Hayri Bostan: Gurbet
Hayri Bostan: Gurbet
Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden paylaşımdı bu. Hani Kemalettin Kamu’nun şiirinden bestelenmiş bir şarkı sözü vardır: Gurbet o kadar acı / Ki ne varsa içimde / Hepsi bana yabancı / Hepsi başka biçimde
Hepimiz bu dünyada gurbetteyiz; ama bazıları kendilerini buraya çok daha ait hissederler. Hâlbuki bizler Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz, öyle değil mi?
“اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ
"Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, "Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz" derler."
Bizler, Karadeniz’den batıya göç edenler olarak, hep bir gurbet yaşadık yıllarca. Gurbetin ne olduğunu az çok biliriz. Gurbet bir yalnızlık duygusudur, kimsesizliktir, yabancılıktır. Gurbetçiye yerli bakışı da çok iyi biliriz. Onlar buraların asıl sahipleridir. Dokunulmazdırlar. Onlar ne kadar lütfeder, yer açar, hak tanırlarsa o kadarına razı olmamız gerekir. Yabancı şehirde öğrenci olduk, o da bir gurbetti. Göreve başladık, ayrı bir gurbet yaşadık. Kiraya ev bile vermiyorlardı gurbetçiye. Verenler de bir yakınlık, din kardeşliği, dostluk hissiyle değil, sadece ve sadece maddi çıkarın cazibesinden dolayı veriyorlardı; ama patronluğu da kesinlikle aşağı koymuyorlardı. Bu durumu çok iyi anlatan bir örnekle yetineceğim:
İlk göreve başladığım yerde aylarca kiralık ev bulamamıştım. Gecekondu semtlerindeki en basit ve adi evlere bile maaşımın tamamı yetmiyordu. Sonunda araya hatır gönül koyarak bir gecekondu mahallesinde ev bulmuştuk. Ev sahibi sakallı, beş vakit namazını camide kılan dindar bir insandı. İsmail Ağa’ya, Mahmut Efendi’ye bağlıydı. Evini bana kiraya vermek için ilk şartı: “Benimle her pazar sabahı İsmail Ağa’ya, Mahmut Efendi Hazretleri’nin sohbetlerini dinlemeye geleceksiniz ” demesiydi. Kabul ettim ve bir yıl o evde oturduk. Evin tek kusuru suyunun olmamasıydı. Hayır, tesisat vardı; ama sular akmıyordu. Bir yıl boyunca musluklarından bir damla su akmayan bu evde, her pazar İsmail Ağa’ya sohbete gitmek koşuluyla oturmuştuk.
Okuldu, meslek hayatıydı döndük dolaştık ve kendi şehrimize geldik. Ama burada da çoktan buraları sahiplenmiş yerliler vardı. Biz ise sonradan buraya gelen, aralarına katılan adeta sığınmacı durumunda olduk. Kendilerini burada yerli, buraların asıl sahipleri hissedenler ne kadar rahatlardı. Çok iyi dayanışıyorlardı. Bizi aralarına almaları hiç de kolay olmadı. Ben bunu ufak büyük her konuda her zaman hissetmişimdir. En son taşındığım semtin camiine gidiyordum. Orada da kendimi gurbette hissediyordum. Oranın yerlileri, bileni bilmeyeni müezzinlik yapıyor, aralarında sohbet ediyor, şakalaşıyorlardı. Her hallerinden bu insanların buraların asıl sahipleri, yerlileri olduğunu rahatlıkla anlayabilirdiniz. Size kolay kolay selam vermezler, verdiğiniz selamı da lütfen alırlardı. Öyle ya, buralarda yıllardır yaşıyorlar. Neler görmüşler, geçirmişlerdir buralarda. Adeta kök salmışlardır her tarafa. En haklı olduğunuz konuda bile görüş belirtseniz sizi duymazlıktan gelirler ya da çok pişkin cevaplar verirler.
Yerlilik duygusu böyle acayip bir şeydir.
Mekkeli müşrikler de oranın yerlileriydi. Her şeye onlar karar verir, onların dediği olurdu. Yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’e karşı durmalarının asıl psikolojik temeli bu yerlilik ve mekânın asıl sahipleri olma duygusuydu. Siz kim oluyorsunuz da eski köye yeni adet getiriyorsunuz. Yıllarca okumuşsunuz, sürekli de okuyorsunuzdur. Yıllarca kutlu bir dalda devlet hizmetinde bulunmuşsunuz. Az çok yazarçizersinizdir.
Bunların hiç önemi yoktur. Köşe başlarını çoktan tutmuş, kendilerine belli bir düzen oluşturmuş yerliler sizi kesinlikle görmezler. Gözlerine batsanız da görmezler, görmek istemezler.
Malumunuz, bir zamanlar kendi toprağımız olan ülkede çıkan iç savaştan kaçanlar, kaçabilenler bizim ülkemize sığındılar. Buralarda dilencilik yaparak, ağır işlerde ucuz fiyatlara çalışarak hayata tutunmaya çalışıyorlar. Elbette ki bu insanların da kültür seviyeleri çok farklı. Her sosyal ortamda olduğu gibi onların karıştığı ortamlarda da bazen istenmeyen olaylar oldu ve oluyor.
İşte o zaman o yerli, vahşi duygular açığa çıkıverdi. “Bakın işte kavga ediyorlar… Bakın şöyle oldu, böyle oldu…” gibilerden sözler sarf edilmeye başlanıyor. Üç milyonun çok üzerinde bir sayıya ulaşan sığınmacıların arasında ya da onlarla yerliler arasında bazı olayların çıkması kadar doğal bir şey olamaz. Bu ayrı bir konu. Burada asıl anlamamız gereken, sığınmacılara, yani gurbetçilere bakışımızdır. Dilencilik yaptıklarında, İstanbul’un ana arterlerinde yolların ortasında, boyunlarında “AÇIZ” yazan bir etiket taşıyanları gördükçe içimiz parçalanıyordu. Sonra yavaş yavaş kendi işlerini kurmaya, ülke ekonomisine katma değer üretmeye başladılar. Bu sefer o yerlilik duygusu gene hortladı.
Sığınmacılar ne yapsa birilerine yaranamaz oldular. Tıpkı ağalarına bir türlü yaranamayan ırgatlar gibi.
Hâlbuki özellikle Suriyeliler bize çok benziyorlar. Bir zamanlar bizimle aynı sınırlar içerisindeyken çizilen sınırlarla oluşturulan yapay devletçiklerden biriydi Suriye. Çanakkale’de, Balkanlar’da, Yemen çöllerinde, Filistin’de, Kuzey Afrika’da ve dünyanın birçok yerinde, çeşitli cephelerde aynı dinin mensupları olarak omuz omuza çarpıştığımız, şehit olduğumuz, gazi olduğumuz, bir vücudun azaları gibiydik. Ama içimizdeki yerliler bunu asla anlamadılar, anlamak istemediler. Faşizm adeta yeniden hortlamış, biz ve onlar kavgası ateşlenmişti.
Bu “yerlilik” psikolojisini en açık şekliyle temsil eden Mekkeli müşriklerdi şüphesiz. Bu duygu asla hak ve adalet gözetmez. Hep bir ayrıcalıklık peşindedir. Ülkenin gerçek sahipleri görürler kendilerini. Dışladıkları insanların sığınmacı olması da gerekmez. Onlara göre bir halk vardır, bir de vatandaş vardır. Halkın varlığı her zaman vatandaşları rahatsız etmiştir. Hatta bir zamanlar gazetelerde şöyle manşetlere rastlardık:
“Halk plajlara doldu. Vatandaş denize giremiyor! ”
Bu zihniyeti çok iyi tanımak gerekir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tesislerinin halka açılması da bu yerlileri çok rahatsız etmişlerdi. Artık halk Çamlıca’ya, Yıldız Parkına, Hidiv Kasrı’na rahatça girip çıktığı için onlar ayaklarını kesmişlerdi bu mekânlardan. Bizim karşı durmamız, mücadele etmemiz gereken işte bu zihniyettir. Kucağındaki bebekle koşuşturan bir babanın ayağına çelme takan da, birkaç kuruş vermek için adeta ayı gibi oynatmaktan zevk alan batılı da işte bu zihniyettir. Ege sahillerine vuran Aylan bebeklerin, kadınların, çocukların, insanların cesetleri onları hiç etkilemez. Aksine oh bile çekerler. İşte ben, beklenen olası İstanbul depreminin asıl sebebinin bu kahrolası duygu ve düşünce olduğunu düşünüyorum.
Bir arkadaşım sosyal medyada şöyle bir olay anlattı ve yorum yaptı. Onu buraya alıyor, düşüncelerine de sonuna kadar katılıyorum:
“Dün böyle bir haber okudum:
"Kocaeli’nin Kartepe ilçesinde dün kan donduran bir olay meydana geldi. 9 yaşındaki Suriye uyruklu Vail El Suud, mezarlığın kapısına kendisini asarak intihar etti. Suud’un eğitim gördüğü okulda diğer öğrenciler tarafından Suriyeli olmasından dolayı dışlandığı ve olay günü de okulda görevli bir öğretmen tarafından azarlandığı iddia edildi."
Üzülmemek elde değil, eğer haber gerçek ise insanlığımıza yazıklar olsun.”
Bir kaç gündür maşallah siyasilerimizin Suriyelileri ile ilgili haberlerini okuyoruz. Bazıları alınan karar ile Yalova'yı Suriyelilere kapatmışlar, bazıları da ne kadar tehlikeli olduklarını vs. yazıp söylüyorlar. Yukarıdaki haberle yazılan çizilenleri okuyunca insan üzülmeden edemiyor ve soruyor: Bu Suriyelilerin kime ne zararı oldu? Kimin tavuğuna kış dediler? Adamlar savaştan kaçarak bizim ülkemize sığındılar, sanırsın Suriyelileri karalayanlar evlerini açmışlar da onlara yardımda bulunmuşlar. Birçoğumuz onları ucuz iş gücü olarak kullandık; inşaatlarda amele, lokantalarda bulaşıkçı, sanayide tamirci, tarlada çiftçi, marangoz vs. Bize sağladıkları katkıyı görmezden geldik. Sokakta dilencilik yapan kendi vatandaşlarımızı Suriyeli diye algılayarak, ağzımıza alınmayacak hakaretleri onlara yaptık.
Ekonomik kriz yaşadığımız şu günlerde ekonomimize sağladığı yararları birçoğumuz görmezden geldik. Irkçılık damarlarımız öyle kabarık ki gücümüz gariban Suriyelilere anca yetiyor, Türkiye'nin en büyük kulüplerinde yerli futbolcumuzun olmadığına niye ses çıkarmazlar anlamak zor.
Müslümanlar için yeryüzü Allah'ın mülküdür, insanoğlunun yaşadığı topraklarda kimsenin de tapulu malı değildir. Osmanlıyı sevdiğini söyleyen milliyetçi takılanları da anlamak zor. Haritaya bir baksalar, dün sınırlar nereye kadardı. O coğrafyanın insanlarına bugün düşmanlık neden yapılıyor, bunun cevabını verebilirler mi acaba?”
Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden paylaşımdı bu. Hani Kemalettin Kamu’ nun şiirinden bestelenmiş bir şarkı sözü vardır:
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı
Hepsi başka biçimde
…
Ne aşkım ne emelim
Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde
Bence de gurbet de yerlilik de bizim içimizde. Amacımız sığınmacıları aklamak değil elbette. Buranın insanları arasında ne kadar sosyal ya da kriminal olaylar oluyorsa onlarda da olacaktır.
Buradaki asıl sorun sığınmacıları gurbet görüp en doğal haklarını savunmaları, gerektiğinde kavga etmeleri ya da en az yerliler kadar suç işleme, işledikleri suçlardan dolayı buralılar(yerliler) gibi yargılanma özgürlüklerinin adeta tanınmamasıdır. Kendisini yerli görerek başkalarını, ister başka yerlerden göç etmiş olsun, ister görev icabı aramıza katılmış olsun, ister ikamet değişikliğinden dolayı gelmiş olsun, kendilerinden daha az haklara sahip gören bu ilkel, faşist, ayrıştırıcı, ötekileştirişi çağdışı düşünceye karşı savaşmamızdır. Bu konuda en önemli öncüler olması gereken öğretmenlerin kesinlikle yanlış yapmamaları gerekiyor. Başta Almanya olmak üzere birçok batılı ülkedeki yabancı düşmanlığının temelinde de bu ilkel düşünceler vardır. Onun için de bu tür ilkel düşüncelere karşı durmak, onlara karşı savaşmak bir insanlık borcudur.
“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler...”
“Sakın birbirinize haset etmeyin! Küsmeyin, birbirinizden nefret etmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun!”
Dini söylemlerle eylemlerin çeliştiğini görüyoruz. Bu dünya Allah’ın arzı değil mi? Hepimiz Âdem(as)’in çocukları değil miyiz? Hepimiz bu manada kardeş değil miyiz? O halde nedir bu rahatsızlık. Nasıl dolduruşlara geliyoruz? İşte ben bunun için o lanet yerli düşünceden nefret ediyorum. Çocukluğundan bu yana değişik vesilelerle hep gurbeti yaşamış birisi olarak hep gurbetçilerden yana oldum ve olacağım.
Gurbet bizim içimizde ve hepimiz aslında gurbetteyiz.
Ulu Kanal
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.