Hayri Bostan: Acemi ihtiyar
Hayri Bostan: Acemi ihtiyar
İnsan yaşlandıkça duyguları, hassasiyetleri, zarafeti, nezaketi daha iyi anlıyor şüphesiz. Gerçek dostlukları sahtelerinden, samimi duyguları sahtelerinden, yapay davranışları gerçeklerinden daha iyi ayırt ediyor.
Hayatta her şeyin bir acemiliği vardır şüphesiz. Acemilik yaşanmadan profesyonel olunmuyor.
Otobüslerde gençler kalkıp yerlerini “buyur amca” diyerek verdiklerinde, ya da alışveriş için girdiğimiz bir dükkân ya da mağazada “buyur amca”, “buyur dayı” dediklerinde önce bir can sıkıntısı hissediyoruz. Ben nereden senin amcan ya da dayın oluyorum” da diyemiyor insan. Ama içimize de bir rahatsızlık çöküyor açıkçası.
İnsan kaç yaşında olursa olsun kendini genç, başkalarından küçük hissediyor. Ya da ben öyleyim. “Ağabey” dediğim birçok insana bir gün “tevellüdünüz kaç” diye sorup da cevabını aldığımda önce inanamıyorum. Bu adam demek ki benden daha genç ve yaşça daha küçük. Nasıl olur? Oluyor işte.
Şüphesiz bu durum Rabbimizin bize bir lütfudur. Yaşama sevincimizi taze tutma psikolojisi de diyebiliriz.
Doktora yolumuz düştüğünde doktor bize tansiyon hastası olduğumuzu, ya da şekerimizin sınırlarda dolaştığını, dikkat etmemiz gerektiğini söylediğinde de bu sözleri pek ciddiye almayız. Bir keresinde bir doktor hanım bana durumun vahametini anlatmak için gözlerimin içine sert bir bakış atarak: “Ölseniz bir şey değil de, felç olursunuz, yatalak olursunuz ve başkalarının başına bela olursunuz” diye çıkışınca oldukça etkilenmiştim. Bu yaşlara kadar adını belki çok az işittiğim hastalıklarla yüzleşiyordum. Doktora gidince de röntgen, kan tahlili, idrar tahlili, ultrasonografı, kalp grafiği ve benzeri işlemlerden geçip de ilaçlarımı alınca evde kocaman bir ilaç köşem oluverdi. Görenler hayret ediyorlar. Hayret edenler de belli ki benim gibi yaşlılıkla ve yaşlılık halleriyle henüz karşılaşmamışlar ya da birçok hastalıklarının belki farkında değiller.
Bugün bir yazı okudum. Beni çok rahatlattı. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde benim yaşlarıma ulaşmak için sabırsızlık gösterenler varmış. Öyle ya, emekli olacak, gezecek-tozacak, gönlünce yaşayacak. Akşamları istediği saatte uyuyacak, sabahları istediği saatte kalkacak ve istediği saatte kahvaltı edecek, istediği hobilerle vakit geçirecekti. Bizde buna “ikinci bahar” da diyorlar.
Küçükken hep büyümek, yetişkin olmak, yetişkin olmanın avantajlarına kavuşmak ister. Yaşlanınca da gençlik günlerini özler, hatıralarını yad eder.
Yaşlandıkça biraz da alıngan oluyor insan. Kendinden küçüklerin; yani çocuklarının, damatlarının, belki gelinlerinin bazı ufak tefek takılmalarından, ses yükseltmelerinden çabuk alınır oluyor.
Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresinde bir ayet vardır, herkes bilir:
“وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناًۜ اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَر۪يماً
"Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.[1]
Allah Resulü (sav) bir hadisi şeriflerinde: ليس منا من لم يرحم صغيرنا و لم يوقر كبيرنا -Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan, bizden değildir”[2] buyuruyor.
İnsan yaşlandıkça bu ayeti kerimenin derin manasını daha iyi kavrıyor. Öyle ya, gençlikte olsa insan çocuklarıyla, küçükleriyle tartışır, çekişir… Ama yaşlandıkça insan canının parçası çocuklarından duyduğu en ufak bir ses yükseltme, azar, karşı çıkma tavırlarından çok etkileniyor. Adeta yaşama sevinci dibe vuruyor. Ne yazık ki bu ayeti hocalar yıllardır hep eksik ya da yanlış anlatmışlardır. Babanın ve annenin genç ve sağlıklı, çocuklarınsa onların insaf ve merhametine muhtaç olduğu zamanlara yaydılar anlamını. Hâlbuki çocuk yetişme ve benliğini kazanma çağlarında elbette ki bazı şeylere karşı çıkacak, kendini ispat edecek, kişilik haklarına sahip çıkacaktır. İşte o gençlik dönemlerinde çocukları büyüklerin insafına kurban eden gelenek sonunda asıl hassasiyet gösterilmesi gereken yaşlılık yıllarında da büyükleri çocuklarının insafına kurban etmiştir. Yetişme ve benliğini kazanma evrelerinde çocuğun annesiyle, babasıyla, öğretmeniyle tartışması, bazı şeylere karşı direnmesi kadar doğal bir şey olamaz. Bizler çocukların haklarını, büyüklük konumumuzu kullanarak çaldığımız için, asıl sevgiye, saygıya, merhamete gereksinim duyduğumuzda da onlar kendilerine yapılanların rövanşını alıyorlar. Şüphesiz bunu yaparken kötü bir niyetleri yok. Belki onları buna biz alıştırmışızdır zamanında.
ATV’de ikinci sezonu yayımlanan “Bir Zamanlar Çukurova” dizisinde bana göre çok güzel, eğitici bir şey var. Büyük Hanım ( Vahide Perçin)’ın annesi Haminne ( Serpil Tamur)’ye, iyice yaşlanmış, Alzheimer olmuş annesine ne kadar sevgi, saygı ve şefkatle davrandığını izliyoruz. Hocaların camilerde anlattıkları dini konuların cemaatleri ne kadar etkilediği bir yana, bu dizideki davranışlar toplumun bütün kesimlerine mesaj iletiyor ve güzel davranışı, olması gereken davranışları özendiriyor. Ama özellikle dindar kesimde televizyon yayınlarına mesafeli yaklaşıldığı, özellikle dizilerin izlenmeden, anlaşılmadan, tamamen önyargılarla sakıncalı gösterilmesinden dolayı bu güzel mesajlardan en çok da dindar kesim yararlanamıyor.
İnsanlar arası ilişkiler, çevre temizliği duyarlılığı, hayvanlara karşı hassasiyet, şiddetin her çeşidine karşı bir algı konularında her kesime görev düşüyor şüphesiz. Son istatistik bilgilerine göre Diyanet İşleri Başkanlığının imam, müezzin, Kur’an kursu öğretmeni, vaiz olmak üzere yüz kırk dört bin iki yüz elli personeli var. Bana öyle geliyor ki bir televizyon dizisinde verilen eğitimi bu devasa kadro verememektedir. Şüphesiz bu büyük bir iddiadır. Ama şurası kesindir ki bu dev diyanet kadrosu toplumun belli inançlı kesimlerine hizmet verirken bir televizyon dizisinin verdiği eğitim toplumun yediden yetmişe her kesimini etkileyebilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının görevlerini inkâr etmek, hafife almak değil amacımız. Aksine din eğitimi başta olmak üzere eğitimin her veçhesi için toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Benim vurgulamak istediğim, görevi din eğitimi ya da genel olarak eğitim olanlar bazen küçümsediğimiz, dışladığımız, izlemeden, anlamadan karşı çıktığımız sinema, tiyatro, televizyon, gazete, dergi ve benzeri araçlarla daha etkin veriliyor olmasıdır. Belki de işi şu ya da bu şekilde eğitim olan kesimlerden daha etkili olmaktadırlar.
Camiler haftası dolayısıyla neler konuşulduğuna, yazılıp çizildiğine bakmak lazım. Temizlik, titizlik, nezaket, selamlaşma, güler yüzlü olma, başkalarına saygılı olma gibi evrensel kuralları ne kadar konuşabileceğiz? Küçüklerimizi sevmek, büyüklerimizi saymak her sabah okulların önünde topluca bağırtılarak öğretilemediğini sonunda öğrenmiş olduk.
Hoşumuza gitmeyen insan davranışlarının da gene televizyon ve benzeri araçlarla yerleştirildiğini biliyoruz. O halde yüzlerce olumsuz örneğe karşı birkaç tane olumlu çalışmayı takdir etmesini, onları konuşarak, yazarak daha çok izlenmelerini sağlamak suretiyle daha çok izlenmelerine katkı sağlayabiliriz. Ama “gölge etme, başka ihsan istemez” deyişinin mefhumunca en azından bilip bilmeden aleyhlerinde konuşmasak, yazmasak o da yeterdi.
Akıl yaşta değil baştadır. Büyük olmak sadece yıl sayısıyla ölçülmez bence. Bazen büyüklerimiz çocuk gibi, çocuklarımız ise büyük gibi davranabilmektedirler.
Yaşlı bir adamın abdest alırken yanlış yaptığını gören çocukların bu yaşlı amcaya: “Amcacığım. Biz abdest almak istiyoruz ama nasıl alınacağını tam bilemiyoruz. Biz birer abdest alalım, yanlışlarımızı bize söyle” demeleri üzerine o yaşlı amcanın kendi hatasını anlaması hikâyesi ne kadar nahif, ne kadar öğretici bir hikâyedir. Bu hikâyeyi camilerde defalarca dinlemişizdir; ama gerçek hayatta uygulamadıktan sonra bir yararı olmuyor. Buradan şu sonuca rahatlıkla varabiliriz. En güzel öğretme metodu uygulayarak örnek olmak, özendirmektir.
Ben ailemde her işimi eşime ve çocuklarıma danışırım. Öğretmenlik hayatım boyunca da öğrencilerimi tartışma ortamına sokmuşumdur. Şunu öğrendim: Bireysel olarak yaptığınız bu tür uygulamalar fazla işe yaramıyor. Doğru uygulamalar bir toplumun siyasi partilerinden hükumetlerine, üniversitelerinden sendikalarına kadar her kesimde uygulanmazsa fazla da işe yaramıyor. Çocukların kiminle evleneceğine varıncaya kadar her hakkın birer büyük olarak anne babaya verildiği bir gelenekten geliyoruz. Annemiz babamız ya da çocuğumuzun kişilik haklarına saygı gösterme olgunluğu bizde henüz yerleşmemiştir. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kızını kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır ya da zurnacıya” gibi sözlerin atasözü olarak yerleştiği toplumumuzda çocuklarımızı vicdanı hür, irfanı hür nesiller olarak yetiştirmek hiç de kolay olmayacaktır. Çocuklarımıza rehberlik yapmakla onlara kendimizce doğruları dayatmak aynı şeyler değildir. Nasıl ki anne ve baba çocuklarına mecbur olmanın ötesinde Allah’ın bahşettiği sevgi ve şefkatle onları büyütüyorlarsa çocuklar da mecbur oldukları, toplum baskısından çekindikleri için değil de, onları sevdikleri için hizmetlerinde olmaları farklı şeylerdir. Onun için yukarıda verdiğimiz ayeti kerimenin devamında Rabbimiz (cc) şöyle buyuruyor:
وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَان۪ي صَغ۪يراًۜ
"Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. "Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster" diyerek dua et."[3]
Şu muazzam ifadelere bakar mısınız? Çocuklara anne-babalarına karşı görevlerini hatırlatırken bir anne ve babanın çocuklarına küçükken gösterdiği sevgi ve şefkate vurgu yapılıyor. Durum böyleyken bir anne ya da baba sevgili yavrucuğunu severken anne ya da babasına nasıl duyarsız ve kaba davranabilir? Anne babanın çocuklarının bakımına muhtaç hale gelmesi durumunda nasıl aralarında “ben çok baktım, sen az baktın” kavgası yapabilirler?
Müslüman toplumların en küçük yapı taşı ailedir. Aile kurumunun da en büyük sigortası Kur’an-ı Kerimdir. O halde neden hala sorunlar yaşıyoruz? Çünkü Kur’an okuyoruz, okutuyoruz, dinliyoruz; ama Kur’an’ın manasıyla alakamız yok denecek kadar azdır. Mehmet Akif Ersoy’un çok güzel ifadesiyle;
“Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına..”
Ve devamında;
“İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
İnsan yaşlandıkça duyguları, hassasiyetleri, zarafeti, nezaketi daha iyi anlıyor şüphesiz. Gerçek dostlukları sahtelerinden, samimi duyguları sahtelerinden, yapay davranışları gerçeklerinden daha iyi ayırt ediyor. Allah ömür verdikçe daha kim bilir neler görecek, neler öğreneceğiz. Öğrenmenin de, olgunlaşmanın da yaşı da yok, sınırı da.
29.09.2019
HAYRİ BOSTAN
uzmanustaz@hotmail.com
Ulu Kanal
[1] İsra, 23
[2] Tirmizi, Birr, 15; Ebu Davud, Edeb, 66.
[3] İsra, 24
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.