Hayri Bostan: Gözlerimi Yumup Bakıverdim Geçen Yıllara

Hayri Bostan: Gözlerimi Yumup Bakıverdim Geçen Yıllara
Hayri Bostan: Gözlerimi Yumup Bakıverdim Geçen Yıllara - Geleneksel Sarıyer İftarlarımız

Ev sahipleri öğretmenlere, kiralarını ödeyemezler diye ev vermek istemiyorlardı. Adamlar Anadolu’dan gelmişler, o zamanın koşullarında bir şekilde bir yerlere çökmüşler, gecekondu mecekondu ev yapmışlar, tam birer lümpen olmuşlardı. Müslümanın lümpeni de hiç çekilmez olduğunu o zamanlar öğrenmiştik.

GELENEKSEL SARIYER İFTARLARIMIZ

Ben Sarıyerdeyken ramazan gene böyle yaz aylarına denk geliyordu.  Okulumuzda ramazan boyunca her akşam herkese açık iftarlar verilirdi. Mahmutçavuş camiinin önüne sahil yolu üzerine asılan pankartta şöyle yazıyordu: “Okulumuzda her akşam iftar verilmektedir ve iftar herkese açıktır.” Ramazan gelmeden önce Müdür Yardımcısı M. Turan Kalyoncu her akşamı birisine kapatarak otuz gün ramazanı dolduruyordu. İftarın maliyeti belliydi ve yaklaşık iki kat ücret alınıyordu. Kalan para okul koruma derneğine gelir kaydediliyor ve ortamın temizliğine ve benzeri hizmetlere harcanıyordu. Yaz akşamları İstanbul Boğa

Bin dokuz yüz seksen dört mezunları için bin bir çileyle çıkardığımız yıllığın sonuna geleneksel mezunlar günü olarak bir tarih belirlemiştik. Oraya şu ibareyi yazmıştık:


DAVET


Bu yıl mezun olan ve bundan sonra bizleri takip edecek değerli arkadaşlar!
Bizler bugün orta öğrenimimizi bitirip hayata atılıyoruz. Her şey bundan sonra başlıyor bizler için.

Acı tatlı günler geçirdik birlikte olduğumuz sürece. Ve işte sizlere veda ediyor, adım adım toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş güzelim Anadolu’ya koşuyoruz. Köylere, kentlere, bizi bekleyenlere koşuyoruz.

Mezun olduktan sonra aramızdaki bağları koparmamak, devamlı irtibat halinde olmak istiyoruz. Bu arzumuzun ne ölçüde gerçekleşeceğini bilemiyoruz; ancak sizlerin de yardımıyla bu ilgiyi organizeli olarak başlatmamız ve sürdürmemizin güzel bir gelenek haline dönüşebileceğine inanıyoruz.

İşte bu amaçla her yıl;
MAYIS AYININ ÜÇÜNCÜ CUMARTESİ, BUGÜNKÜ GİBİ OKULUMUZUN BAHÇESİNDE BULUŞMAYA ÇAĞIRIYORUZ SİZLERİ.
 Bu davet Sarıyer İmam Hatip Lisesi’nin bundan önceki ve sonraki bütün mezunlarınadır.

Belirttiğimiz tarihlerde buluşmak üzere hepinize Yüce Allah’tan sonsuz başarı ve mutluluklarla dolu bir hayat diliyoruz.”

YILLIK HZIRLAAM KOMİTESİ

Bin dokuz yüz seksen ikiden bin dokuz yüz doksan altıya kadar bu güzel okulda öğretmenlik yaptım. Öğretmenlikte ilk yıllarımda öğrencilerim olan başta Güven Yılmaz, İrfan Altun gibi birkaç mezun arkadaşımız her yıl bu buluşmalara emek verdiler. Sarıyer İmam Hatip Lisesinin bu buluşmaları kısa zamanda geleneksel iftar buluşmalarına dönüştü. Birkaç senedir de her ramazanın ilk cumartesi iftarına kilitlenmiş durumda devam etmektedir. Ayrıca ayda bir kahvaltı buluşmaları da gerçekleştirilmektedir. Ben de İzmit’e atandıktan sonra yıllarca bu buluşmalara katılmaya hep çalışmışımdır. Onların gerçekleştirdikleri iftar buluşmaları öyle pahalı salonlarda, pahalı sofralarla değil, kendilerinin bizzat yaptıkları ve servisinden bulaşığına her şeyini kendilerinin organize olarak yaptıkları çok güzel bir faaliyet olagelmiştir. Belki şu söylenebilir: Yıllarca hep aynı kişiler üzerinde kalmış, yeni mezunlardan bu etkinliklere katılımın tam sağlanamamış bu beraberlikleri bütün dönemlere yaygınlaştırma konusunda bilgisayar veri tabanlı mezunlar dökümü, kim nerede ne iş yapıyor benzeri yöntemlerle mezunların daha fazlasına ulaşmak amaçlanabilir. Belediyelerin desteğiyle masa sandalye, yemek servisi gibi hizmetlerin son zamanlarda kullanılmaya başlaması sevindirici. “SİHAD” adında bir de dergi çıkarıyorlar; ancak bu derginin daha da geliştirilmesi, yazar ve dağıtım sorunu aşılırsa çok daha güzel olur kanaatindeyim. Büyük fedakârlıklarla, önce bir gecekondu apartmanının bir dairesinde açılan okul daha sonra sahil yolunun kenarına yapıldı. Boğazın incisi mesabesindeki bu okulun sobayla ısıtıldığı zor günlerine tanık oldum. Şimdi gelinen noktada çok daha iyi koşullarda eğitim öğretime devam etmesi temennimizdir.

ÖĞRENCİ ARKADAŞLARIM
Sarıyer İmam Hatip Lisesinden binlerce öğrenci mezun oldu. Birçok öğretmen burada görev yaptı. Öğretmenliğe bu okulda başladım. İlk günden itibaren öğrencilerimle hep arkadaş gibi oldum. Yıllık komitesinin rehber öğretmeni olduğum için birçok toplantımızı kendi evimde yapıyorduk. Yıllık bahaneydi ve biz o gençlerle çok güzel sohbetler yapıyorduk. Hiçbir zaman hiçbir öğrencimi bir siyasi partiye, derneğe, tarikata, cemaate davet etmedim. Hiçbir zaman onlarla olan dostluğumuz asla bu tür arka plan düşüncelere dayanmadı. Kitap okuyorduk, kitap tartışıyorduk. Sanat, edebiyat, düşünce bağlamında sohbetler yapıyorduk. Hiçbir zaman hiçbir öğrencimin siyaseten ya da fikren nereye mensup olduğunu merak bile etmedim. Öğretmen arkadaşlarımın da aidiyetlerini hiç merak etmedim. Gezi, inceleme ve turizm kolu adeta bana kilitlenmiş bir eğitsel koldu. Birçok geziler yaptık. Bunların içinde en güzelleri, gerçekleştirdiğimiz umreler olmuştur. Bunun yanında Edirne gezileri, Çanakkale gezileri, Bursa gezileri en önemlileridir.

Öğrencilerimizden Fatma Benli bu dönem Ak Parti İstanbul milletvekilidir. Avukat olan Fatma Benli Hanım İ.Ü. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun sure avukatlık yaptı. İKADER başkan yardımcılığı görevinde bulundu.

Fatih Elcil, Yüksek İslam Enstitüsünden sınıf arkadaşım Ahmet Elcil’in de yeğeni olması hasebiyle orta ikinci sınıfa ilk geldiği günden itibaren yakından ilgilendiğim çok değerli öğrencilerimden biridir. Şimdilerde üniversitede doçent olarak akademik çalışmalarına devam etmektedir.
 Eşref Ziya Terzi yılbaşının Mekke’nin fethi gecesi olarak kutlanmaya başladığı yıllarda Beşiktaş’ta Fıstık Sinemasında sahneye çıkmış ve bir daha inmemişti. “Kalksam Ve Dirilsem” albümünü çok eleştirmeme karşın satış rekoru kırmasıyla önü açıldı ve albümlerin arkası geldi. Artık Eşref Ziya Türkiye’nin her tarafında meşhur olmuş, şöhreti sınırlarımızı aşmıştı. Daha sonra İsmail Güneş’in yönettiği “The Imam” adlı filmde başrolde de oynadılar. Şimdi sinema ve müzik çalışmalarını sürdürüyor.

Mehmet Ali Tuncer derslere çok başarılı olmamakla birlikte sempatik, şakacı, taklitçi kişiliğiyle herkesin gönlünde taht kurmuştu. Bin dokuz yüz seksen dörtlerde ihtida ederek tiyatroyu bırakan ve Şehremini’de açtığı kırtasiye dükkânı çalıştıran Ulvi Alacakaptan’la sevgili İbrahim Sadri Eren aracılığıyla tanışıyorduk. Bin dokuz yüz doksan beşlerde İbrahim Sadri Eren arkadaşı Mehmet Genç’le birlikte Selam dergisini çıkarıyorlardı. Daha sonra Mute Detanı, Musab Bin Umeyr, Patagonya’nın Sesi gibi birçok bant tiyatrosu gerçekleştirmişlerdi. Daha sonraları bir furyaya dönüşen bant tiyatrosunun ilk temsilcileri onlardır. O yıllarda Ulvi Alacakaptan’ın yönetiminde “İnsanlar Ve Soytarılar” adlı oyunu sahneye koymuşlar ve yüze yakın yerde oynamışlardı. Mehmet Ali Tuncer’i birkaç arkadaşıyla birlikte aldım ve oraya götürdüm. Tiyatroyu bırakmış; ama milliyetçi muhafazakâr gençlerin yetişmesine yardımcı oluyordu. Ona bu öğrencimin yetenekli olduğunu, kendisini bir denemesini ve yetenek görürse yol göstermesini rica etmiştim. Sevgili Mehmet Ali Tuncer öylece başlamış oldu ve çeşitli dizilerde, filmlerde, belgesellerde rol aldı. Artık profesyonel olarak sinemayla uğraşıyor.

Yavuz Kesepara da Karadeniz müziği alanında çalışmalar yapıyor. Kıt imkânlarıyla birkaç tane albüm çıkardı, klip çekti. Televizyonlarda programlar yaptı. Çay TV’de “Yavuz Kesepara İle Beşinci Mevsim” en uzun soluklu programı oldu. Kendini bu işe o kadar verdi ki evlenmeyi unuttu. Hatırladığında da artık geç kalmıştı. Şairliği de olan Yavuz şiir alanında ödül de aldı.

Kamil Yaşaroğlu imam hatip lisesinde adeta bir öğretmen kadar ciddi, ağırbaşlı, yakışıklı, ibadetlerine hırslı bir öğrencimizdi. Daha sonra ilahiyat fakültesini bitirdi. Akademik çalışmalara yöneldi ve şimdi M.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliğine devam ediyor.

Kız öğrencilerimden birçoklarıyla daha Sarıyer’deyken meslektaş olmuştum. Yirmi sekiz şubat postmodern darbe dönemi sonrası birçokları görevini bırakmak zorunda kaldı. Nuray Ordu, Aynur Ordu, Nermin Akıncı, Arife Halezaroğlu, Esma Akgün Ece, Ayser Yıldız, Ayşe Özyurt (Allah rahmet eylesin), Aynur Altuncu, Nurgül Karakaya, Semanur Duman Keskin… gibi adlarını sayamayacağım kadar öğrencimiz öğretmen oldular. Numan Ayverdi, Ayhan Vergili Milli Eğitim Bakanlığında müfettiş oldu. Avukatlar saymakla bitmez. Hakan Çirak hâkim oldu. Âdem Dural doktor oldu. İmam ve müezzinler sayılamayacak kadar çok. Avrupa ülkelerinde görev yapanlar var. Harun Kapıyoldaş bir televizyon kanalında mali işler daire başkanı. Mehmet Cengiz şu yıllar Deniz Feneri Derneği Genel Başkanlığını yürütüyor. Eskiden imam hatip lisesini bitirenlerin hepsi üniversiteye gitmek için uğraşırdı ve çoğu da bir üniversiteye girerdi. Yirmi sekiz şubat sonrası meslek liselerine uygulanan puan dezavantajı üniversiteye girişleri olumsuz olarak etkiledi. Öğrenci sayısı da azaldığı için o dönemde bir varlık gösterilemedi. Daha sonra bu olumsuzluklar ve engeller ortadan kaldırıldı; ama bu sefer de aşırı rahatlığın getirdiği gevşeklik midir bilemiyorum, başarı giderek daha da düşmektedir.

Ticarete atılıp başarılı olan öğrencilerimiz de var. Bunların başında Celil Özbek geliyor bana göre. Yok, bana hediye ettiği o güzel saatin hatırına yazmıyorum bunu. Gerçekten Celil ta ima hatip yıllarında yetim bir öğrenciydi. Kardeşi de öğrencimizdi. Şimdi Celil Bey saat aksamı piyasasını elinde tutuyor denilebilir. Numan Tokay da ciddi boyutlarda bir işadamı sanırım. İki bin on yedi yılı ramazan iftarının masraflarını bu arkadaşlarımız aralarında tedarik ederek karşılıyorlar. Bu okuldan yıllarca önce mezun olmuş bu delikanlılar –ki yaş ortalamaları ellidir- ne diye okulun vereceği iftarı finanse etmek için uğraşırlar. Çünkü onlar birer gerçek imam hatipli de ondan. Okuldan mezun oldular, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar, iş dünyasında ve çeşitli görevlerdeler; ama hala gönülleri okullarına bağlı. Bu çok güzel bir duygudur. Ve bu duyguyu en iyi bilecek insanlardanım âcizane. Nazmi Bardakçı çok çeşitli işlerde çalıştı. Sonra öğretmenliğe döndü. Elim bir kazada eşini ve çocuklarını kaybetti. Öğretmenliğe geçti ve başarılı bir öğretmen olarak hayatına devam ediyor. Aynı zamanda özel doğu sporları okulu da işletiyor. İsmail Tavman iyi bir hafız, kurra hafızlardandır. Özel okul işletmeciliği yaptı. Şimdi de güzel işler yapıyor. Sultanahmet’te “Daru’l-Hadis Medresesi”nin kuruluşuna öncülük etti ve faaliyetlerine orada devam ediyor. Aynı zamanda İstanbul İlahiyat Fakültesinde okutmanlık da yapıyor. Cengiz Şişman öğrenciyken ağırlıklı bir hoca tavrı olan birisiydi. ABD’de Philadelphia’da bir üniversitede öğretim üyesidir.

Ali Solak, Yaşar Kaymakçıoğlu, Abdullah Gümüş, Kamil Daştan, Alibey Bayram, İsa Akbaş, Kamil Turan, Murat Şirin,  Fevzi Zülaloğlu, Hatice Zengin, Mustafa Göçmez, Aynur Ordu, Harun Şen, Bülent Bay, Ahmet Duman, Mustafa Dakın, Ayşe Hancı, Osman Arduç, Fatma Arduç, Şehzade Tobbaş, Ayşe Tülay Özkan, Mustafa Yıldıran, Şems Çakıroğlu, Kazım Bozbay, Ali Ekber Polat, Mustafa Hilmi Baş, Mehmet Şenlik, Havva Şenlik, Filiz Bayram, Sıdıka Biçer Karakoyun, Aynur Akyıldız, Nermin Akıncı irtibatlı olduğumuz öğrencilerimden sadece birkaçıdır. Katıldığım bu iftar buluşmalarında etrafımı kuşatan erkek ve kız öğrencilerimden hangileriyle ilgileneceğimi şaşırmakta, büyük zorluk yaşamaktayım. Bazıları “hocam, benim adım neydi” diye sorar ve eğer bilebilirsem hem onlar hem ben büyük bir sevinç yaşarız. Ama bazılarını hatırlayamam ya da karıştırırsam gücendiklerini hisseder ve üzülürüm. O zaman da işi yaşlılığa bağlayarak vaziyeti kurtarmaya çalışırım. İstanbul Boğazı’nın kenarında, boğaza nazır mekânda bir taraftan Asya kıyılarına, bir yandan F.S. Mehmet Köprüsüne, bir yandan İstinye koyuna ve Emirgan korusunun yeşilliklerine bakarak ayrışığında bu sevgi dolu buluşmalar asla anlatılamaz, yaşanır diyorum. Bu buluşmaları başlatanlardan, sürdürenlerden, emeği geçenlerden Allah arzı olsun.

Birçok öğrencimiz de evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar, hayat mücadelelerini sürdürüyorlar. Uzun yıllar aynı okulda kaldığım ve ayrılalı da yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasından dolayı bilmediklerim, unuttuklarım ya da atladıklarım elbette andıklarımdan kat kat fazladır. Adını anmadıklarımın hoşgörülerine sığınıyorum.

Bir de genç yaşta vefat edenler var. Elim bir trafik kazasında hayatını kaybeden Erdal Soğukpınar’ı, karaciğer rahatsızlığı sonucu organ nakli de yapılmasına karşın hayatını kaybeden öz kızım gibi sevdiğim Ayşe Özyurt’u, yıllık çıkarma çalışmalarını birlikte yürüttüğümüz ve geçirdiği elim bir trafik kazasından sonra sakat kalan, daha sonra da vefat eden sevgili Fatih Gediklioğlu’nu ve şu anda hatırlayamadıklarımı rahmetle anıyorum.

BİR DE BUNLAR VAR

İmam Hatip yılarından beri ne arkadaş ne abi kardeş olduğumuz değerli şahsiyetlerin başında Mustafa Bey geliyor. Her zaman uzlaştırıcı, her zaman denge insanı, samimi, candan bir dostumuz. Abisi Hüseyin Hoca da öyle; ama onunla hiçbir zaman o kadar yakın olamadık. Mustafa Beyin yanında Recep Hoca ile de çok derin ve uzun yıllara dayanan ilişkilerimiz var. Ancak kendisinin kişiliği ve çoğunlukla konumu gereği sanırım her zaman resmi olmuşuzdur. Arada soğuk şakaları da olmuyor değildi. Mesela öğrencilik yıllarımızda altlı üstlü oturuyorduk. Ben evliydim ve alt dairede oturuyorduk. Onlar üstümüzdeki dairede birkaç bekâr arkadaş kalıyorlardı. Bir gün yemek vakti Recep Hoca elinde kırmaya ve ufalamaya çalıştığı bir haftalık kuru ekmeği göstererek: “Arkadaşlar! ‘Sana taş atana sen ekmek atacaksın’ derler ya, böyle ekmeği her zaman nereden bulabilirsin ki…” demişti. Recep Hoca gerek imam hatip yıllarındaki öğrencilik zamanları, gerek üniversitedeki öğrencilik zamanlarında, gerek vaizlik yıllarında İstanbul’da,  gerekse İlahiyat fakültesinde profesör olma sürecinde ve sonrasında hep saygı duyulan, konuşma yaptırılan, fetva ve fikir sorulan; o da tane tane, ağır ve vakur bir üslupla cevap veren Recep Hoca olmuştur.

Yazı bağlamından uzaklaştı ve uzadıkça uzadı. Elbette arkadaşlıklarımız ve dostluklarımız bunlardan ibaret değil. Çok candan dostluklar gibi görünüp aradaki menfaat ya da beklenti ilişkisinin bitmesiyle biten dostluklarımız da oldu. Onlara harcadığım zamana ve iyi niyetlere elbette acıyorum. Ama hayatta bunlarsız da olmuyor. Kolay kolay hayır diyemeyen bir kişilik zafiyetimden dolayı çok bedel ödedim; ama hiç pişman değilim. Dostluklarıyla, vefakârlıklarıyla, vefasızlıklarıyla bu hayat benim hayatım. Bazı insanlar vardır, ikram etmeyi severler ve bundan mutlu olurlar. Onların ikramını kabul etmek gerekir. Bazıları da hep başkalarından geçinmeye, başkalarını enayi yerine koymaya, kendilerini güya uyanık görmeye çalışırlar. Onlara da her fırsatta ikram etmek gerekir diye düşünüyorum.
Kendi yaşam çizgimde gözlemlediğim durumlardan bir de, sürekli bir ‘ucu ucuna’ yaşama durumu. Yani hiçbir faturam gecikmez. Hiç bir alacaklım olmaz. Ama hiçbir zaman da cebim öyle rahat olmaz. İstanbul’da öğretmenlik yaptığım sıralar maaşımın tamamı kötü bir eve kira olarak gidiyordu. Örnek vermek gerekirse bin dokuz yüz seksen sekizde maaşım yüz yetmiş beş bin lirayken yüz elli bin liraya, o da dindar birisinin gecekondu dairesini hatır gönül kullanarak kiralayabilmiştim. İlk atandığım zaman dokuz ay ev bulamamış, sonra da bir hocamın aracılığıyla maaşımın yarıdan fazlasına bulduğum, suyu olmayan bir daireyi kiralayabilmem için ev sahibinin, “her hafta pazar sabahları benimle İsmail Ağa’ya Mahmut Efendi Hazretlerini dinlemeye geleceksin” şartını kabul ederek bulmuştum. Bir yıl bir damla su akmaksızın oturduğumuz o dairenin sahibiyle hiç sektirmeden bir yıl İsmail Ağa’ya Mahmut Efendi Hazretleri vaazı dinlemeye devam ettim. Ondan sonra Erzincanlı Vahap adında bir arkadaşla bir öğrencimizin velisinin inşaat halindeki iki dairesini kiraladık, peşinat verdik, inşaatta çalıştık ve oraya taşındık. O zamanların hiper enflasyonları sebebiyle ne kadar zam yapsak da birkaç yıl içinde kiralar yükselip bizim ödediğimiz kira az gelince ev sahibinin bir patırtı çıkartmasıyla ev değiştirmek zorunda kaldım ve o koşullarda maaşımın tamamına yakını ile ev kiraladım. Üstelik ev oturulacak gibi değildi. Cebimden harcayarak, eve bir milyona yakın para harcayarak taşınabilmişdim.
İstanbul’da böyle yaşadık ve öğretmenlik yapmaya çalıştık. Sadece ben değil, arkadaşlarımızın çoğu bu durmalardaydı. Ev sahipleri öğretmenlere, kiralarını ödeyemezler diye ev vermek istemiyorlardı. Adamlar Anadolu’dan gelmişler, o zamanın koşullarında bir şekilde bir yerlere çökmüşler, gecekondu mecekondu ev yapmışlar, tam birer lümpen olmuşlardı. Müslümanın lümpeni de hiç çekilmez olduğunu o zamanlar öğrenmiştik. Öğretmene evini vermek istemiyor ve gerekçe olarak da, “hoca sen benim evimin kirasını ödeyemezsin” oluyordu. O koşullarda çok güzel arkadaşlık ve dostluk örnekleri yaşıyorduk. Dayanışma vardı. Yardımlaşma vardı. İstanbul’dan İzmit’e atanınca oradaki öğrencilerimi de, arkadaşlarımı da arar olmuştum. Artık İzmit’te benim adım: “ben Sarıyerdeyken”e çıkmıştı. Hala en kalıcı öğrenci ve öğretmen dostluklarım oralardadır. Uzaktan akrabalık ilişkilerimiz de güzeldi. Yakına gelince sudan sebeplerle o ilişkiler de eskisi gibi değil maalesef. Bir sorunumuz da yok, bir samimiyet, sevgi-saygı, bağlılık da yok. Kimsenin gönlü olmuyor. Sadece işleri düşünce seni arıyorlar ve eşek gibi sırtına biniyor, derelerini geçiyor ve orada bırakıp bir daha işleri düşünceye kadar unutuyorlar.

SORUNLAR SORUNLAR…

İzmit’e tayin olduktan sonra üst üste birçok sorunlar yaşadık. İlk başta yerlerimizin istimlak edilmesi sürecinde yaşadığımız sıkıntılar. Arkasından yaşadığımız 17 Ağustos Marmara Depremindeki can ve mal kayıplarımız. Sonra babamın hastalığı ve vefatı, sonra annemin hastalığı ve vefatı… Sarıyer gibi oldukça kültür seviyesi ve insan ilişkilerinin yüksek olduğu bir yerden “Taşra” diyebileceğimiz İzmit’teki öğrenci profili, arkadaş çevresi, hep dışarıdan gelmiş muamelesi, kasaba kültürü, ilerleyen yaşın getirdiği dayanma gücü azalması, değişen öğretmen-öğrenci ilişkileri beni yordu. Kadının biri, “ben gelinken kaynanalar baskındı, çok çektim. Kaynana oldum, bu sefer gelinler baskın oldu, gene ben eziliyorum” dediği gibi, biz de öğrenciyken öğretmenler baskındı, biz ezildik. Öğretmen olduk, bu sefer öğrenciler baskın oldu, gene biz eziliyoruz gibi geliyor bana.
İnsanın insanı anlaması, anlamaya çalışması diye bir şey olması lazım. Kimsenin kimseyi anlamak diye bir dedi, endişesi, düşüncesi yok. Ömrümü Arapça öğrenmeye ve öğretmeye verdim. Bu uğurda denemediğim yol, yöntem kalmadı. Şunu gördüm ki, öğretmek diye bir derdin olunca başın derde giriyor. Birçokları çareyi, “sallabaşını al maaşını” sloganında bulmuş gibi. Kimsenin bir şey öğrendiği yok, kimsenin umurunda da değil. Zaten bizim toplumumuzda bir şeyler bilenin kesinlikle uyumsuz, anlaşılmaz, katlanılmaz ve istenmez olduğu bir gerçek. Herkes herkesi gütmeye, kullanmaya çalışıyor. İnsan ilişkilerinde düzey, kalite, nezaket diye bir şey yok. Koca koca adamlar öyle bir tavır sergiliyorlar ki bırakın bu tiplerle arkadaş ya da dost olmayı, uzak olmak en iyisi. O zaman da yalnızlık kaçınılmaz olmuş oluyor. Ya her zaman her yerde ikiyüzlü, emre amade, sürekli birilerini yüzünde öven akaksından söven olacaksın, ya da sap gibi ortada kalacaksın. Bu ille de birlerine yaranma kültürü yozlaşmanın en büyük nedeni bence. Bu yaranma kültürü insanları ikiyüzlü, tutarsız, ilkesiz, düzeysiz, menfaatçi, nobran, kaba, ham softa, kara yobaz yapıyor. Hâlbuki özdeyişlerimizde, ayetlerde, hadislerde hep dürüstlüğe vurgu yapılır. Olduğun gibi görünmek önemlidir. Hoşgörü gereklidir. Ama bütün bunlar vaazlarda ninni gibi dinlenip geçilen; ama insanların davranışında makes bulamayan değerler olmanın ötesine geçemiyor. İnsanların giyimiyle kuşamıyla uğraşanlar, cinsiyetçilik yapanlar, etnik kökencilik yapanlar, zenginlerin karşısında eğilip bükülenler, güçlü gördüklerinin karşısında melek, zayıf gördüklerine karşı canavar kesilen haysiyet fukaralarıyla nasıl dost olacaksınız? 

Belli bir yaştan sonra artık arkadaş, dost edinmek de zordur. Onun için elimizdekinin kıymetini bilmek, dostlukları her şeye rağmen korumak ve yaşatmak gerek. Bütün sosyal ilişkilerde uyum ve geçim sadece ve sadece katlanmayı gerektiriyor. Eşimizi, çocuğumuzu, öğrencimizi, arkadaşımızı kendimize benzetmeye kalkışmak temelde yapılan en büyük yanlış. Zevkler ve renkler tartışılmaz. İnsanların ilgi alanları, anlama düzeyleri, hoşlanma zevkleri farklı. Hatta inanma dereceleri, inandığını yaşama duyarlıkları farklı. İyi niyet ve sağduyu olduğu sürece her şeyi hoş karşılamak, ne dini, ne siyasi konularda fazla dönüştürme gayretli tartışmalara girmemek gerekiyor benim anladığım. Ama her türlü nobranlığı, müptezelliği, rezaleti, hak-hukuk tanımazlığı, kural tanımazlığı da hoş göreceğiz anlamı çıkarılmamalı.

Arada aile kabristanlığımızı ziyarete gidiyorum. Gerçek barışın, sükûnetin, asudeliğin orada olduğunu görüyorum. Bir de severek izlediğim bazı dizlerde yüzyıllardır hep benzer ve çok daha korkunç sorunların herkesçe yaşandığını görüyorum. Halil İnalcık’ın DEVLET-İ ALİYE”sini okuyorum. Orada da görüyoruz ki ne Müslümanların, ne sosyalistlerin, ne şunların, ne bunların hayalini kurduğu ütopik barış ve mutluluk bu dünyada hiç olmamıştır. Hak ile batıl hep başa baş yarışmış. İhanetler olmuş. Mevki-makam düşkünlüğü, mal ve servet edinme açgözlülüğü, ırkçılık ve benzeri ötekileştirme salgınları insanoğluna tarifsiz acılar yaşatmış. Ve hala günümüz dünyasında daha güçlü öldürücü silahlarla, amansız savaşlarla insanlar ölüyor, çocuklar ölüyor. İnsanlar yaşadıkları topraklardan koparılıyor, yerinden yurdundan ediliyor. Bütün bunlar ne uğruna? İki günlük dünya için değer mi bütün bunlara? Üstelik kutsal kitaplarda, klasiklerde, şiirlerde bunca güzel şeyler olmasına, öğütler bulunmasına karşın oluyor bütün bunlar.  Onun için diyorum ki, kimin ne dediği, ne yazdığı, ne konuştuğu, ne anlattığı değil, nasıl yaşadığıdır önemli olan. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz /Kişinin görünür rütbe-i aklı, eserinde.” (Ziya Paşa)

 

Hayri Bostan

Ulu Kanal

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.