Doğan Hızlan: Dijitalleşme edebiyatın içeriğini ve kalitesini etkilemiyor
İstanbul
Gazeteci, yazar, eleştirmen ve televizyon programcısı Doğan Hızlan, 83 yıllık yaşamının, yazarak geçen 65 yılını, müzik, kitap ve sanatla iç içe hayatını ve kendisiyle özdeşleşen papyonlarının hikayesini AA muhabirine anlattı.
"Eleştiri", "Saklı Su", "Ne Kadar Mozart O Kadar Süt", "Söyleşiler", "Sanat Günah Çıkarıyor", "Güncelin çağrısı", "Düzyazı Ayracı, Mavi Bereli: Edebiyat ve Dil Yazıları", "On Birinci Kat Yazıları", "Şiir Çilingiri", "1980 - 2000 Gösteri Yazıları", "Edebiyat Dönencesi", "Yalnızlık Kahvesi", "Eleği Duvardan İndirelim", "Aynadaki Bakışlar", "Edebiyat Daima", "Sönmüş Kibritin İzinde", "Çalıntı Kitap Deposu", "Cağaloğlu - Hayatın ve Mesleğin Başladığı Yer", "Kitaplarla Kültür Turu" ve "Anılarımda Yaşayanlar" adlı eserlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda kitaba imza atan Hızlan, TRT 2'de "Karalama Defteri" programının yanı sıra Hürriyet Gazetesi'nde köşe yazıları kaleme alıyor.
Neydi bunca yıl sizi yazmaya iten güç ya da bu motivasyon nereden geliyor?
Çok kitap okuyanın kimisi okur, o konuda dostlarına bilgi verir, sohbet toplantılarında okudukları kitabı karşılıklı konuşur. Ama kimileri de okuduklarını da yazsın ister. Böylece okuduğunuz bir kitabı, öğrendiğiniz bir bilgiyi başkaları da öğrensin başkaları da katılsın istersiniz. Yani ben öyle düşündüm. Okuyorum, düşünüyorum, beğeniyorum. Bunu başkaları ile de bölüşeyim dedim ve o zaman yazmaya başladım. İlk yazım da 1954’te Forum diye meşhur bir dergi vardı o zaman tanınmış. Forum'da Fazıl Hüsnü Dağlarca üzerine bir yazım çıktı. Ondan sonra da devam ettim çeşitli dergi ve gazetelerde. Sonra bunları kitaplaştırdık. Tabii bir de şu var, çocukluğumda, gençliğimde fazla oradan oraya eğlence, burada futbol maçı, yüzmeler falan gibi bir hayatım olmadı. Evin tek çocuğu olarak sakin, okudum okuduğumu da yazdım. Yani beni buna iten itici güç, okuduğumu, bildiğimi başkalarıyla paylaşmaktı.
Ailede de var mıydı yazar?
Hayır yok. Ailede müzikçiler vardı. Müziğe bütün ilgim oradan gelir. Annem hariç teyzelerim, halalarım, baba tarafım, anne tarafımda hepsi bir enstrüman çalar ve müziği bilirdi. Oradan geliyor. Çünkü müzik kulaktan gelme bir şey. Oturuyorsunuz aileden birinden bir şey duyuyorsunuz ve bir şey çalmak istiyorsunuz. Ben de uzun süre ud çaldım, başka sazlarla ilgilendim. Ama hala nota bilgim iyidir. Yani gerek Doğu gerek Batı'dan bir metni, notayı okuyabilirim.
Besteleriniz var mı?
Yok.
Yazılarınızda bir yandan okuyucuyla buluşan edebiyat alanındaki kitaplara değinirken bir yandan da klasik müzik ya da popüler sayılmayacak müziği çoğunlukla ele aldığınızı gözlemliyoruz. Ömrünüzü edebiyat ve müzik ile iç içe geçirdiğinizi söylemek mümkün müdür?
Çok mümkün gerçekten de. Çünkü müzik, bir insanın dünya karşısındaki tavrını, kültürünü, zevkini belirleyen bir unsur. Hiçbir şey onun kadar belirlemez. O yüzden ben müziği de daima ikinci iş olarak tuttum. İnsanın canı sıkıldığında da yazı yazarken de bir olay karşısında da müzik kurtarıcıdır. Tabii ki edebiyat birinci ama müziğin etkisi başkadır. Bir arya, bir klasik müzik, yürük semai çok ilgilendirir. Müziğin böyle bir etkisi var. Biz hep çalma üzerine konuşuyoruz değil mi. Çalınıyor, söyleniyor ama müziğin okunması da vardır. Andre Gide'nin 'Günlük'lerinde okuyorum. 'Ben de bugün Beethoven okudum.' diyor. Bunu gördüğümde 'Nasıl bir şey yahu.' dedim. Müzik söylenir, çalınır. Nasıl okunur? Kitap gibi, bir metin gibi okunur mu dedim. Sonra bir gün Sirkeci’ye gittim. Sirkeci'den yürüyerek Cağaloğlu’na çıkıyorum. O zaman orda Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları'nın olduğu bir dükkan vardı. (Satıcı) Her makamın bir notasını çıkarttı. Ordan sazkar notaları gördüm. Onu hemen aldım. Sazkar notaları okurken zihnimde çınlamaya, notalar seslenmeye başladı. O zaman Andre Gide'in ne demek istediğini anladım. Yani notayı bazen çalmadan, söylemeden de okuduğunuzda ayrı bir zevki vardır. O yüzden müzik öyle bir şey.
Bir çok notalara gittim. O zaman çok nota bilinmezdi. Bilinen de çok rahat satılmazdı. Bunlar içinde Şamlı İskender diye bir yer vardı Beyazıt’ta. Üniversiteden çıkınca solda Şamlı İskender Kutmani diye bir yer. Oradan nota alırdım ben. Eskiden basılmış Fransızcası, bir de Osmanlıcası var notaların. Oradan çok nota aldım. Bir de özelliği vardır Şamlı İskender’in, oraya bir çok besteci gelirdi. Çünkü onların eserini o yayınlardı. Onlarla da orada tanışmıştım. Besteciler orada bana notalarını imzalamıştı. Bunlardan birisi de Nuri Halil Poyraz’dır. Sonra radyo evinde bana yardımcı oldular. Yani ben onlarla beraber çalıştım. Cüneyd Orhon büyük bir müzisyen. Onun ayrıca bir fotoğraf atölyesi vardı. Oraya giderdim karşıda. Kardeşiyle ortaktı o. Notaları oradan alır, gelir yazardım. Nota kağıtları küçüktü bizde. Yüksek Kaldırım’da Papa George diye meşhur bir müzik mağazası vardır. Büyük notalar getirirdi. Oradan notaları alıp yazardım. O zaman da belli yerlerde plaklar vardı ama yine de alırdım. Odeon, Columbia, Sahibinin Sesi vardı. Batılı, Doğulu, bütün o plakları oradan aldım. Ailem meraklı olduğu için ben de belli bir yaşa geldiğimde bütün Batı ve Doğu, Türk müzik konserlerine gittim. Oradaki notaları okudum ve bu daha da insanı etkiliyor. Daha da ayrıntısına vakıf oluyorsunuz.
Nevzat Atlığ'ın bütün konserlerini gidip dinlerdim Atatürk Kültür Merkezi’nde. Ayrıca zamanın bir yeri vardı, Saray Sineması. Orada Türk müziği de vardı. Batı müziğinin bir çok ustasını, piyanistini, kemancısını, çellistini orada dinledim. Münir Nurettin’in, Zeki Müren’in konserlerini Saray’da dinlerdim. O zaman tek konser yeri orasıydı. Yazın da bahçeler vardı. Herhalde ben 14-15 yaşındaydım.
"Fatih’teki evimde bir ev kütüphane var"
Notalar dışında koleksiyonlarınız var mı?
Tabii. Long Play'lerim (LP) var. Burada 10'da biri belki de 20’de biri arkamda duruyor.
Mesela sayı var mı?
Hiç saymadım. Burada normal CD'ler var. Ama evde LP'ler var. Öyle iyi LP'ler de var ki. Mesela eskiden dijital olmayan böyle lambalı stüdyolarda doldurulmuş ve lambalı amfilerde çalarım onları. Eski 78’lik plaklar da var. Onlar için de pikabım var benim. Borulu gramofonum da var kütüphanemde. LP'leri dinliyorum ama 78’likleri dinleyemiyorum artık. Onun için CD'leri dinliyorum. Ama LP'nin net sesi hiçbir zaman CD'ye geçmedi.
Kitaplarınızı bir kütüphaneye bağışladığınızı söylediniz. Belki 2-3 kütüphaneye yetecek kitabınız var. Bununla ilgili bilgi verir misiniz?
Antalya’da bir kütüphane kurdular adıma, Doğan Hızlan Kütüphanesi. Adımı verdiğim için İş Bankası Yayınevi Hasan Ali Yücel’in kitaplarını gönderdi. Dizi İş Bankası'nda vardı. Can Yayınevi, Erdal Öz'ün kitaplarını gönderdi. Girdiğinizde zaten evvela benim bir fotoğrafım ve biyografim, sonra Hasan Ali Yücel, sonra da Erdal Öz’ün fotoğrafları vardır. Çok güzel bir kütüphane. Antalya’da ve ilgi de görüyor. Başka kütüphanem de var tabii. Mimar Sinan Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümüne adımı koydular. Bazı kitaplarımı verdim. TÜYAP'ta büyük bir kütüphanem var, oraya da (kitaplarımı) verdim. Bir de Fatih’teki evimde, bir ev kütüphane var.
Eviniz nasıl, bütün duvarlar ve raflar kitaplarla mı dolu?
Fatih’teki kütüphanem öyle. Ne yazıkki yer kalmıyor. Oturduğum ev de öyle. Bir kitap geliyor, bunu buraya koyayım. Bir plak geliyor, bunu şuraya koyayım. 4-5 ayda bir gelip asistanımla onları düzenliyoruz.
Kütüphane mantığıyla mı yoksa sevdiğiniz eserlere göre mi sıralanıyor?
Yok. Aldığımız lazım olanlara göre. Her zaman başvurabileceğim kitaplar var. Tabii yer yok. Masalar falan kitapla dolu. Bir arkadaşım bana geldi. Halil İnalcık’ın evini hatırlamış. Bizde büyük bir yemek odası, masalar falan alındı. Fakat onun geldiği gün kitaplar geldi. Kitaplar kaplayınca, mutfaktaydım ve bana bakan Fatma Hanım var. Ona, 'İki kişiyiz, mutfakta yiyebiliriz.' dedim. Çok sonraları o kitapları kaldırdım oradan. O arkadaşım dedi ki, 'Halil İnalcık’ın evine gitmiştim. Hanımı ona, 'Ya Halil, bir gün de bu masada yemek kısmet olsun.' demişti.' Kitaplar öyledir. Birden bire gelir ürerler yani. Bir kitap alırsın o da gelir bu da gelir. Tabi CD'ler de var. Çok zor. Bir de benim kalemlerim var. Dünyanın iyi markalarının iyi modellerinden yapılmış kalemler var.
"Yazmak ve okumaktan başka yapacak bir şeyim yok"
Hala kalemle yazmayı seçenlerden misiniz?
Hayır. Bilgisayarı kullanıyorum ama uzun eleştirileri evvela dolma kalemle yazıyorum. Sonra bilgisayara geçiriyorum. Günlük yazılarımı bilgisayar başında oturup yazarım. Evde en iyi marka dolma kalemlerim var. Kurşun kalemlerin de iyileri var. Yani kurşun kalem deyip geçmeyin. Los Angeles'ta bir kurşun kalemci ve kurşun kalem açma uzmanı var. Etcetera Dergisi dünyanın en önemli on kalemini tespit etmişti. On kalemi de edindim.
Kaç kaleminiz var?
Vallahi saymadım. Allah arttırsın. Her model kalem var bende.
Günlük yaşamınızda yazmaya ve okumaya ne kadar vakit ayırıyorsunuz?
Hep. Başka yapacak bir şeyim yok ki. Epeyce uyuyayım diye 1 gibi yatıyor, en geç 7'de kalkıyorum. Biraz TV açıp haberlere bakıyorum. Ondan sonra müzik dinliyorum. Sonra buraya geliyor, okumaya, yazmaya başlıyorum. Öğle yemeğini yedikten sonra evime geçerim. Buradan çıktığımda sergileri dolaşır, kütüphanelere giderim ama normalde hepsi okuma üzerine. Burada okuyorum, çıkıp evime gidiyorum, başka bir yere uğramazsam. Yine okuyor, yazıyor ve dinliyorum. Yani hayatım öyle hareketli, maceralı değil. Bütün gün okuma yazma üzerine kurulmuş bir hayat yani.
Dijital yayıncılığın edebiyattaki etkileri
Dijitalleşmenin edebiyata etkisi nedir?
Okumaya yönelik her şey benim için önemli ve gereklidir. Şimdi artık insanlar çanta falan taşımıyor yanında. Benim de kitap okuma aletlerim var. Ondan yazarları yüklüyorsunuz. Bir yerde de açıp okumaya başlıyorsunuz. Küçük bir şey düşünsenize. Ben öyle yapmıyorum. Ben kitaba alışmışım. Burada başka bir özellik var. Bir kitabın kapağının fotoğrafı, kağıdının cinsi var. Dokunma duygusu önemli. E-kitapta dokunma duygusunu yaşayamıyorsunuz. Ama ben onu eleştirenlere ve onu reddedenlere de karşıyım.
Dijital yayınlar baskı kitapların önüne geçiyor mu?
Henüz geçmiyor. Henüz dijital o kadar hakim değil çünkü insanlar yine de dokunmak, masanın üzerinde bir şey görmek istiyor. Ama ileride ne olacak bilmiyorum."
Peki gelecekte basılı kitapların sonu görünüyor mu sizce?
Dünya ve teknoloji öyle hızlı gidiyor ki. Bir şey söylemek kehanet olur. Belki o zaman sadece dijitalden okuyacağız ama kağıdın hükümranlığı, egemenliği devam eder bence."
Dijitalleşmenin edebiyata etkisi sonucu yazma şekli değişti mi?
Değişmedi. Müsveddesini hala kurşun kalemle yazanlar var. Sonra başkasına bilgisayara çektirenler var. Ben de eleştirilerimi, uzun yazılarımı evvela dolma kalemle yazarım. Sonra ona başka ekler koyuyorum ama yazıyı bilgisayara çekerken eklemek istediklerinizi, aklınıza gelenleri rahatça düzeltiyorsunuz. Eskisi gibi değil. Silgiyle silecek, daktiloyla çıkaracaksınız gibi bir şey yok. Hayatı kolaylaştıran bir şey. Müzik de öyle. Eskiden ancak kralların, sultanların sarayında bestecileri dinlerdiniz. Sadullah Ağa ya da (Joseph) Haydn nerede çalabilirdi? İkisi de sarayda. Az kişi dinliyordu. Şimdi CD’ler ve YouTube müziğin yaygınlaşmasını sağladı, yani herkes istediğini dinleyebiliyor. Bence bu kültürel bir eşitliktir.
"Bir ülkenin bütün kültürel hayatı, acısı müziğe yansır"
Dijital dünya genç yazarları daha güçlü hale mi getiriyor?
Bu edebiyatın içeriğini ve kalitesini etkilemiyor. Çabuk haberleşmeyi etkiliyor. Bunun dışında da kitapları rahat indirdiğiniz için genç bir yazar, kaynaklara daha rahat ulaşıyor. Bu büyük bir şey.
Okurken sizin en beğendiğiniz tür hangisidir?
Şiir. Zaten en uzun yazılarımı da şiir üzerine yazdım. Müzik türünde ise solistleri de severim. Batı müziğinin bütün türlerini, Türk müziğinin de bütün türlerini severim. İki müzikte de oldukça bilgim vardır vardır. Alçakgönüllü davranmayayım. Türküleri de bilirim. Çünkü bir ülkenin bütün kültürel hayatı, acısı müziğe yansır. Yahya Kemal ne diyordu, 'Bizim maceramız şarkılardadır'. Doğru. Onun için de her türlü müziği dinlerim.
TRT'nin siyah beyaz ekranında yaptığınız programlardan anılarınızdan bahseder misiniz?
TRT'de ilk program Sedat Örsel’in önerisiyle geldi. Orada yetkili ve çok da sevdiğim bir dost. Yaşayan Edebiyatçılar programını yaptık. Yaşayan edebiyatçıların büyük bölümü aramızdan ayrıldı. Şimdi arşivden çıkıyor mesela Cemal Süreya ve Oğuz Atay ile yalnızca benim konuşmam var. Yaşayan edebiyatçılar büyük bir diziydi sonradan da Karalama Defteri’ne başladık. Şimdi yine TRT 2’de Karalama Defteri'ne devam ediyorum. Birçok edebiyatçı vardı. Programa katılanları tekrar görmeliyim ki hatırlayayım ama ilk hatırladığım Cemal Süreya, Oğuz Atay, Behçet Necatigil.
"Büyük kütüphanelerin yanı sıra mahalle kütüphanelerinin de yapılmasını isterim"
Kütüphanelerin gündelik yaşamdaki önemi nedir?
Çok önemli ama artık kütüphaneler eskisi gibi değil. Gidip bekliyor, kitabı alıp köşenize çekilip, okuyup dönüyorsunuz şeklinde değil artık. Kütüphaneler hayatın içinde. Orada artık internet de müzik de görsellik de DVD de var. Artık kütüphane böyle bir şey. Ailece gidebileceğiniz kütüphaneler var.
Kütüphaneler artık yaşam alanı haline dönüşüyor. Onun için kütüphane yapılması çok hoşuma gidiyor. Beştepe kütüphanesinin ilk toplantısına ben gitmiştim. Orada ilk buluşma ve toplantı yaptık. Çok doğru bir şey. Rami'deki de çok doğru bir şey. İnsanlar o kütüphaneyi de bilsin. Ama yine de ben büyük kütüphanelerin yanı sıra mahalle kütüphanelerinin de yapılmasını isterim. 10 bin kişinin yaşadığı bir sitede bir küçük kütüphane olması lazım. Çünkü ulaşımının zor olduğu bir yerde oradan oraya gidecek kaç kişi var?"
Beştepe'ye yapılan, Rami'de yapılması planlanan kütüphaneler başta olmak üzere kütüphanelerin gündelik hayattaki yeri nedir? Türkiye'de kütüphanelerin sayısı ve içeriği düşünüldüğünde yeterli midir? İnsanlar, nasıl bir kütüphane kültürü beklentisi içinde?
Cumhurbaşkanımız kütüphaneler konusuna çok eğiliyor. Bir de şimdi İstanbul’da sanat çok ilerledi. Sergiler, toplantılar, kitaplar... Güzel bir destek. Cumhurbaşkanlığının bir teşekkürü yayınlanıyor televizyonlarda. İstanbul’a teşekkür ediliyor. Çok güzel bir şey. Çünkü artık İstanbul bir kültür başkenti doğrudan doğruya. Ama yavaş yavaş bu Anadolu’ya da yayılıyor.
İnterneti kütüphane gibi görürsek içeriği yeterli mi?
İnternette her şey doğru ve ayrıntılı değil. Yazılı kaynaktan karşılaştırmadıkça güvenmeyin.
Şehirlerde müze ve sanat ilişkisine dair bir değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Her şehrin bir müzesi olabilir. O şehrin ortaya çıkan belirgin özelliği neyse. Çünkü dünyada yazlık yerlerde bile artık müzeler var. Edebiyat müzesi, Göbeklitepe müzesi, zeytinyağı müzesi gibi. Mahalli müzeler gerekli."
"Papyonda pratik ve gerçekçi bir anlayış var"
Papyon sevgisi nasıl başladı?
Aslında gerçekten pratik ve gerçekçi bir anlayış var arkasında. Kravat her şeye çok karışan bir şey. Bir yerlere takılır, bazen dikkatsizseniz üzerine yemek bile dökülür. Ama papyon o kadar rahat bir şey ki. Ayrıca bencil bir duygusu da yok. Papyonu başkaları görüyor ama aynaya bakmadıkça siz görmüyorsunuz. Yani başkası için takıyorsunuz, kendiniz için değil. Çok da güzel bir şey yani. Bir de hiç kuşkusuz çok az insanda papyon var. Eskiden daha fazlaydı. Çok çeşitli papyonum var."
"24 saat çok az, bir gün daha kalsın"
Yurt dışından bir dostunuz geldi ve 24 saatiniz var. İstanbul’dan hangi izlenimlerle ayrılmasını isterdiniz, nerelere giderdiniz, kimlerle görüştürür, neler izletir, neler dinletirdiniz?
24 saat çok az, bir gün daha kalsın. 24 saatte bilhassa tarihi yarımadayı ihmal etmem. Orada Topkapı Sarayı'nı, Arkeoloji Müzesi’ni, Türk İslam Eserleri Müzesi'ni görecek. Sonra Yazma Eserler Kütüphanesi’ne, daha sonra da benim çok saatlerimin geçtiği Beyazıt Kütüphanesi'ne götüreceğim. Bir gün varsa en azından bunları yapacağım. Bir de Türk yemekleri ikram edeceğim ona. Yabancı dilde hazırlanmış, müze kitaplarımız var. Hat sanatına dair kitaplarımız var. Topkapı Sarayı'nın kitabı var bir. Bir de İstanbul’un genel bir katalogu, kitabı varsa onları da vereceğim. İstanbul’u ve İstanbul’un yemeklerini tanısın. İstanbul kozmopolit bir şehir. Sadece bizi değil bütün ırkları, renkleri ifade ediyor. Onun için de İstanbul’u tanıtmak açısından kitapları vermek şartıyla böyle bir gezi gerçekleşebilir. Tabii Mısır Çarşısı, Kapalıçarşı, Adaları niye unutuyoruz? Boğazın iki yakasını görebilir. Yalıları, oradaki hayatı, tabii tarih bağlam içinde onu anlatmak lazım. Bir gün yetmez yahu.
"Çağdaş sanat için epey ileride olur"
Çağdaş sanat da var. Onun için de bizim özel müzelere, Pera Müzesi, İstanbul Modern’e, Arter’in hem Beyoğlu’ndaki hem de Dolapdere’deki yeni yapılan yerine gidecek. Ankara’da da böyle özel müzeler var. Bir de burada çağdaş ressamlar da artık sergileniyor. Eskiden sergiler için bir kez küçük kağıt basılıp verilirdi şimdi her ressam için açılan sergide kapsamlı kataloglar var. Siz misafirimin burada yatıya kalmasını istiyorsunuz. Bu şekilde bitmeyecek, 3-4 gün gerek."
Geçmişe nazaran çok canlı bir kültür hayatı var ülkemizin. 10 yıl sonra nasıl bir Türkiye hayaliniz var?
Doğan Hızlan: "Çağdaş sanat için epeyce ileride olur. Çağdaş sanat olduğu gibi geçmişin sanat tarihi de sergilenir. Çünkü biri tek başına eksik kalır. Bunun dışında opera binası ve başka konser salonları da yapılırsa gerek Türk müziği gerek Batı müziği açısından gelişir. Yalnız bizde bir kayıt eksikliği var. Mesela Cumhurbaşkanlığının bir Türk musikisi grubu var. Onların kayıtlarının yapılması gerekir. Çok kayıt yapılmıyor. Aynı şekilde Devlet Opera ve Balesi'nin de kayıtlarının yapılması gerek. Bunların da çok indirimli fiyatlarla satılması gerek ki herkes onu görsün."
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.