Hayri Bostan: 'Kendin olmanın bir ödülü yoktur, bedeli vardır..'
Bir kanaldan bilgilenenler, enforme olanlar kendileri dışında olanlara karşı son derece fanatik tarzlarda saldırıya geçiyorlar. Tekfir ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlar. Sonuç olarak da ortada karşılıklı bir çamur yağmuru oluşuyor. Bundan da herkes nasipleniyor, zarar görüyor.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak en çok bizde görülen bir durumdur. Kur’an-ı Kerim’de:
الَّذِينَ” يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ ۚ أُولَٰئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ ۖ وَأُولَٰئِكَ هُمْ أُولُو الْأَلْبَابِ -O kimseler ki sözü dikkatle dinlerler, sonra onun en güzeline tâbi olurlar. İşte onlar o kimselerdir ki, onları Allah hidayete erdirmiştir. Ve işte selim akıllara sahip olanlar da ancak onlardır.” (Zümer, 18) buyruluyor.
Özellikle son zamanlarda ülkemizde korkunç bir durum gelişti. Belli kanaat önderleri ya da kendilerini kanaat önderi olarak görenler sivriliyorlar. Bunlar araştırıyorlar, inceliyorlar, kafa patlatıyorlar ve kanaatlerini çeşitli yollarla insanlarla paylaşmaya çalışıyorlar. Bu görüşlere muhatap olanlar da ya beğeniyorlar ve o insanları sevmeye, onları izlemeye başlıyorlar. Veya beğenmiyorlar ve karşı saldırıya geçiyorlar. Bu şekilde çeşitli gruplar, akımlar meydana gelmeye başlıyor.
Buraya kadar her şey normal görülebilir.
Asıl değinmek istediğim bundan sonrası. Bir kanaldan bilgilenenler, enforme olanlar kendileri dışında olanlara karşı son derece fanatik tarzlarda saldırıya geçiyorlar. Tekfir ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlar. Sonuç olarak da ortada karşılıklı bir çamur yağmuru oluşuyor. Bundan da herkes nasipleniyor, zarar görüyor.
İslamiyet’le hiçbir alakası olmayan bir düşünürün, filozofun, şairin bir sözünü alıntılayabilirsiniz. Kimse bunda bir sakınca görmüyor. Ama kendi insanlarımızdan birinin bir sözünü, bir yorumunu dile getirdiğiniz ya da paylaştığınız zaman hemen size şucu-bucu diye bir yafta damgalıyorlar. Sonuçta kimseden söz edemez, kimsenin bir eserini, çalışmasını, yorumunu dile getiremez oluyoruz. Bulunduğun ortamda dikkat edeceksin. Kimi tutuyorlarsa, kimin kuyruğuna at sineği gibi yapışmışlarsa ona göre laflar edeceksin ki seni dinlesinler. Bu da genelde bir ikiyüzlülük, yalakalık, içi başka-dışı başkalık doğuruyor ve ortalık içi başka-dışı başkalarla, ikiyüzlü menfaatçılarla, goygoycularla dolup taşıyor. Çünkü böyle davranmanın getirisi, kendin olmanın ağır bedeli vardır. Ben bunda şaşılacak bir taraf görmüyorum. Asıl beni üzen şey, bu her devrin insanı yalakaların akıllı, feraset sahibi olarak görülmeleri, el üstünde tutulmaları, yüceltilmeleridir.
İnsanların yaradılışları, huyları, kültür düzeyleri, eğitim düzeyleri, aile ve çevreden aldıkları görgüleri, anlayışları farklı olduğu için kendilerine yakın buldukları kanallardan etkilenmeleri, o kanallara bağlanmaları normal görülmelidir. Ancak kendileri dışındakilere saldırmaları, sövmeleri, hakaret etmeleri, tekfir etmeleri, zındıklıkla, nifakla, sapıklıkla, küfürle suçlamaları çok yanlıştır.
Bu durum yeni bir şey de değildir, yüzyıllardan beri toplumlarda vardı. Onun için de İslam âlimleri bazı temel ilkeler belirlemişlerdir. Mesela “ehli kıble tekfir edilemez”. Ne kadar bağlayıcı, birleştirici, uzlaştırıcı bir ilke değil mi? Mesela “Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.” Her şey bir yana, Müslümanlar sadece bu ilkeyi iyi öğrenmiş olsalar öyle ulu orta insanları tekfir etmekten, zındıklıkla, sapıklıkla suçlamaktan sakınacaklardır.
Peki, bu tehlikelerden sakınacağız derken acaba içimizdeki hainlere karşı körleşir, sağırlaşır, onların tuzaklarına, oyunlarına daha çok düşer hale gelir miyiz?
Kur’an-ı Kerim’de Zümer Suresinin on sekizinci ayetinde nasıl davranacağımız çok güzel belirlenmiştir. Sözü dinleyeceğiz, kendi bilgilerimize, aklımıza, sağduyumuza vuracağız ve en güzeline uyacağız. Bu “en güzel” farklı insanlara göre farklı da olabilir. Bu o kadar da önemli değildir.
Bu durum bize birçok kazanımlar sağlayacaktır. Bu kazanımların başında da her kaynaktan olabildiğince yararlanmak, kapımızı sürekli açık tutmak, bağnazlaşmaktan ve fanatikleşmekten korunmak olacaktır.
Etrafımıza şöyle bir bakalım. Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Caner Taslaman, İhsan Şenocak, Cübbeli Ahmet Hoca, İhsan Eliaçık, Mustafa Öztürk, Emin Işık, Yaşar Nuri Öztürk… Bu ve benzeri kişilerin etraflarında binlerce insan var. Karşılarında, onları sevmeyen, onların birer sapık, zındık, hatta kâfir olduklarını düşünenler var. Her birimiz bu ve benzeri şahsiyetlerden birinden çok hoşlanıyor ve ona yakın duruyor olabiliriz. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Sorun nerede başlıyor? Karşı duruşlarda. Bu “karşı duruşlar”ımızı belli ilkelere göre yaparsak ortada hiçbir sorun kalmaz. Her şeyden önce insanların kişilik haklarına saygılı olacağız. Beğenmediğimiz ve yanlış bulduğumuz yorumları neden yanlış bulduğumuzu, doğrusunun ne olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. İşte o zaman bütün bu düşünce akımları bizi motive eder, araştırmaya, sorgulamaya sevk eder. Ziya Paşa’nın; “'Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar'
Allah Rabbulalemindir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yeryüzünde ne kadar insan varsa hepsinin Rabbidir öyle değil mi? Kuzey kutuplarındaki Eskimoların da, Avustralya’daki Aborjinlerin de, Güney Amerika’daki yerlilerin de, Afrika’daki yerli kabile mensuplarının da Rabbidir. Yüce İslam Dini bütün insanlığa gönderilmiş evrensel bir dindir. Bu evrensel dini kavramak için de evrensel düşünmek, ilahi mesajları evrensel çapta anlamak gerekiyor.
Bu durumun daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz: İslam dininin gelmiş geçmiş fıkıh uleması erkeklerde setrulavreti göbek ve diz kabağı arasının örtülmesi olarak belirlemişler. Bazıları dizin üzerine de çıkmıştır. Bunun ötesindeki her türlü örtünmeyi, giyinmeyi örfe, iklime, modaya, insanların zevkine bırakmıştır. Gel gör ki günümüzde bu asgari sınır nerelere taşınmıştır. Saç şekilleri, sakal biçimleri, sarık türleri, cübbe seçenekleri, yakalı-yakasız gömlekler, şalvarlar, daha neler neler eklemlenerek içinden çıkılmaz, anlaşılmaz, uygulanamaz hallere getirilmiştir. Her cemaat kendi bağlılarının toplum içerisinde yoşalı[1] koyun gibi tanınabilmesi için belli şekiller, biçimler, davranışlar üretmişler ve bunları ideal İslam anlayışı diye takdim etmişlerdir.
Kayıtsız şartsız bağlılar edinmek için de “ölünün ölü yıkayıcısına teslim olması gibi teslimiyeti şart koşmuşlar. Böylece bireylerin bireysel sorumlulukları, seçme ve tercih etme yetenekleri ellerinden alınarak birer köle haline getirilmişlerdir. Birer tutsak haline getirilmiş bu insanları özgürleştirmeye çalışanların karşısına ilk olarak da bu gönüllü tutsaklar çıkar olmuşlardır.
İmam hatip lisesinde okuduğumuz yıllarda böyle bir tarikatın etrafında dolaşmış, zaman zaman içine de girme denemelerimiz olmuştu. Orada saygı duyduğumuz şahsiyetler bize okumamayı, özellikle Yüksek İslam Enstitüsüne gitmemeyi öğütlüyorlardı. Çünkü onlara okumamış, cahil, tabi olan, varını yoğunu onların yoluna feda edecek köleler gerekiyordu. Bizler her şeey rağmen okula gittik. Tasavvuf tarihi de, mezhepler tarihi de okuduk. Kelam dersleri de okuduk. İslam felsefesi de okuduk. İslam düşünce tarihini de okuduk. Oldukça iyi eğitim aldık ve öğretmen olduk. Ama ne yazık ki toplum bizim bıraktığımız yerde duruyordu. Okudukça, öğrendikçe toplumdan uzaklaştık. Aradaki makas daha da açıldı. Toplum dinini diyanetini hiçbir şey bilmeyen cahil cühelanın elinde kaldı.
Aradan yıllar geçti. Mesleğimizi hiçbir kriptomuz olmaksızın, özveriyle, Allah rızası için toplumu aydınlatmak, insanlara doğruları öğretmek, Allah’a hakkıyla kul, Habibine hakkıyla ümmet olmak yolunda rehber olmaya çalıştık. Ama üzülerek söylemeliyim ki toplum bizi değil, kendilerini kandıran, aldatan, hem de din ile aldatanların yanında yer aldı.
Sakallarını uzatıp, cübbesini yerde sürüyen, ağzından salyalar akarak insanlara bağıra çağıra, döver gibi konuşan, sorgulayan, yargılayan, bütün çıkış yollarını kapatıp sadece kendisine teslimiyeti kurtuluş yolu olarak gösteren şarlatanlar aranan, tercih edilen, her zaman akredite hocalar durumuna geldiler. Hayatın kitap okuyarak geçmiş, Arapçan iyi, dünyadan haberlisin, sanatla-edebiyatla, sinemayla, tiyatroyla ilgilisin, dünyada olup biten olayları doğru anlamak için çırpınan birisindir; ama bunların hiç önemi yoktur. İnsanları koyun gibi güden, paralarını da, iradelerini de avucuna almış, sırtlarına binmiş bu din baronları, din sömürücüleri senin gibilere bir kabir kadar hareket alanı bırakmazlar. Parsel parsel eylemişlerdir dünyayı. Böyle bir din anlayışının çevre diye bir sorunu yoktur. İnsanların özgürleştirilmesi, kul hakkı, kamu hakkı diye bir konuları yoktur. Her şey insanları din soslu söylemlerle soymaya, itirazsız merkepler gibi sırtlarına binmeye endekslenmiştir adeta.
Bugün piyasada ne kadar saldırılan, zındıklıkla, sapıklıkla suçlanan fenomenler varsa her biri insanları bu tutsaklıktan kurtarmaya çalışan insanlardır. Onlar bunu ne kadar iyi yaparlarsa o kadar daha çok saldırıya, sataşmaya, hakaretlere, itilip kakılmalara maruz kalmaktadırlar.
Neden böyledir?
Çünkü bu böyledir.
Tefeciliğin insanların iliğini sömürdüğü, sınıf ayrımcılığının ayyuka çıktığı, insanların bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirildiği, kadınların insan bile sayılmadığı, kız çocuğu sahibi olmanın utanç sayıldığı bir topluma ilahi mesajları getiren ve onları bu insanlık dışı durumdan kurtuluşa çağıran Allah’ın elçisine neler yaptıklarını bilmeyen yoktur.
Onun için ben oldum olası suya sabuna dokunmayan, ninni gibi vaazlarıyla insanları uyutan şeyhlerden, hocalardan hiç hazzetmedim. Ne kadar doğru düzgün hoca gördümse başı dertten kurtulmamış olanları olmuştur.
Onun için de yalnızlığımızı, derdimizi, dışlanmışlığımızı sevmemiz gerekiyor. Varsın Saadettin Köpekler alkışlansınlar. Çiçeklerle, plaketlerle, ödüllerle taltif edilsinler. Kendileri deveyi amuduyla yutarken bize hep meccanen çalışmayı, boğaz tokluğuna bir emek karşılığını çok görenler bizi daha fazla aldatamayacaklar.
Hayrİ Bostan
[1] Koyunların sırtına sürülen kırmızı boya
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.