Dr. Necmeddin Turinay: Âkif’in Leylâ-yı Vicdân’ı
“Tahkikât-ı Edebiye” başlığı altında, Servet-i Fünûn’un 1919’da açtığı bir soruşturmaya verdiği cevapta Âkif: “Nazımla bugün yürümek istediğim gaye, rezâil-i içtimâiyemizi ortaya koyup, halkı bunlardan nefret ettirmeye çalışmaktır. Zaten şiire Sâdi mesleğini taklid ile başlamıştım. (...) Acemlerden Sâdi’yi pek çok okudum. Öyle zannederim, en çok tesiri altında kaldığım edîp Sâdi olacaktır” diyordu.
Şarkın ahlâk ve hikmet abidesi Sâdi, uzun asırlar içinde elden ele dolaşan Bostan’ı ve Gülistan’ı ile, eski kültürümüzde mümtaz bir yere sahiptir. Eski Hint hikâyelerinden Binbir Gece masallarına kadar şarkın hep aynı havuzda toplanan sanatını, İslâmi ahlâk ve hikmetle meczeden bu iki eser, Şirazlı dehânın iki büyük şaheseridir. Onun çok basit eski hayvan hikâyelerinden, saraylarda cereyan eden vukuattan ve zengin, fakir, köylü, şehirli ve esnaf etrafında cereyan eden basit olaylardan nasıl kolaylıkla ezeli hikmetlere ulaşabildiğine hep şaşılmıştır. Eski ahlâk kitaplarımızı besleyen terminolojinin kaynağı da, gene Şirazlı Sâdi’nin Bostan ve Gülistan’ında yatar. Onun için Âkif, şarkın bu hikmet sultanı için:
Gülistan’ı hâlâ hazân bilmiyor
Safâ’yı rebîisi eksilmiyor
diyor.
Âkif’in çok meşhur, Hasta, Küfe, Seyfi Baba, Meyhane, Bayram, Sel- ma, Koca-karı ile Ömer, Mahalle Kahvesi gibi eserlerinde, “rezâil-i içtimâiye”mize gerçekten çok keskin bir neşter vurulur. Çoklarınca hatırlandığı için, özellikle bu şiirlerini zikrediyoruz. Âkif, “Öyle zannederim en çok tesiri altında kaldığım edib Sâdi olacaktır” dediğine göre, bu şiirle Sâdi mesleğinin ilgisi behemehal kurulmak gerekir.
Adını andığımız şiirlerde ilk göze çarpan husus, az çok bir tahkiyeye istinat etmeleridir. Bu hikâye edişte ikinci olarak güçlü bir realite duygusu hakimdir. Ayrıca bu nazım-hikâyeler bizi, Maupassant tarzı hikâyede olduğu gibi, beklenen bir sonuca veya buradaki şekliyle hikmete ulaştırır. Sâdi’nin sanatında gördüğümüz de bundan pek farklı değildir. Cemiyetin her diliminden insanlar, bunlar arasında cereyan eden bir hikâye, nüansları kaçırmayan bir dikkat ve şuurlu bir seleksiyon! Arkasından da insanı şaşırtacak sonuçlar, ezelî hikmetler!
Artık Sâdi tarzı, yani hikâyeden hikmete şeklinde formüle edebileceğimiz bu mantık, özellikle ilk Safahat’ların portresini çizer. Yani “hikâyeden hikmete” mantığı, neredeyse müstakil epizotlar teşkil ederek birbirine eklenen bu şiiri, hacim olarak durmadan besler. Sonra bununla da kalmayarak, yoğun diyaloglar girer bu şiire. Bakarsınız ki Safahatlar realist diyebileceğimiz hikâyeler ve güçlü hitabet örnekleri ile çağdaş bir nasihat-nâme- ye dönüşmemiş midir?
Şair, zorlu bir süvari gibi, altındaki atı çatlatacak raddelere kadar varır. Yani süvarinin gayreti, aşkı, fedakarlığı o derecededir ki kendisi gözümüzde efsaneleşir; fakat altındaki at sanki can vermeye ramak kalmıştır. Buradaki tehlike şiiri, nesrin misyonuna koşmaktan kaynaklanır. Servet-i Fünun’dan gelen ek bir tesirle de mısra parçalanmış, beyit-bent fikri yara almış, yoğun tasvir ve diyaloglar arasında, şiir zaman zaman mahalle aralarına kadar inmiştir. Hele hele nesirde kalması gereken ve aslında nesri besleyen aşırı realite duygusu ve bunun yolu sayılması icabeden yoğun tasvir gayreti; gerçek şiirin dayanağı olan imajların da yerini işgal etmekle, bu şiir sanki ikinci bir darbe daha almış gibi görünür.
Âkif’in bazı şiirlerini bu arzu edilmez sonuca doğru sevkeden, ne yazık ki onun ahlâkçılığı ve hepimizin merbûtu bulunduğumuz yüksek idealizmdir. Servet-i Fünûn’un batıdan, Âkif’in ise doğudan yani Sâdi’den yola çıkarak vardığı bu sonuç, zaman zaman aynı noktada çakışır. Burada Tevfik Fikret’in Balıkçılar vs. şiirleri hatırda tutulmalıdır.
Ancak zamanın bezgin ve bunalmış muhiti bu şiirdeki aşka, ahlâk ve iman telkinine, yılmaz mücadele azmine kolayca kendisini teslim etmiş, beğenmiş ve hâlâ daha hakim olan Servet-i Fünûn telâkkileri ile de her edebî zevk tarafından takdir edilmiştir. Zamanın dergileri gözden geçirildiğinde, edebiyat otoritelerinden her birinin bu şiir hakkındaki imrenişlerini okuruz. Az önce de belirttiğimiz gibi kâh Servet-i Fünûn’dan kalma edebî telâkkiler, kâh Balkan bozgunu ve Cihan savaşı şartları içinde kendilerinde bulmadıkları bir ideal aşkını görmekle, çok küçük batıcı bir mülhid grup hariç devrin aydınları bu şiire şiddetli bir prestij duydular. Yani merhumun şiiri, kendi zamanı içinde sağlam bir tenkitle karşılaşmadı. Onun kendisi ve şiiri hakkında yazılanlar, yoğun bir gıpta olarak özetlenebilir. Bu şiirdeki aşk, ümit, ideal yüksekliği ve iman karşısında hemen herkes küçülüyor, zafiyetini duyuyor ve neticede de son derece samimi bir yüceltme mekanizması kendiliğinden devreye girmiş oluyordu.
Fakat bizce Âkif’in asıl şiiri sırf burası değildir. Nedense, o zamandan beri bu şiir, hep o manzûm-hikâye tarafıyla, realiteyi kavrama ve kucaklama tarafıyla izah edilir oldu. Yani kendi zamanındaki değer ve ölçülere ve edebî telâkkilerin değişmezliğine olan itimat ne sarsılmış, ne de yenilenmeye ihtiyaç duyulmuştu.
İnsanı bu ölçülerden kuşkuya düşürmeyen taraf, merhumun bütün şiirini saran, kucaklayan ızdırap olur. Edebiyatımızda Fuzûli’den sonra ızdırabı umûmileştiren, onu mâşeri bir vicdana dönüştüren ikinci bir şiir kaydedilemez. Fuzûli’de tek insanın ızdırabı, tek tek bütün insanların, yani mücerret insanlığın ızdırabına dönüşür. Yani onda gördüğümüz hasret ve yücelme iştiyakı, varlığın kesretinden ruhun istiklâlini temin yolundaki bir gayretten, bunun zorluk ve imkânsızlığından beslenir. Bu yolda insan ruhunun duyduğu aşkla, kesretten doğan tezat, sadece Fuzûli’nin değil bütün insanlığın ezeli hikâyesi olup çıkar.
Ne var ki Âkif’in ızdırabı ilk anda ben-merkezli bir ızdırab olarak gözükmez. Namık Kemal’in “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma” dediği gibi, o da kendisini ihmal ile önce rezâil-i içtimâiyemiz’e, arkasından millet ve ümmet kavramları içine dahil edilebilecek bir bütünlüğün giriftar olduğu hastalık, fakirlik, ahlâki düşkünlük, taklitçilik, din zafiyeti vs. gibi hallere karşı duyduğu acıyı dile getirir. Yani kendi dışındaki bir insanın ve muhitin ızdırabına sahip çıkar, onun kendini mesul bilen bir tercümanı olur. Âkif bu perdede gerçekten bir toplumun mücessem vicdanı gibidir. Onun çizdiği aynada, aydın ve toplum kendini seyretme imkânı bulur. Sonra bu şiir kişi ve toplum boyutunu da aşarak, kendini daha yüksek bir amaca koşar. Osmanlının son şehâmetinin destanı da, mersiyesi de bu şiirde resmedilir. Öyle bir an gelir ki ortadaki destansı mersiye, İslâmın yirminci yüzyıl başındaki gurûbunun zemzemeleri olarak algılanır. Fuzûlî’de ruhun istiklâli aşkı ve vahdete erme ihtiyacı ile kesretten doğan bu acı duygusu; Âkif’te yeis nedir bilmeyen bir ümit ve imanla İslâm milletlerinin, hatta daha açık bir ifade ile de İslâmın zevâli karşısındaki bir tezada yaslanır. Fakat bunca feryat ve figana, fedakârlığa rağmen sonuç da bellidir: Koskoca bir hüsran!.. Şairin diliyle söyleyelim:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz
İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!”
Burası son derece tehlikeli bir noktadır. “Bedrin arslanları”nı hatırlatan bir mücadelenin sonu işte ortada: Dualar müstecâb olmamış, en samimi yakarışlar makes bulmamıştır. Önceki yıllarından tanımadığımız derin bir yeis ve hüsrandır artık şairi kuşatan. Bu bu- nalmışlık hali bir imanı çözebilir, ruhu yıpratabilir, kalbi karartabilirdi. Yani kendi çağdaşlarında yıllardan beri gördüğümüz bir bedbinliğe Âkif, mütareke içlerinde ve sonrasında kapılabilirdi. Fakat ruhun bu en desteksiz ve karanlık anında, muhakkak ki Âkif korkunç bir sınavdan geçmiş, neticede Rabb’ine en yakın bir mertebeye yükselmiştir. Dolayısıyla dünyaya nizam vermek isteyen bir iradenin çözülüşünü idrâki, bir tükenmeye yol açmayarak bilakis vecidli bir imanî yükselişe inkılâb eder. Hüsran, Bülbül, Leyla, Hicran, Secde gibi şiirler, siyasî-maddi planda her şeyin tükendiğini idrak eden şairin, içine girdiği vecit ve istiğrakın derin, melâlli söyleyişleri olurlar.
Zevalini gördüğü İslâmın âtisi artık bir “Leyla”dır, Leyla kadar uzaktadır. Bu noktada, “fer- dâ-yı Mev-ûd” uğruna dökülen kanlar, artık bir nisbet olarak ileri sürülmekten kaçınılır. Şairin “Gel ey Leyla” biçimindeki yakarışları, onu gerçekten bir Mecnûn mertebesine yükseltir: “Gel ey Leyla, gel ey candan yakın cânân, uzaklaşma”, “Cemââtler kölendir, Kâbeler haclen... Gel ey Leyla!”, “Senin derdinle canlardan geçen Mecnûnla uğraşma!”, “Bu nâzın elverir Leyla, in artık bâlâdan/ gibi.
Leylâ sonrası şiirlerinden Gece, Hicran ve Secde’de bütün alemi tecelliler yumağı halinde görür. Sûri mantık bu tecellileri birbirini tamamlayan, biri diğerinin sebebi ve neticesi olarak, yani kâinatı vahdete yönelik bir “devinim” biçiminde idrak edemez. Âkif’in önceki zamanlarında olduğu gibi!.. Fakat işte şimdi fark ediyor ki alem bir “vahdet-gâh”dan ibaretmiş. Onu bize tam aksine “vahşet-zâr” olarak gösteren, insanın ve eşyanın şuuruna eremediği hicran’dır. Görüntüdeki tezatlı hâl, nesneler alemindeki bir değişmeden değil; bizim içimizdeki bir sebepten, geçirdiğimiz bir “iç-inkılâptan” ile gelir. Şaire göre, “Bir bu’d-ı mutlakta her şey; karanlıklar, ışıklar, gölgeler lebriz-istiğrak’tır. Bu noktada idrak edilen, kâinatın ezeli zikr ü tesbihidir. Bu bakımdan şair, “Gel ey dünyaların Mevlâsı, Ley- lâ-yı vicdanım” diye yakardığı alemlerin Rabbine yönelik bir cezbeye vecd içinde iştirak eder. Yani kendini böyle bir cezbenin içinde bulur. Cezbe ise hilkatin zikridir ve hicran’ın şiddetinden kuvvet alır.
Şairin derin vecdinin ifadesi olan ve yüksek seviyeli bir lirizme eren bu şiirler, tekrar tekrar okunsa yeridir. Âkif ilk Safahat’lardaki şiirleriyle de büyük insandır. Fakat bu parçalardaki ıztırabı derin, vecdli ve mecnûnânedir. Şair kâinatı “kudretin bir vahyi halinde” görerek, “Leylâ-yı vicdanı” yolunda gerçek bir faniliğe erer. Bu seviyedeki şiirlerde gördüğümüz, tasavvufun yüksek mertebelerine yönelik, zaman ve mekân kaydından azade cezbeli bir seyahattir. Safahat’ın öteki kitaplarındaki uzun hikâyeler içinde de, bu seviyede yüksek şiirlerle zaman zaman karşılaşırız. Ve bizce Âkif’in hilkatindeki asıl şiir işte budur.
Mesela nice yıllar önce kaleme aldığı Arif Hikmet mersiyesinde, böyle yüksek bir şiire duyduğu gıptaya işaretler vardır. Ayrıca Safahat’taki nice bölümler, ve meselâ “İstiğrak” adlı parça bu bakımdan hatırlanmalıdır. Reddettiği divan ve tasavvuf ıstılahlarına, bu son şiirlerinde yer yer tesadüf ederiz. Ama asıl dikkatimizi çeken, yüksek din ve tasavvuf lirizmine Âkif’in eskinin biraz da şematizme dönüşen terminolojisini bırakarak orijinal bir denemeyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Başlangıçta tenkit eder gibi olduğumuz şiir tarzında da, bu ara önemli değişiklikler gözlenir: İlk önce hikâye etme, yani vaka anlatma devre dışı kalmaya başlamış, didaktik vaaz uslûbu terk edilmiş ve mısra bütünlüğüne doğru bir kayış gözlenir olmuştur.
Bir ara Âkif’le Fuzûli arasında kurduğumuz ilgi, bu son şiirlerde daha iyi ortaya çıkar ve tam bir çakışmaya dönüşür. Bu, şiirlerin tarzındaki bir müşâbehetten değil, yüksek şiirin kaynağına ortaklaşa erişten ileri gelir. Ne var ki Âkif bu noktaya, uzun maceraların ve mücadelelerin sonunda vardı. Zaten onu bu uzun maceralara sevkeden de yaradılışındaki muztarib taraftır. Büyük dehâlar çoğu zaman ruhlarındaki bu asalete uzun çileler, fedakârlıklar sonunda ancak erebiliyorlar. Âkif’in uzun mücadelesi de, aslında hilkatindeki hakikati kovalamaktan, yakalamak arzusundan başka bir şey değildi.
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
Kaynak: tyb.org.tr/dr-necmeddin-turinay
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.