Gültekin: ‘Ayla’ Filmi Kore Üzerinden Amerikancılığın Reklamı..
İslamî Analiz köşe yazarlarından Yrd. Doç. Dr. Mücahit Gültekin, ‘Ayla’ filmini farklı bir perspektiften değerlendirdiği yazısında, 67 yıl sonra Kore üzerinden Amerikancılığın reklamının yeniden nasıl yapıldığını gözler önüne serdi.
Ayla nedeniyle Kültür Bakanlığı’nı kınıyorum.. - Mustafa Yürekli
İşte o yazı:
Ayla filmine gittim.
Film bittiğinde "Helal Olsun Can Ulkay'a" dedim içimden; "67 yıl sonra Kore'yi yeniden katletmiş.", "Gerçek bir hikayeye" dayanarak, "Kore gerçeğini nasıl da görünmez kılmış...".
Öncelikle şunu belirteyim: Filmin yönetmenliğini, asıl işi reklam filmleri yönetmenliği olan Can Ulkay'ın üstlenmesi, Tarkan'ın eski sevgilisi Elif Dağdeviren'in de filme danışmanlık yapması isabet olmuş.
Tam 67 yıl sonra ülkemizde Kore üzerinden Amerikancılığın reklamını yeniden yapabilmek için büyücü gibi bir şey olmak lazım. Film bunu başarmış...
*
İnsanlık tarihinin görüp göreceği en acımasız savaşlardan biri olan Kore harbi kolektif hafızamızdan silinip gitmiş ve bu savaş literatürde "unutulan savaş" olarak tanımlanmıştı. Savaştan 40 yıl sonra, 1990 yılında Mim Kemal Öke de kitabına "Unutulan Savaşın Kronolojisi Kore" ismini vermişti. TRT tarafından 2008 yılında çekilen Kore Savaşı belgeseli de "Unutulan Savaş Kore" başlığıyla yayınlanmıştı.
Ben geçtiğimiz yıl üniversite öğrencileri arasında bir araştırma yapmıştım. Öğrencilerin %75,6'sı Kore Savaşı'nı hiç duymamıştı!
Bugün artık biliyorlar.
Kore Savaşı "Ayla'yla" yeniden hatırlatıldı. Aynen 1950 yılının yaz aylarında olduğu gibi... Mehmetçik "kafir/vahşi/Allahsız komünistlere" karşı "ehl-i kitap Amerika'nın yanında" mazlum Güney Korelilerin yardımına koşmuştu[1]. Bu yalanı Ayla üzerinden yeniden güncellemek çok zekice doğrusu. Nitekim 2017 Mayıs ayında Amerikan başkanı Trump da Erdoğan'a "Kore'deki kahramanlıklarımızı unutamadıklarını" söylememiş miydi?
Halbuki Güney Kore bizimkilerin umurunda değildi. Kimsenin Kore diye bir ülkenin varlığından bile haberi yoktu. Bizimkilerin biricik derdi NATO'ya girebilmekti. Daha 1948 yılının Kasım ayında NATO'nun kuruluş sürecinde "bizi de alın" diye yalvar-yakar olmuşlar ama "red" cevabı almışlardı. İlk resmi başvuruyu ise 10 Mayıs 1950'de CHP hükümeti yapmış ama yine "hayır" denilmişti.
Demokrat Parti başa geçtikten sonra, BM Komünist Kuzey'e karşı bütün dünyayı ABD'nin yanında savaşa çağırdığında bu çağrıya NATO ülkelerinden bile önce davranıp cevap veren Türkiye olmuştu. NATO'ya girilecekti; kansa kan, cansa can... Gereken diyet ödenmeliydi.
Ama bunun da işaretini bir Amerikalı vermişti. Senatör Cain, Menderes kararını açıklamadan kısa bir süre önce bir konuşma yapmıştı.
Cain, "En azından üç ülke Kore'ye askeri yardım göndermeyi teklif etmeliydi ama yapmadılar." diyerek sitem ettikten sonra şöyle demişti: "Eğer böyle bir teklifi ilk yapan Türkiye olsaydı dünyadaki prestiji artardı ve bu hareketinden dolayı da diğer ülkelere bir örnek teşkil ederdi.". Cain bununla da yetinmemiş, Türkiye'nin NATO'ya alınmasına inandığını da ekleyivermişti.
Cain'in konuşmasındaki sihirli kelime "prestij" idi. NATO'yu da zikredince bizimkilerin kendinden geçmesi kaçınılmazdı.
Menderes, Yalova'daki toplantıdan sonra A. Emin Yalman'ı yanına çağırmış ve bu çağrının "yaman bir fırsat" olduğunu, NATO'ya girmelerine bir köprü olabileceğini belirtmişti. Ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en "cesur" kararını verdi: Meclis'e bile danışmadan 4500 memleket evladını Kore'ye göndereceğini açıkladı. Kim itiraz edebilirdi ki? O yıllarda hepimiz sapına kadar Amerikancıydık. Amerika'nın yanında olmak "Allah'ın emri"ydi. Meclis neydi ki?
Bu kararın üzerinden henüz bir hafta geçmişken Türkiye yeniden NATO'ya girmek için ikinci resmi başvurusunu yaptı ama ikinci kez red cevabı aldı. Daha sonra, başka gerekçelerle Türkiye NATO'ya alındığında Samet Ağaoğlu, "Kore'de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına girdik." diyecekti. Ne var ki, bu da doğru değildi. Çünkü Kore'ye asker göndermeyen Yunanistan da NATO'ya alınmıştı.[2] Bugün pek çok uzman Türkiye'nin NATO'ya alınmasının Kore'yle bir ilgisinin olmadığını söylemektedir.
Halbuki Türkiye Kore'de en ağır kayıp veren ikinci ülkeydi. Savaşta 721 Mehmetçik, Amerikan saflarında can vermişti. 2 bin 147 yaralı, 175 kayıp, 234 esir vardı. Zayiat oranı %23'tü. Neredeyse Kore'ye giden her dört askerden biri zarar görmüştü (Türkiye savaşın başlamasından sonra 4 tugay değiştirmiştir; 14 bin 936 asker savaşa katılmıştır).
Amerikan büyükelçisi McGhee daha sonraları, Türkiye Kore'ye katılmakla "Batı'ya adanmışlığını kesin bir şekilde gösterdi." diyecekti.
Doğruydu. "Kanını ve canını" Batı'ya armağan eden Türkiye, Kore'ye gitmek için öylesine gönüllüydü ki, Hükümetin yaptığı propaganda sayesinde 24 saat içinde savaşa katılmak için 3 bin gönüllü başvurmuştu. Diyanet işleri "Kore Yolu Allah yoludur." fetvasını vermişti. Ülkenin her tarafında Kore Büroları kurulmuştu. Hüseyin Bağcı bu bürolara 150 bin gönüllünün başvurduğunu söylemektedir. Gönüllüler arasında 10 profesör, 4 doçent, 8 lise müdürü, yüzlerce memur ve subay da vardı. "Dersim fatihi" Sabiha Gökçen de gönüllüydü. Gönüllü başvurusunun 20 bini bulduğunu söyleyen Brockett, "Ordu bu itibarı kimin kazanacağını belirlemek için çekiliş yapmak zorunda kaldı." diyecekti. Halbuki aynı tarihlerde Amerika'da Kore'ye gitmek için kimse gönüllü değildi. General Hershey Amerikalılar için "Herkes dışında kalmak istiyor." demişti.
Bir kez daha görülmüştü ki, gaza gelmek konusunda kimse bizim elimize su dökemezdi. Yeter ki, bize "Yürüyün" denilsin... Yeter ki biri "Kahraman Türk evlatları" desin, yeter ki fonda Mehter Marşı gümbür gümbür çalsın...
Öyle ya... Filmin Türkçe Olimpiyatları tadındaki sahneleri nasıl da şirindi. Hele o Korelilerin "Türk okulunda" okuduğu marş:
Ankara Ankara, güzel Ankara.
Seni görmek ister her bahtı kara.
"Atatürk+Allah+Türkçe+Ankara+Amerika" işte bizim kanımızı ve gözyaşımızı coşturan sihirli formül. Her zaman mı işe yarar arkadaş... Her zaman işe yarıyor.
*
Kore'de çoğu sivil 4 milyon kişi öldü. Bunların 2,5 milyonu Kuzeyliydi. Kore'nin üzerine Japonya'ya atılan napalm ve benzeri bombalardan daha fazlası atılmıştı. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk da 38. paralel ile Çin arasında bombalanmadık yer bırakmadıklarını, "taş üstünde taş" koymadıklarını söylemişti. Kuzey Kore halkının %20'si öldürülmüştü. Amerika'nın savaşta yaptıkları bizimkileri bile ürkütmüştü. Savaşa katılmış bir Türk subayı şöyle demişti: "Amerikalılar risk almazlar. Amerikalılar silindir gibi ezer geçerler.". Savaş başladığı yerde, 38. paralelde bitti. Savaştan sonra yerle bir olmuş bir Kore ve bölgede kurulmuş 400 Amerikan üssü vardı. Bir de bu utanç verici savaşa ortak olmuş Türkiye...
*
Filmde boğazımın hınçtan düğümlendiği iki sahne vardı. Biri General McArthur'un bizimkilere "yağlama-yıkama" yaptığı bölüm; diğeri de yine Amerikalı generalin bizimkilere madalya taktığı sahne. Film bahsetmiyor ama ben söyleyeyim (Gerçi film bir çok şeyden bahsetmiyor. Örneğin Tahsin Yazıcı'nın[3] ismi bir kez bile geçmiyor). ABD Kıbrıs'a çıkarma yapmamızı engellediğinde, "oturun oturduğunuz yerde" deyip de bizimkilerin gıkını çıkaramadığı günlerde, Kore gazileri bu madalyaları geri iade etmişlerdi.
Geçmiş olsun... Bu da bizim ikinci temel özelliğimiz; her kazığı "Allah Allah" sedalarıyla zevkle yiyip, bunun bir kazık olduğunu ancak 15 yıl sonra anlayabilmemiz.
Halbuki 28 Temmuz 1950'de içimizden bir kaç kişi (Behice Boran ve arkadaşları) bunun bir kazık olduğunu söylediklerinde hepsini tutuklayıp, "hain" ilan etmişlerdi. Bu da üçüncü temel özeliğimiz, "bi dakka" diyenden, "Bu işte bir bit yeniği var; biraz akl-ı selim..." diyenden nefret ediyoruz. O yıllarda Ahmet Emin Yalman da, "yapmayın, etmeyin" diyenlere öyle dememiş miydi: "...mertlik damarlarımızı uyuşturmaya hiçbirimizin hakkı yoktur."
*
Peki biz Kunuri'de destan mı yazdık?
Bizimkilere göre öyle. Ama Amerikan resmi tarihine göre öyle değil. Onların belgeleri, Türklerin nasıl korkak olduğunu, zoru görür görmez nasıl sıvıştığını, Kunuri'de Kuzey Korelileri değil müttefik Güney Korelileri esir aldığını ve imha ettiğini; disiplinsiz, kafasına göre davranan, emirleri anlamayan "şapşal" bir Türk askerini anlatıyor.
Gerçek şu ki, Türk askeri Kunuri'de Amerikalılar geri çekilebilsin diye kum torbası niyetine kullanılmıştı. Ağır kaybın sebeplerinden biri buydu. ABD Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles, Türk askeri için, "Çok masrafsız, günlük masrafı 23 centi aşmıyor." demişti (Nazım Hikmet bu söz üzerine meşhur "23 Sentlik Asker" şiirini yazacaktır).
*
Bir de şu komünist üsteğmenden bahsetmek gerekiyor (o günlerde neredeyse "çekiç"e bile düşmandık, bu adam orduya nasıl girmişse!). Bir yanda karıncayı bile incitmeyen Türk askeri duyarlılığı, diğer yanda "hayvan sevgisini" bile ondan öğrenen komünist (Türk) askeri (Komünizmden vazgeçince parantez kalkacaktır).
Kafası karışır komünistin. Ama filmin sonunda Ali'yi, Süleyman'ı, Ayla'yı ve bizim komünist üsteğmenimizi Marilyn Monroe bir araya getirir.
Ali Marilyn'e çok öncesinden aşıktır. Resmini yanından ayırmaz. Kore'de konser verileceği gün görevi sebebiyle konsere katılamaz. Tek arzusu Marilyn'in bir imzasını almaktır. Bizim komünist üsteğmen, Süleyman astsubay ve Ayla'nın işbirliğiyle Marilyn'den imza alınır. Marliyn inanılmaz bir şey daha yapar ve resmi "kırmızı rujlu dudaklarıyla" da süsler (Filmin tam da bu sahnesinde komünist üsteğmenimizin sevinci görülmeye değerdir. Marilyn'in dudakları aklını başına getirmiştir).
Ali nöbette vurulduğunda kanımız Marilyn'in kırmızı rujuna karışır. Onun kırmızı dudaklarına ne Müslüman Türk askeri, ne de komünizm dayanabilir.
Monroe'dan altmış yıl sonra, Haziran 2011'de, bu sefer Suriye'deki "ensarca duruşumuzu" takdir etmek üzere, yine dudaklarıyla meşhur biri, Angelina Jolie Hatay'a gelmiş ve Tekel binasına asılmış "Goddness Angel of The World Welcome" (dünyanın iyilik meleği hoş geldin) yazılı bir pankartla karşılanmıştı. O günlerde yine içimizden bir kaç kişi "bi dakka, bu işte bir bit yeniği var." dediğinde ne Esedçiliği, ne de şebbihacılığı kalmıştı. Şurası açık ki, bu Hollywood yıldızlarının dudakları bizim coğrafyada muhtemelen bir uyuşturucu etkisi yapıyor...
*
Gelelim filmin en duygusal, en trajik, en "acıtıcı" kısmına...
Film Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmiş.
Bakanımız Numan Kurtulmuş, film hakkında "Ayla bizim Oscar adayımız.", "İnşaallah Oscar'da yüzümüzü güldürür." demiş.
Yemin ediyorum, şu Batı'dan ödül alma, "aferin" alma manyaklığından kurtulabilmenin bir çaresini bilsem, ömrümün kalan kısmını o yola adayacağım.
Allah biliyor ya bazen, "keşke" diyorum, "O zamanlar Abdullah Cevdet'in damızlık erkek[4] önerisi kabul edilseymiş de, şu manyaklıkların hepsini toptan yapıp, bu iş perakende bir acıya dönüşmeseymiş.".
Bakan ayrıca filmin galasına katılmış ve "Burayı anlamlandıran gencecik cıvıl cıvıl evlatlarımıza güzel seyirler diliyorum." demiş. Yeni bir proje başlatmışlar. Sinemaya gitmeyen öğrenci kalmayacakmış. (Bu arada bizim çocukları da götüreceklermiş hafta sonu Ayla'ya...)
Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nihat Gül ise, "Sinema dışı unsurlar devreye girmezse başarılı olacağımıza inanıyoruz." demiş (Bu kadar Amerikan güzellemesinden sonra ne girecekse?).
Filme uzmanlar tam not vermişler...
vesaire, vesaire...
Diyecek bir şey bulamıyorum.
Biz hakkaten Oscar'ı hak ediyoruz.
[1] Şüphesiz oraya gönderilen Mehmetçiğin bir şeyden haberi yoktu. Onlara Allahsız komünistlere karşı savaşacağı söylenmiş onlar da istenileni yapmıştı. Ancak yine de Kore'de hayatını kaybeden en üst rütbeli subay olan Albay Nuri Pamir'in günlüklerinde de yazdığı gibi bizimkiler oralarda yüz kızartan işler de yapmıştı.
[2] Burcu Bostanoğlu (1999) Yunanistan'ın Kore'ye asker göndermediğini söylemektedir. Ancak Cengiz Atlı (2014) Yunanistan'ın göstermelik de olsa bir tabur asker gönderdiğini belirtmektedir.
[3] Tuğgeneral Tahsin Yazıcı Kore'ye gönderilen ilk birliğin komutanıydı. 241. Piyade Alay Komutanı Albay Celal Dora'yla kavgalıydılar ve her ikisi de 1963 yılında anılarını yazdılar. Daha sonraları Yazıcı DP'den, Dora CHP'den vekil seçildi. Yazıcı anılarında Amerikalıların kendilerini nasıl yalnız bırakıp tüydüklerini kibar bir dille anlatmaktadır. Tahsin Yazıcı 1960 darbesinden sonra 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
[4] Tarık Zafer Tunaya (1999) Cevdet'in bu önerisinden bahsetmektedir. Bazı kaynaklar ise böyle bir öneride bulunmadığını aktarıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.