Hayri Bostan: Mustafa Abiye Mektup
Ben de seni rahatlatmak için bazı şeyler söyledim. Biraz fazla rahatlatmış olmalıyım ki,”hoca!Canın çekiyor galiba.İstersen sana da bir kadeh doldurayım” demiştin.
Sevgili Mustafa ağabeyciğim.
Çok doluyum. Ne yazacağımı, nasıl yazacağımı, ne kadar yazabileceğimi bilemiyorum. Ama yazmadan da yapamıyorum. İçimi dökmek istiyorum. Herkes ağladı, boşaldı. Ben doya doya ağlayamadım ardından. Çünkü yıkanmanda bulunduğum halde, başını iki elimin arasında tutarak yıkayıcıya yardım ettiğim halde öldüğüne bir türlü inanamıyorum. Güzel evinin önünde soğuk yüzüne baktığım halde ve defalarca baktığım halde öldüğünü bir türlü kabullenemedim. Bu arada imamın ağzına-burnuna kapadığı pamuğu da rica etmeme rağmen o kırk yıllık arkadaşını ikna ederek aldıramadım. Eğer cansız yüzünü göreceksek istedim ki şöyle tam görelim. O muhteşem burnunla, bıyıklarınla, düzgün çenenle, birkaç günlük sakalınla. Ama olmadı, adam kabul etmedi. Doğrusu seni de çok sevdiği her halinden belliydi. Sızım sızım ağlıyordu. İki gözü iki çeşme. Yıkanırken de bir İlker vardı başında bir de o uzun boylu adam. Kızarmış ve yaşlar sızan gözlerle ağlıyordu. Evin önünde de o vardı başından aşağıya duran, öncelikle. Sonra da her yerde ve her an yanında olan, yardımında olan oğlun İlker. Onun yanında da İlker’in bacanağı vardı… Ve ötekiler… Herkes ağlıyordu, herkes birbirini yatıştırmaya çalışıyordu. Ben de, sanki göz pınarlarım kurumuştu. Sanki beynim uyuşmuştu. Sanki her şey bir rüyaydı ve birazdan uyanacak, rahatlayacaktım. Ama bu rüya bir türlü bitmiyordu Mustafa Abi.
Sevgili Mustafa Abi. Ne kadar sevenin varmış. Ne kadar dostların varmış meğer. Tahmin ediyorduk da bu kadarını kimse tahmin edemezdi. Trabzon’dan gelmişlerdi akrabalarımız. Hepsi feryat figan! Sanki ölüm bir tek sana gelmişti. Sanki kötü piyango sana vurmuştu. İçimizdeki bence en insana, en iyi insan. İnsanları incitmemeye çok özen gösteren, herkesi adeta sırtında taşımayı görev bilmiş güzel insan. Biraz da ahmak insan. Ne vardı kendini bu kadar feda edecek, bu kadar kendini başkaları için adayacak. Birazcık da kendini düşünebilseydin keşke.
Sevgili Mustafa Abi.1972’nin 23 Nisanında Trabzon’dan gelmiştik İzmit’e. Siz daha iki iki buçuk yıllık evliydiniz. Emel Yengemle çekilmiş düğün fotoğraflarınız vardı duvarlarda, sehpalarda. Hepsi siyah-beyazdı. Renkli resim henüz yoktu o zamanlar. Emel Yengem ne kadar güzeldi, sen ne kadar yakışıklıydın! Ve O hep güzel kaldı, sen de hep yakışıklı. Bu, gerçekten kıskanılacak bir durumdu doğrusu!
İlk tavlayı seninle oynamıştım. Sıkılmış olmalısın benimle oynamaktan. Çünkü bana göre çok ustaydın sen. Ama laf aramızda, son oynadığımız tavlada ben yenmiştim seni nasıl olduysa. Sizin evde oynamıştık. Bizi davet etmiştiniz Emel Yengemle. Daha önceleri bir akşam bize gelmiştiniz hani. Resimler çekmiştim o akşam dijital fotoğraf makinesiyle.
Ne iyi etmişim o resimleri çekmekle. O zamanlar bu uğursuz hastalıktan eser yoktu ya, öylesine çekmiştim. Sonra o uğursuz hastalık çıkınca ortaya, sana hissettirmemeye çalışıyordum ama içimi derin bir korku hep kemiriyordu. Herkesin içini kemirdiği gibi. Bir yandan da iyileşeceğine inancım tamdı. Ama gene de korkuyordu insan. Emel Yenge de korkuyordu, İlker de korkuyordu. Trabzon’dan gelen Fatma gizli gizli hep ağlıyordu. Öleceğini aklımızdan geçirmeye bile korkuyorduk. Hani sanki içimizden geçirirsek aklımıza gelen başımıza gelir gibi bir korkuyla kötü olasılıkları hatırımızdan uzak tutmaya çalışıyorduk.
Hiç samimi olamadık aslında seninle. Hep sen yukarılarda bir “ağabey” konumunda, bizse hep “sonradan yetme”ydik sanırım. Ben bunu hep yıkmaya çalışıyordum ama konuşmalarımızda hep bir ciddiyet ve resmiyet gözetiyordun aslında. Ama çok tatlı sohbetlerimiz olurdu. Hiç bitmesini istemediğim, hiç sonlandıramadığımız tartışmalarımız ve sohbetlerimiz. Ama birbirimize öyle “dikine” bir savunma halinden hep sakınıyorduk sanırım.
Tanıdığım bütün insanlar içersinde bana en çok değer veren, saygı duyan biri oldun. Düğünümüzde, bayramlarımızda, acı-tatlı her günümüzde hep yanımızda oldun. Hiç bir zaman eli boş gelmedin. Her zaman “yolunu” yaptın, en iyi şekilde. Kimse senin eline su dökemezdi bu konularda da. Depremden sonra babamlar için yaptığımız gecekondu kulübenin döşemesini yapmayı üslenmiştin. Sanat okulundan kalma ustalığını tüm özen ve dikkatinle göstermiştin hani.
Seni anlatmak sanırım sayfalara sığmayacak. Nasıl özetleyeceğimi, seni nasıl anlatacağımı bilemiyorum.
Ben “hoca”ydım senin için. Karşılaştığımız tüm yakınlarına sitayişle tanıtırdın beni hep. Ben de bana uymayan yönlerinden ötürü aramıza bir mesafe girmemesi için çaba harcıyordum. Bir akşam habersiz evinize gelmiş, sofraya rastlamıştım. Sanıyorum benim yüzümden rakı içtiğini gizlemeyi samimiyetsizlik, belki ikiyüzlülük gördüğün için şişeyi ve kadehi kaldırmamıştın ama benden de biraz çekiniyor, rahatsız oluyordun. Ben de seni rahatlatmak için bazı şeyler söyledim. Biraz fazla rahatlatmış olmalıyım ki, ”hoca! Canın çekiyor galiba. İstersen sana da bir kadeh doldurayım” demiştin.
Camiye kokan kirli çoraplarla gidenlere, kötü ezan okuyanlara, abuk sabuk konulara giren hocalara kızıyordun haklı olarak ve Cuma namazını evde kılmaya kalkmıştın! Bunun fetvasını da bana sormuştun.)Ben de sana, ”öyle olmaz. Cuma namazı camide kılınmak zorunda. İyisi mi, sen yanına bir seccade al ve kıldığın yere ser, öyle kıl” demiştim.
Dini konulardaki arayışların, sorgulayıcı tutumun hep hoşuma gitmiştir. Rabbim seni cennetinin en güzel yerine nasip etsin inşallah. Çünkü sen insanlara karşı çok naziktin. Kul hakkını gözetirdin. İyilik yapmayı çok severdin. Ailenin ve akrabalarının adeta hamalıydın. Kimseye elin boş gitmezdin. Her yerde ve her zaman masrafları karşılamak için adeta yarışırdın. Bunu kendi görevin bilirdin zaten.”El-insan abidu’l-ihsan-İnsan iyiliğin kölesidir” özdeyişinin en güzel örneği senin yaşamında vardı. Seni biraz da onun için herkes çok seviyordu.
Bana göre Emel yengemle muhteşem bir ikili oluşturuyordunuz. Bir birinize de çok yakışıyordunuz. Zaten birbirine çok yakışan fazla kişi tanımıyorum ben. Bir siz, bir de bizim Karauşak emice ile Emine abla. Onlar “tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” cinsinden. Sizin evliliğinizde aşk daha çok olduğundan, o ölçüde de kıskançlık ve kıskançlıktan mütevellit sorunlar yaşandı; ama bunlar da mutlu beraberliğinizin tuzu-biberiydi bence.
Küçücük yaşlarından beri tanıdığım Elif ve İlker gibi iki nur topu çocuğunuz vardı. Bu, iki çocuğu öneren ve bunların birini kız, ötekini erkek yapanlara oldum olası hem imrenir, hem de şaşarım. Bunu nasıl başarırlar bilemiyorum. Gözlerinden zekâ fışkıran iki çocuk. Demokratik bir aile, herkes söz sahibi, çocuklar daha çok söz sahibi.
Küçücük yemek tencereleriniz olurdu hep. Rahmetli babamın deyişiyle bizim bir çorba tabağımız kadar yemek tencereleriniz vardı. Düzenli, dengeli, bilinçli bir beslenme alışkanlığınız vardı. Keşke bu karizmatik beslenme bilinciniz içki ve sigaraya karşı bir korunma sağlayabilseydi de aramızda daha fazla yaşasaydın. Ben senin rahatsızlığının ana nedeninin içki ve sigara olduğunu sanıyor ve üzülüyorum.
Sana karşı her zaman temkinli olmak zorunda hissettim kendimi. Bir süi edebde bulunmamak, bir kabalık etmemek için çok çaba harcardım. Ama bunu ne kadar başardım bilemiyorum. Hani sakınan göze çöp batar derler ya. İnsan çok sakınınca daha çok hata yapıyor. Umarım beni affetmişsindir. Umarım hakkını helal etmişsindir sevgili Mustafa ağabeyciğim.
Ben ilahiyatçı olmam hasebiyle İlker’le daha iyi anlaşabileceğim sanılabilir. Ama seninle sardırdığımız o güzel tartışmaları, o hırslı ve iştahlı sohbetleri başka hiç kimseyle yapabileceğimi sanmıyorum.
Tembel ve miskin bir emekli hiç olmadın sen. Evine, bahçene çok iyi bakıyordun. Öğleden sonraları da kahvede olurdun. Size geldiğimde ilk başvuracağım adres hep orasıydı. Kapıdan girişte solda, köşedeki masa. Eğer oradaysanız alacağım güzel bir çay hep vardı.
Yaşar Nuri Hoca’yı nasıl da okuyordun öyle. Satırları çize çize. Kenarlara notlar düşe düşe. Geç başladın ama arayı kapatmak, açıklarını örtmek için canla başla okuyordun.”Kara Elbisedeki Lekeler” ilk çıktığında İzmit’e geldiğimde sana bir tane imzalamış ve büyük bir heyecanla götürmüştüm. Ama evde yoktunuz, kitabı kapıya sıkıştırmış, dönmüştüm. Okuyup okumadığını hala bilmiyorum, ama okuduğunu umuyorum. Okumuş ve beğenmiş olmanı çok önemsiyordum.
Ah! Mustafa ağabeyciğim. Ölümle dalga geçerdin hep. Ti’ye alırdın ölümü. Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” derdin. Hastalığın ilerledikçe ölümle son derece barışık bir tutum sergiledin. Hiç korkmadın ölümden. Kabullendin. Tedbirlerini aldın. Kefenini aldın. Telefon edilecek kimseleri tek tek yazdın. Senin bu ölümle kafa bulman beni şaşırtıyordu. Teselli etmeyi terbiyesizlik görüyordum seni. Sen kandırılacak bir çocuk değildin. Rahmetli ağabeyin Kâtip’in serüvenini çok iyi biliyordun ve “sıranın sende olduğunu” biliyordun adeta.
Sevgili Mustafa Abim. Herkes sana çok ağladı. Ben de ağladım, âmâ onlar kadar ağlayamadım. Bana “ölüm” gerçeğini en soğuk, en acımasız, en etkileyici biçimiyle sen yaşattın. Ama öldüğüne hala bir türlü tam anlamıyla inanamıyorum. Yıkanışında bulunduğum halde, cansız başını ellerimin arasında tuttuğum hale. Cesedin de o kadar canlıydı ki, sanki sadece uyuyordun ha. Senin ölümün bana yavaş yavaş koyuyor Mustafa Abi. Gazeteye ölüm haberini yapmaya gittim. Resmini ve bilgilerini verdim. Mavi Kocaeli’nin her gün gördüğümüz “ölenler” bölümünde senin resmin çıkmıştı cenaze günü. Sanki her şey bir şakaydı, bir oyundu sanki bütün bunlar.
Tekrar tekrar sana ve seninle çektiğim resimlere bakıyorum şimdi. Ne iyi etmişim de çekmişim o resimleri. Keşke kamerayla hareketli ve sesli de çekseydik. Böyle yapacağını nerden bilebilirdim? Yoksa mutlaka yapardım. Âmâ inan ki hayalimizde hep capcanlı, dipdiri, şakacı, ağırdan alan konuşmalarınla, hayat dolu yüz ifadenle hep yaşayacaksın. Seni anılarımızda yaşatacağız. Ölüm yok olmak değil Mustafa abi. Bak, bunun böyle olmasına ne kadar muhtacız. Yoksa her şey burada, boş bir rüya gibi biterdi. Şimdi ise, olan ne ki? Sen daha önce gönderdiğimiz yakınlarımıza, dostlarımıza kavuştun. Yoksul bir dul kadın olan sevgili annen, ta Trabzonlardan seni İzmitlere getirip, okuttu. O sana baktı, sen O’na. Annen. Hep “Ali dayı” diye çağırdığın, bayramda seyranda ‘yakın akrabamız’ diye mutlaka ziyaret ettiğin rahmetli babam, tedavisi süresince bütün acılarına ortak olduğun Kâtip Abin… Başeloğun Yusuf Aga… Emine halam… Depremde ölen kardeşim Halil, eşi Emine, kızları Esma… Ve daha nicelerine kavuştun. Biz de ardınızdan geleceğiz. Mevlana Celaleddin Rumi’nin ölüm yıl dönümüne yakın bir tarihte terk-i diyar ettin. Biliyorsun, o ölümünü “şeb-i arus” diye vasıflandırmıştı. Yani ‘sevgiliye kavuşma gecesi’, düğün gecesi. Bir insanın hayatında olabilecek en mutlu gece. Sen de bir Aralık gecesi ruhunu teslim ettin.(8 Aralık 2003 Pazartesi)Yani bedenini terk ettin ve gittin ebediyetler âlemine. Oralarda mutlu olmanı umarım, insanlara karşı merhamet dolu kalbin, kul hakkına titiz kişiliğin seni öteki günahlardan da arındıracak ve inanıyorum ki kendini çok cennetlik sananlardan daha önce cennete gideceksin. Hatırlarsan buna benzer bir şeyi senin de çok sevdiğin Zeki Müren için söylüyordum. Buna inancım çok kuvvetli benim. Adam olmak zor iş be Mustafa Abi. Benim bildiğim Mustafa Abim “adam gibi adam”dı.
Onu diyordum Mustafa abi. Ben sana değil de Emel Yengeme daha çok üzülüyorum. Rabbim O’na da sabır ve metanet versin. O şimdi yalnız kaldı. İyi ki Eren var yani ha. Artık o ona arkadaş-ayaktaş olur. Zaten koskoca delikanlı oldu. Boşuna mı yetiştirdiniz torununuzu. İlker’e de, Elif’e de sabır ve metanet diliyorum elbet. Ona bakarsan ablalarına, yeğenlerine, en çok da “Karauşak Emice”ye, herkese. Benim demek istediğim, bütün bunların içinde en zor da Emel yenge için oldu. Allah O’na da metanet verecektir. Bunlar, sen de biliyorsun ki hayatın cilveleri. Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler”
Sevgili Mustafa ağabeyciğim. Biliyorsun ki ben seninle sohbet etmeye doyamam. Akşam namazı geçiyor. Pazartesi yapacağım sınavların sorularını da hazırlamam lazım. Mezarına hep geleceğim, hiç merak etme dibine gömülmeyi vasiyet ettiğin kavak ağacı var ya. Diyorum ki onu oradan koparsak da oraya bir servi ya da çam ağacı diksek. Bu kavak ağacı iyi bir ağaç değildir, biliyorsun. Hem senin başına servi yakışır. Servi güzelliklerin sembolü bir ağaçtır. Hani Fuzuli’nin Su Kasidesinde de geçiyor ya. Neyse. İlker’e söyledim. Belki yapar. Hadi hoşça
Kal. Sakın korkma oralarda. Oralarda yalnız değilsin. Bütün peygamberler, evliyalar, şehitler, âlimler, zahitler hep ordalar. Ötekiler de var tabii. Ama onları boş ver.
Yahu! Ne zamandır söyleyeceğim de bir türlü söyleyemiyorum. Hani benim genç bir arkadaşım vardı. Metin Pay. Bir akşam Özdilek’te oturmuş sohbet etmiştik. Konumuz da felsefeydi, hatırladın mı? O akşam orada çok ciddi konular konuşuyorduk ya. Senin kafan da biraz kıyaktı hani. İşte orada benim gözüm gidip gidip senin bıyıklarında öyle dikilmiş duran bir kıla takılmıştı.:))Metin felsefi konular serdediyor, sen ona laf yetiştirmeye çalışıyordun. Ben de katılıyordum sohbete de, benim gözüm hep o kıla takılıyordu. Bir makas bulsam ve o kılı kesiverseydim, ya da bir cımbızla koparıversem nasıl da rahatlayacaktım! Sen belki de hiç farkında değilsin ha!...
Neyse. Anlatacak daha çok şey var da, birden olmuyor. Laf lafı açıyor ve vakit geçiyor. Hadi bana müsaade. Görüşmek üzere diyelim. Sana hep geleceğim. Rahmetli annene hep giderdim, annemi babamı götürürdüm. Şimdi orada biraz daha kalabalıklaştınız ya, bir taşla iki kuş yani. Gelmişken hem seni, hem Ayşe Hala’yı, hem de Hanife Abla’yı ziyaret etmiş olacağız. Seni çok seviyorduk. Şimdi daha da çok seviyoruz.”Kişi sevdiğiyle beraberdir” İnşallah cennette de beraber oluruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.