve Fikriye", "Kara Afrika" kitaplarının da yazarı Topuz, yaşamını, Nazım Hikmet Ran, Abidin Dino, Fikret Mualla, Melih Cevdet Anday ve Sabahattin Ali ile dostluklarını AA muhabirine değerlendirdi.

"96 yıllık bir ömrün ilk sayfalarına bakacak olursak, Hıfzı Topuz kimdir? Nasıl bir çevrede doğdu, eğitim hayatı nasıldı? Okuma ve yazma serüveniniz nasıl başladı?"

Yazar Hıfzı Topuz: "Ben 1923 yılı 25 Ocak'ta Nişantaşı'nda Hasan Paşa Konağı'nda doğdum. Şimdi o konağın yerinde Hasan Hilmi Paşa Apartmanları var. O zaman bizim konak vardı. O konakta uzun yıllar oturdum. Şişli Terakki'nin anaokulu vardı, Konak'tan oraya yürüyerek gidiyordum yani. Ondan sonra Beyoğlu'na, daha sonra da Kadıköy'e taşındık. Kadıköy Yeldeğirmeni'nde St. Louis İlkokulu vardı. St. Joseph’in şubesiydi. Oraya, 3 sene devam ettim. O sınıfta beraber başladığımız 3 kişiyle, Galatasaray'ı beraber bitirdik. Yani papazlarda başladık, Galatasaray'ı beraber bitirdik. Biri Semavi Eyice, biri Süreyya Günay. Yani onlarla hayatımız beraber geçti. Süreyya Galatasaray'a müdür oldu, Paris’te talebe müfettişi oldu. Semavi de ünlü bir Bizans uzmanı oldu. Velhasıl 3 sene orada okudum. Ondan sonra babamın işi dolayısıyla bir sene Ankara'ya gittik. Ankara'da ilkokula gittim. Sonra geldim Galatasaray'a girdim 5. sınıfta. Ortaköy'deydi Galatasaray. O okulda çok anılarım vardı. Bir yığın fotoğraf var. Okul önünde rıhtım vardı. Rıhtımda oynarken bazen Atatürk yakından geçerdi motorla, koşardık alkışlardık. Yanında Afet Hanım ve Şükrü Kaya olurdu. Alkışlardık. Ondan sonra Beyoğlu'na geldim.

Lisede evvela Esat Mahmut Karakurt'tan Türkçe okudum. Romancıydı, çok sevdiğim bir adamdı. Bizi çok etkiledi. Sonra Halit Fahri (Ozansoy) geldi, şair. Ondan hiçbir şey öğrenmedik. Ondan sonra İsmail Hamit geldi. 4 sene onunla okuduk. Ondan divan edebiyatını, tanzimatı öğrendik. Ondan çok şey öğrendik. Kompozisyon yazılarında falan becerikliydim, başarılı oluyordum ve finale kalıyordum. Yazı yazmaya başladım o zamanlarda ama bir gazeteye girip çalışma imkanı yoktu. Yazar olmayı düşünüyordum yahut Dış İşleri'ne gireyim diyordum, ona da imkan yoktu. Oradan sonra Hukuk Fakültesine girdim ve bitirdim. Bitirdikten sonra avukatlık stajı yaptım ama avukatlık bana göre değildi. Akşam gazetesine girdim ve çalışmaya başladım. Avukatlığı falan bıraktım. 6 ay avukatlık yaptım, yetti. Hakimlerin karşısında sıra beklemek çok yorucu geldi bana. Ondan sonra 1947 sonunda yolumu seçmiş oldum."

"Romanlarım genelde biyografik romanlar"

"Bütün hayatım gazetecilikle geçti. Gazetecilikte Akşam'da evvela muhabirdim, sonra istihbarat şefi, ardından yazı işleri müdürü oldum. Yani her şeyden geçtim. Köşe yazarı oldum, dış politika yazıları yazdım. Çok sevdim gazeteciliği. Gazete satıldıktan sonra gazetenin yeni patronuyla anlaşamadık, ayrıldım. Bir sene işsiz kaldım. O ara bir burs buldum. Strazburg'da bir gazetecilik semineri düzenleniyordu. Üç aylık bir burs. Kalktım Strazburg'a gittim. Orada çevrem çok genişledi, birçok yabancı gazeteci tanıdım. Fransız gazetecileri, Amerikalıları tanıdım, çok ahbap edindim. Niyetim oradan UNESCO'ya girmekti ama kolay değildi. UNESCO'da bir ilan olduğunu öğrendim adaylığımı koydum. 'Uğraşma 80 aday var. O 80 adaydan bir kişi alınacak.' dediler. Ben kazandım. Ondan sonra hayatım büsbütün değişti. UNESCO bana yeni ufuklar açtı. Bol bol geziye çıktık misyonla. Bir sene Afrika'da Kongo'da kaldım. 35 yaşındaydım. Bana yeni ufuklar açtı UNESCO. Birçok ülkeyi gezdim, gezmediğim yer kalmadı. Hem Kara Afrika ülkeleri hem Latin Amerika hem Uzak Doğu Asya, her tarafı dolaştım ve çok insan tanıdım. UNESCO'dan 1983'te emekliye ayrıldım. 60 yaşını doldurmuştum. Ondan sonra yeni bir şey yapmam gerekiyordu, Basın (Yayın) Yüksekokulunda öğretmenliğe başladım. Gazetecilik öğrencileriyle dost oldum. Derken Eskişehir'de Anadolu Üniversitesinde ders vermeye başladım. Bir ara da Galatasaray'da ders verdim. Böylece gazetecilik eğitimini kendime meslek olarak seçtim. Yıllarca devam etti. Sonra ondan da biraz sıkıldım galiba ve roman yazmaya başladım."

"Roman yazma serüveniniz nasıl başladı?"

Hıfzı Topuz: "Ben büyük annemin annesi Meyyale Hanım'ın hayatını anlatıyordum her zaman. Herkes 'Bunu yazsana.' dedi. Ben de yazdım. Sonra 'Nereye bastıracağız?' dedim. Emre Kongar 'Bu kitabı ben Remzi’ye (Kitabevi) veririm, 4 baskı yapar, görürsün.' dedi. Kitap 38 baskı yaptı. Ondan sonra devamı geldi. Daha sonra Remzi'de yazdığım kitapların sayısı 31’i buldu. Başka yayınevlerinde de 15 vardı. 50'yi geçtim yani şimdi. Gazetecilikten romancılığa geçmem benim için bir merhale oldu. Romancılığı da çok sevdim. Hala devam ediyorum. En son kitabım da Melih Cevdet Anday. Romanlarım genelde biyografik romanlardı ve içinde kurmaca çok az oluyordu. Bazılarında yapıyordum ama az oluyordu. Kurmacaya ağırlık vermiyor, gerçeklerden pek uzaklaşmıyordum."

SORU: "Atatürk ile ilgili kitaplarınız da var. Mustafa Kemal Atatürk ile olan bağınızı biraz anlatır mısınız?"

Hıfzı Topuz: "Atatürk'e dair 4 kitap yazdım. Atatürk'ü gördüm tanıdım, çok sevdim. Ankara'da motosiklet geçişlerinde Atatürk geçiyor diye kenarda dururduk. Atatürk arabayla gelir, selam verirdi. Çok heyecanlanırdık. Cumhuriyet Bayramı'nın 10. yılında Atatürk'ü görmeye gittim. Doyamadım. Bir iki kere tribünlerin önünden geçtim Atatürk'ü göreceğim diye. Galatasaray'da okulun önünden geçerdi, orada görürdük. Haydarpaşa'ya geldiği zaman polisleri görürdük, 'Atatürk geliyor.' derdik ve beklerdik. Atatürk benim hayatımda çok önemli rol oynadı. Ben çok sevdim Atatürk'ü. Kumandanlığıyla hiç uğraşmadım. Benim alanım değil. Benim sevdiğim, insancıl bir Atatürk, herkesin düzeyine inen, herkesle dost olan, herkesi anlayan, devrimci bir Atatürk. Atatürk'ün en önemli tarafı bence, bilime inanması.

Atatürk son kez İstanbul'a geliyordu, hastaydı. Pendik'e gittik karşılamaya, Atatürk pencereye çıktı, biz de alkışladık. İndi, el sıkıştık. Sohbet değil ama bu kadar bir temasım oldu Atatürk ile."

"Yazmak çok zevkli bir iş"

"Günlük yaşamınızın ne kadarını yazmaya ve okumaya ayırıyorsunuz? Bir gününüz nasıl geçiyor?"

Hıfzı Topuz: "Sabahleyin kalkar kalkmaz kendimi hemen yazıya verirdim. Kahvaltı etmeden yazmak üzere masaya otururdum. Onu yıllarca sürdürdüm. Bütün romanlarımı o heyecanla yazdım. Şimdi biraz geç kalkıyorum. Onun için o heyecanla masaya oturamıyorum. Bazen hiç uyku tutmuyor, uyuyamıyorum. O felaket bir şey oluyor. Normal olarak 8 saat uyuyorum. (Yazmaktan) Hiç bıkmıyorum. Bazen yazmaya oturduğum zaman, saate falan bakmıyorum, akşam olmuş karım beni yemeğe çağırıyor, öyle kalkıyorum. Hiç farkına varmıyorum. Yazı beni öyle sürüklüyor ki hiç farkına varmıyorum. Çok zevkli bir iş."

"Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Abidin Dino'nun da aralarında olduğu çok sayıda şair, yazar, ressam sanat insanlarıyla dostluklar kurdunuz. Sizin hafızanızda unutamayacağınız kimler var ve kimler hangi özellikleriyle sizi etkiledi?"

Hıfzı Topuz: "Evvela Nazım Hikmet'ten başlayayım. Nazım'ın elbette çocukken şiirlerini biliyordum. Yasaklandı, şiirlerini okurduk. Vala Nurettin hapishaneye onu ziyarete gidiyordu. Gittiği zaman onun şiirlerini getiriyordu. 'Aman çocuklar bunu kimseye göstermeyin.' diye evde okuyordu. Not ediyorduk. Müthiş bir hayranlığım vardı. Nazım hapisten çıktı, Vala'nın evinde kaldı. Ben o zamanlar yedek subaydım, göremedim ama çıktıktan sonra Türkiye'ye yerleşmek niyetindeydi. Kadıköy'de bir ev tuttu, Münevver’le beraber oturacaklardı. O zaman göremedim kendisini. Hiç münasebetimiz yoktu. Zaten Vala Bey de bizi pek Nazım'la tanıştırmak istemiyordu. Olay çıkar diye çekiniyordu. Türkiye'deyken Nazım'ı tanımadım. Benim Paris'e gittiğim sıralarda onun Fransızca bir kitabı çıktı, bir telif ücreti vardı. Onun yakın arkadaşı Abidin (Dino) bana dedi ki, 'Sen bunu yayınevinden al Nazım'ın karısı Münevver'e ver'. Ben de öyle yaptım, Nazım'n parasını yolladım. Nazım telif ücretini nakletmede aracı olduğumu biliyordu. Sonra Paris'e geldi. Nazım, Abidin’le beraberdi. (Abidin) 'Sizi tanıştıracağım. O da seni merak ediyor.' dedi. Buluştuk. Paris'te Saint Germain de Priere'de bir otelde kalıyordu. Otelin lobisinde oturuyorlardı. Nazım çakı gibi bir adam, gayet şık giyinmiş. Kalktık kucaklaştık, kırk yıllık dost gibi. Dostluğumuz başladı. Abidin, 'Nazım'ı UNESCO'ya götür, gezdir. Sen meşgul ol.' dedi. Ondan sonra kaç gün Nazım'la beraber olduk. Nazım, o ara Küba'ya gitti, geldi. Yeniden görüştük. Bana Che Guavera'yı, Castro'yu anlattı. Bütün bunları yaşadık Nazım'la. Nazım'ın sesini banda almak istedim, 'Gel al.' dedi. Otele gittim, sesini banda aldım. O muazzam bir belge oldu benim hayatımda. Onu yayınladık.

Nazım benim hayatımda çok önemli rol oynadı. Çok sıcak dostluğumuz oldu. Hem giderken hem gelirken konuştuk ve sesini de banda aldım bana 'Saçları Saman Sarısı' şiirini okudu. Sonra Havana röportajını okudu. Sonradan bazı şeyleri değiştirdi ama bende orijinalleri var. Çok tatlı, çok kıymetli şeyler."

"Abidin Dino herkesin yardımına koşardı"

"Abidin (Dino) ile dostluğumuz şöyle başladı. Ben Paris'e gitmeden evvel 1952'de Rasih’in (Nuri İleri) evinde Abidin’i tanıdım. Ablasının oğluydu, bizi o tanıştırdı. Sonra Abidin'le Paris'te buluştuk. Dostluğumuz ölene kadar devam etti. Abidin çok açık bir insandı. Bütün sevdiklerine yardım eder, herkesin yardımına koşardı. Kimseden çekinmezdi. Gizli bir şeyi yoktu. Her şeyi rahat rahat anlatırdı. Öyle varlıklı bir insan değildi. Bazen öğlenleri bana yemeğe gelirdi. Beraber yemek yerdik. Bazen ben ona giderdim. Bir biftek alır onu beraber yerdik. Böyle unutulmaz anılarımız vardı. Eve kim gelse Abidin'i de çağırırdım tanışsın diye. Abidin'i görünce şaşarlardı, bu nasıl komünist diye. Zekeriya Sertel Bey de öyleydi. Paris’e geldi. Kendi ahbaplarından kimse yoktu, Paris'e geldiği zaman. Bana telefon etti, 'Sizi görmemi tavsiye ettiler.' dedi. Dostluğumuz böyle başladı. Ölümüne kadar çok yakın dosttuk. Onu da her fırsatta eve çağırırdım. Evdeki yemeklerde Zekeriya Bey'i tanıyanlar çok hayret ederdi. Zekeriya Bey'i kızıl komünist olarak tanıyorlardı. Komünist olan karısı Sabiha Hanım'dı. Zekeriya Beyin komünistliği yoktu. Sosyalistti. İnanmış değildi bu işlere ama karısının yüzünden angaje olmuştu. Bakü'de oturuyordu. Karısı ölünce o da Paris'e düştü. Ölümüne kadar dostluğumuz devam etti, çok sıcak tatlı bir adamdı."

"Fikret Mualla ile ilk karşılaşmanız nasıl oldu ve dostluğunuz nasıl gelişti?"

Hıfzı Topuz: "1952'de Paris'e ilk gittiğim zaman ressamlar dizisi yapmak niyetindeydim, gazeteci olarak. Avni Arbaş benim yakın arkadaşımdı. Ona söyledim, adresini verdi. 'Ama gazetecilerden hoşlanmaz, seni kovabilir, yadırgama.' dedi. Gittim 'Ben Hıfzı' dedim. Beni kabul etti. 'Niye içeri girmiyorsunuz?' dedi, içeri girdim. İçeride bir oda, odanın içinde bir masa, masanın üzerine bir iki elma koymuş, onun resimlerini yapıyor. Çalışıyor, boyaları falan duruyor. Sonra ahbap olduk. 'Benden bir resim al.' dedi. 'Buraya bursla geldim, param yok.' dedim. 'Kaç paran var?' dedi. '10 Frankım var.' dedim. Aldı bir resim seçti ve onu bana verdi. 'Olmaz, bu resim çok kıymetli bir resim.' dedim. 'Hayır, bunu ben size veriyorum.' dedi. O resim hala bende duruyor. Çok sevdiğim bir resim. Böyle başladı ahbaplığımız.

Ben ayrıldıktan sonra mektuplaştık. Bana her gittiğim yerden mektuplar yazardı, onları sakladım. Çok güzel bir koleksiyonum oldu. O zaman da bir iki resmini almış oldum. Ölümüne kadar devam etti.

'Ben hastaneye girersem çıkamam orada ölürüm. Bırak ben burada öleyim.' dedi. Hastaneye gitmeyi reddetti. Sonunda hastanelik oldu ama oradan da ölüsü çıktı. O zaman bilen yoktu Fikret'in kim olduğunu. Vietnamlı bir kadın mezarını buluyor. 'Fikret Mualla' diye yazıyor kalp şeklindeki bir taşa. Götürüp mezarına koyuyor. Ondan sonra mezar buraya nakledildi, taşı orada bırakmışlar. O kadın yine o taşı almış, Abidin'e vermiş. Abidin de bana verdi o mezar taşını. Benim evimde durdu uzun yıllar. Sonra ben onu Gazeteciler Cemiyetine hediye ettim. O taş orada duruyor şimdi. Böyle uzun bir dostluğumuz oldu Fikret'le."

"Sabahattin Ali ile tanışmanız nasıl oldu, hangi yönleriyle sizin için önemli oldu?"

Hıfzı Topuz: "Sabahattin Ali'yle uzun dostluğumuz olmadı. Bir gün Nişantaşı'nda Rasih Nuri İleri'ye rastladım. Rasih, Abidin'in ablasının oğluydu, benim de çok yakın arkadaşımdı. 'Bu akşam eve gel, sana bir sürprizim var.' dedi. Gittim, bir süre sonra eve bir misafir geldi. Deri ceket, deri meşin bir kasket falan. Herkes ona 'bibi' diyor. Meğer Sabahattin kaçmış, orada gizleniyormuş. Ondan sonra müthiş kaynaştık. Sofraya oturduk, 4 saat Sabahattin durmadan konuştu. Anılarını anlattı, onları unutamam yani. Ama o zaman onları yazmak söz konusu değildi. Ben Akşam'da çalışmaya başlamıştım, daha yeniydim."

"Melih Cevdet Anday ile dostluğunuzu anlatır mısınız?"

Hıfzı Topuz: "Melih benim çok yakın arkadaşımdı. Tam 27 yıl sürdü bu dostluğumuz Melih'le. Melih'i bana Vala Nurettin tanıttı. İşsizdi, İstanbul’a gelmişti. Vala, 'Bu çocuğa bir iş bulalım. Bir şeyler yapsın.' dedi. Ben yazı işlerine falan bakıyordum, Bir otoritem vardı gazetede, Vala da köşe yazarıydı. Melih'e dışarıdan röportajlar yaptırmaya başladım. Sonra kitap sayfası diye bir sayfa yaptırdım gazetede. Melih'e bıraktım bunu. Melih 'Ömür Boyu Kitap' sayfasını yaptı. O ara Melih'in bütün arkadaşları gazeteye gelip gidiyordu. Sonra Melih'e bir sabotaj oldu gazetede. Çalışmasını engellediler, baltaladılar. Necdet diye bir adam vardı, patronun damadıydı. Futbolcuydu, kaleciydi. Gazeteye bir ara hakim oldu. Melih'i de gazeteye sokmama kararı aldı. Melih artık başka işler bulmuştu. Gazete dışında yaşayabilecek hale gelmişti. Konservatuvarda öğretmen oldu. Başka yerlere yazı yazıyor, ders veriyordu ve kendini kurtarmıştı. Onunla uzun süre mektuplaştık ben Paris’teyken. O bana yazıyordu, ben ona yazıyordum. Onun yazdıklarını saklıyordum. Melih'in mektupları ölümünden sonra elime geçti. Hepsini aldım, değerlendirdim ve Melih kitabını öyle çıkardım. 110 mektubu vardı. Kitap ortaya çıktı."

"Cep telefonunun esiri olmuyorum"

"Cep telefonunuz yok değil mi?"

Hıfzı Topuz: "Ben cep telefonu kullanmayacağım, dedim çünkü görüyorum herkes hastası oluyor, elinden düşmüyor. Başka iş yapmıyorlar, elleri telefonda. Cep telefonu çok yararlı bir şey ama (eşi) Ayşe'nin telefonunu kendi aramalarımı yapmak için kullanıyorum. Şunu bul diyorum, buluyor veya sekreterim Meltem var, ona söylüyorum. Ben cep telefonunun esiri olmuyorum, nimetlerinden yararlanıyorum. Yani ben sömürüyorum cep telefonunu."

"Yazılarınızı kalemle deftere mi yoksa bilgisayarda mı yazıyorsunuz?"

Hıfzı Topuz: "Ben kalemle yazarım. Ondan sonra sekreterime okurum, o bilgisayara geçirir."

"Afrika'da eski sömürgecilerin yerini kısmen yeni burjuvazi aldı"

"Bir taraftan Afrika, bir taraftan Paris yaşamınızın iki önemli şehri olarak göze çarpıyor. Bugün hala yoklukla mücadele içinde olan Afrika'da 1970'li yıllarda gördüğünüz sorunlarda bir yol kat edildi mi?"

Hıfzı Topuz: "Afrika'ya galiba ilk 1961-1962'de gittim. Orada gazetecilik eğitimi diye bir konferans yapılıyordu. Bütün gazetecilik okullarının temsilcileri çağrıldı. Genel müdür yardımcısı beni aldı, beraber gittik Senegal'e. Beni çok büyüledi Afrika. Orada gördüğüm maskeler, heykeller ilgimi çekti. Koleksiyon yapmaya, toplamaya başladım. Senegal'de dostlar edindim, öğrencilerim oldu. Her sene, belki de bazen senede iki defa Senegal'e gittim, UNESCO görevlisi olarak. Orada bir bölgesel merkez açtık. O merkezin toplantıları yapılıyordu. Onları yönetmeye yine ben gidiyordum. Böylece bir ayağım Dakar'da oluyordu. Kongo yeni bağımsız olmuştu. Bizden ekipler, misyonerler gitmişti. Kongo'da 4 kişilik bir iletişim ekibi istediler. Başkasını da gönderebilirdim. Kendim gitmeye aday oldum. Kalktım o 4 kişinin biri ben oldum, Kongo’ya gittim. Bir sene orada kaldım. Kongolularla çok ahbap oldum. Öğrencilerim çok oldu, onları çok sevdim. Orada tek gazeteci yoktu, gazeteci yetiştirdik.

Ben Afrika'ya gittiğim senelerde otellerde yalnız yabancılar vardı, Afrikalı yoktu. Yalnız yabancıların otomobili vardı. En son 5 sene önce gittim, bütün oteller Afrikalı doluydu. Yollarda hep Afrikalılar arabalarla dolaşıyordu. O zaman yoktu böyle bir şey. Ama ne var, şehirden çıkıyorsun, sefalet yine aynı sefalet. Yine insanlar çamurda yatıp kalkıyor. Aynı sefaleti yaşıyorsun ama bir burjuvazi yetişti Afrika'da. Bütün merkezlerde, şehirlerde bir burjuva takımı var. İş birlikçi takım bunlar. Eski sömürgecilerle Amerika'yla gayet yakın ilişki içindeler. Onun için eski sömürgecilerin yerini kısmen yeni burjuvazi aldı."

"Dijitalleşmenin edebiyata etkisi nedir? İyi ve kötü yanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dijital dünya, genç yazarlara nasıl imkanlar sunuyor?"

Hıfzı Topuz: "Sosyal medya ayrı ama onun tuttuğu kanısında değilim bilmiyorum ben. Vallahi bilmiyorum. Öyle kitap da görmedim ben."

"Yurt dışından bir dostunuz geldi ve 24 saatiniz var. İstanbul’dan hangi izlenimlerle ayrılmasını isterdiniz, nerelere giderdiniz, kimlerle görüştürür, neler izletir, neler dinletirdiniz?"

Hıfzı Topuz: "Bir defa Boğaz'ı göstermek isterim. 24 saatte ancak İstanbul'u gösteririm. Ondan sonra Kapalıçarşı'ya götürmek isterim. Mısır Çarşısı'nı görsün isterim. Buralar benim için çok tipik yerler."

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.