Doç. Dr. Mitat Durmuş: “Mehmet Âkif’in Millî Mücadelede Millî Bilincin Uyanmasındaki Rolü”
Konuşmamda Âkif’in yaşamına dair bilgilere katılımcıların bu konuyu çok iyi bildikleri düşüncesi ile yer vermeyeceğim. Asıl konum olan Âkif’in Milli Mücadelede Milli Bilincin Uyanmasındaki Rolü konusu üzerinde duracağım. Fakat Âkif’i daha iyi anlayabilmek için ister istemez Milli Mücadele öncesine bakmak gerekir. Mehmet Âkif konuşurken üç kıtaya hükmediyorduk, biz Âkif üstüne konuşurken küçücük bir karaya hükmeder durumdayız. Üç kıtadan, küçücük bir karaya nasıl geldiğimiz Türk aydınının -toplumu yeniden yapılandırma düzleminde- ciddi anlamda üzerinde düşünmesi gereken bir konudur.
Âkif’in dünyaya geldiği döneme baktığımızda henüz 3 yaşındayken 1876’da I. Meşrutiyet ilan edilir. Osmanlı coğrafyası bir yandan savaşlar, bir yandan da Fransız İhtilalı’nın etkisi ile parçalanmaya yüz tutmuştur. Bütün bunlara Osmanlının kendine aşırı güvenmesinin bir sonucu olarak, gelişmelere kayıtsız kalması ile ilmiye sınıfının kokuşmuşluğu ve çürümüşlüğü de eklenince durum içinden çıkılmaz bir hal alır. Her geçen gün kan kaybetmekte olan Osmanlı, ilk meşrutiyetin ilanından 35 yıl önce de 1839’da Tanzimat Fermanını imzalamış olmakla güçsüzlüğünü resmi olarak onaylamış durumdadır. Azınlıkların bu fermana dayanarak hak taleplerinin ardı arkası kesilmemiş, kapitülasyonlarla devlet iktisaden de köşeye sıkıştırılmıştır. Bir Cihan Devleti olan Osmanlı, genel adı ile söyleyecek olursak “Hasta Adam” konumuna düşmüş, topraklarının paylaştırılması diğer ulusların temel kavgası haline gelmiştir.
Namık Kemal;
“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yok mudur kurtaracak baht-i kara maderini”
dizelerini işte bu sebeplerle yazar. Bu dizelerde dile getirilen bahtı kara mader (anne) bizzat Osmanlı’nın parçalanan vatan toprağıdır.
II. Meşrutiyet dönemindeki olayları ve gelişmeleri görmeden Âkif’i anlamak kolay değildir. Çünkü Âkif, eserlerini özellikle II. Meşrutiyetten sonra vermeye başlamış, bu dönemde etkin olan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Adem-i Merkeziyetçilik gibi fikir hareketleri içindeki tartışmalara katılmış, yine bu dönemde İslamcılık anlayışını benimsemiş bir şahsiyet olarak bilinir. Esasen Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu ve İslamcı yazar ve fikir adamlarının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim ya da diğer adı ile Sebilürreşat dergisi, bir yayın politikası olarak daima Türkiye dışındaki Türk dünyası ile ilgilenmiştir. Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi Azerbaycanlı Türkçülerin makalelerine yer verildiği söz konusu derginin koleksiyonu incelendiğinde açıkça görülecektir.[1]
İslamcılık anlayışını benimsemiş bir şahsiyet olan Mehmet Âkif, Osmanlı’nın içinde bulunduğu ilmiye ve dini sınıftaki kokuşmuşluğu, gericiliği edebiyatımızda en çok eleştiren şair olarak da dikkati çeker.[2] Âkif’in şiirlerini 1915 öncesi ve 1915 sonrası olarak iki dönemde incelemek gerekir. 1915’ten önce yazmış olduğu şiirlerinde Âkif’i büyük bir karamsarlık ve kızgınlık içinde görürüz. Şahıs olarak kendisi asla karamsar değildir, ancak halkın, ordu, sivil bürokrasinin ve Bab-ı Fetva dediği din kurumlarının kokuşmuşluğu onu gelecek açısından karamsarlığa ittiği gibi geriliğin de amansız düşmanı yapar. Gericiliği ve cahilliği onun kadar şiddetle eleştiren bir başka şairimiz yok gibidir.
“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun
Sonra bir de tevekkül sokuşturup araya
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya”[3]
Dediği gibi bir başka şiirinde ise;
“Çünkü biz bilmiyoruz dini, evet bilseydik
Çare yok gösteremezdik bu kadar sersemlik,
Ya açar nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”[4] der.
Gericiliği böylesine tenkit ederken, sivil bürokrasiden kaynaklanan başarısızlıklar karşısında da kızgınlığını, milletin hafızasında görülmemiş bir karabasan olarak yer eden Balkan Harbi sırasında yazdığı şiirinde;
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba kabrinden kalk!”[5]
diyerek haykırır.
***
Âkif’te millet kavramının değiştiğinin en somut örneği ise, hepinizin bildiği gibi, İstiklal Marşı’dır. Bu şiirde artık “millet” bütün Müslümanları değil, Millî Mücadeleyi gerçekleştiren Türk milletini ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Aynı şiirde “ırk” kavramı da bu kez açıkça söylemekten bir beis görmez. Başka bir deyişle, “ırk” ve “millet”, Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında aynı anlama gelmeye başlamıştır.
Bizim bu konuşmada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, Mehmet Âkif’in, 1915 yılına kadar İslamî ve bu tarihten sonra millî bir kimlik olarak tanımladığı “millet” karşısındaki tavrıdır. Şairimiz, Balkan Savaşlarından Çanakkale direnişine kadar olan dönemde büyük bir karamsarlık içerisindedir ve âdeta milletten umudunu kesmiştir. Bunda kuşkusuz Rumeli ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi ve bu duruma yeterince karşı konulamamasına duyduğu tepkinin belirleyici bir rolü vardır. 1915’ten önceki tarihlere ait birçok şiirinde, din adamlarını, aydınları, askerleri, bilim ve devlet adamlarını tahkir ve tezyif edici ifadelerle anmaktadır. Örneğin Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum hikâyesinde şair; “kışla, daire, mektep, medrese, kılıç ve kalem” gibi sembolik kavramlarla ifade ettiği toplumsal sınıfları tam bir bozulma ve çürümüşlük olarak değerlendirir. Bunlar içinde Mustafa Kemal’in İnkılâplar ile değişikliğe gitme ihtiyacı hissettiği dini kokuşmuşluk en önde gelenidir. Ve Âkif de bu kokuşmuşluğu daha 1914’te açıkça ifade etmiştir.
“Saltanat namına, din namına bin maskaralık...
Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
(...)
Ümmetin hâline baktım ki yürekler yarası,
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası.
Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!
(...)
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu.”[6]
Bu ümmi koğuşunun Milli Mücadele ve Kuvay-i Milliye hakkındaki fetvası hepimizin malumudur. Biraz sonra bu konuya da işaret edilecektir.
“Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kadı asker!
Vükelâ neydi ya? Jurnalcı, müzevvir, adî;
Ne Hüdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi...
Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!”[7]
Siyaset, sivil ve askerî bürokrasi, ordu ve bilim-eğitim kurumlarındaki bu bozulmanın yanı sıra halk da her şeye boş vermiş ve vurdumduymaz bir hâldedir:
“Yoklayım şimdi avamın da biraz,
Nedir efkârı dedim. Hey gidi vurdumduymaz!
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında.
Okunur her birinin cephe-i hüsrânında”[8]
Mehmet Âkif, 1912 yılına ait bu şiirde bütün toplum kesimleriyle olumsuz ve karamsar bir bakış açısıyla tasvir ettiği milleti, aynı yıllarda kaleme aldığı diğer birçok şiirinde de aynı karamsarlıkla anlatmaya devam edecektir. Bu tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”, “meyyit”, “dilenci”, “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir. Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabındaki şu şiirinde:
“Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana... Eller de senin baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun sen bana... Sen böyle değildin.”[9]
Aynı kitapta yer alan bir başka şiirde yine “leş” imajıyla karşılaşıyoruz:
“Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslâm’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden...
Gir LEŞ gibi topraklara kendin, gireceksen!”[10] der.
1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde adlı eserinde şair, millet için yine “leş” ve “cenaze” imajını kullanır. Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslâm dünyası “bir yığın leş”ten ibarettir. Milletlerin içindeki yeri “dilenci mevkii”dir. Sadece günü kurtarmak için “şeref, şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet, hak, vicdan...” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir:
“Zaman zaman görülen ahiret kılıklı diyar;
Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;
Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler (...)
Dilencilikle yaşar der-be-der hükûmetler;
Esaretiyle mübahî zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar (...)
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar... (...)
Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.”[11]
Mehmet Âkif’in “millet” hakkındaki bu olumsuz bakışının değişmeye başladığını, Hatıralar adlı kitabındaki bazı şiirlerde görmeye başlıyoruz. Çünkü Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile birlikte son Müslüman Türk Devleti’nin de parçalanmak istendiğini anlayan Anadolu halkı bu duruma engel olabilmek için Mütareke’nin imzalanmasının daha ilk haftasında Anadolu’da resmen olmasa da fiilen Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Heyeti Osmaniyesi, Kars Milli İslâm Şurası (daha sonra Cenûb-ı Garbı Kafkas Cumhuriyeti), İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti gibi teşkilatları oluşturmaya başlamıştır.[12] Mütarekeden sonra Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da vatanın kurtarılması yolunda projeler üretiyorlardı. Bu cümleden olmak üzere Mustafa Kemal Paşa, görevlendirildiği 9. Ordu Müfettişliği vazifesi için Samsun’a hareket etmeden önce vedalaşmak için gittiği eski ve yeni Genelkurmay Başkanları olan Fevzi Çakmak ve Cevat Çobanlı Paşalarla görüşerek Anadolu’da girilecek milli bir hareket için beş maddelik bir program hazırlarlar. Bu programa göre özetle, Anadolu’da yer yer ve birbirinden bağımsız olarak faaliyet gösteren milli direniş teşkilatları birleştirilerek milli bir kuvvet (Kuvay-ı Milliye) teşkil edilerek Milli Mücadele vücuda getirilecek ve zamanı geldiğinde de karşı taarruza geçilecekti. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçtikten sonra bu fikirler doğrultusunda hareket ederek 21-22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak vatanın ve milletin tehlikede olduğunu, İstanbul Hükümeti ve Sultan’ın bir şey yapacak durumda olmadığını vurguladıktan sonra bu tehdit ve tehlikeden ancak milletin azim ve kararlılığı ile kurtulunacağını belirtti. Ardından 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi toplanır. Nihayet 4 Eylül’de Sivas Kongresi açılır. Bu arada İstanbul Hükümeti kongreleri yasaklar. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in tutuklanmaları kararını Valiliklere bildirir. Milli örgütlenmenin engellenmesi için İngiliz Muhibileri Cemiyeti, Teali-i İslâm Cemiyeti (İslâmı Yükseltme Derneği) gibi İstanbul Hükümeti destekli teşkilatlar oluşturulur. Ancak ne milli teşkilatlanma durdurulabilir ne de bu teşkilatlanmaya öncülük eden Mustafa Kemal ve arkadaşları tutuklanabilir.
Anadolu’da bu gelişmeler olurken Âkif, işgal edilmiş olan İstanbul’daki olayları yaşamaktadır ve büyük bir ıstırap çekmektedir. Hele bazı kişilerin Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadeleye saldırmalarına hiç tahammül edemez ve bu kanaatte olanlara ciddi anlamda tepki duyar. Onun bu yöndeki bir tepkisini Kurun Gazetesi başyazarı Asım Us şöyle naklediyor. “Anadolu hareketinin ilk başladığı sıralarda idi. Bir gün Bab-ı ali caddesinde Sebil-ürreşad idarehanesinde birkaç kişi konuşuyordu. Hazirundan biri Anadolu hareketinin bir İttihatçılık eseri olduğunu söyledi. O zamana kadar düşünceli bir tavır içinde hemen hiçbir şey söylemeyen merhum Âkif, birdenbire heyecanlandı; bu sözü söyleyene dönerek: -Hayır; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna herkes el birliğiyle sarılmalıdır.”
Âkif’in İstanbul’da bulunduğu süre içinde en çok canını sıkan konulardan biri de hiç şüphesiz bazı basının ve aydın zümrelerinin “Mandaterlik” istemesidir. Endişesi mandaterliğin gerçekleşeceği düşüncesinden değil fakat bu tür fikirlerin Anadolu’da başlamış olan milli mukavemeti kıracağı korkusundandır.
Bu endişe iledir ki Âkif :
“ ... Türkler’in 25 asırdan beri İstiklallerini muhafaza etmiş oldukları tarihen müsbet bir hakikattir. Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklali bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahildir. Tarih de gösteriyor ki Türk, istik- lalsiz yaşayamamıştır.” der.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İzmir’de Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti kurulmuş, İzmir’in işgalinden sonra Ege Bölgesinde Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak adıyla yapılan örgütlenmeler hızlanmış, direnme güçleri oluşmaya başlamıştır.
29 Haziran 1919’da Ayvalık’ın Yunanlılar tarafından işgali Balıkesir bölgesinde halkın kaygılarını arttırır. Yunan işgalinin başlaması ile birlikte Milli Mücadele’nin ilk örgütlü direnişi de Ayvalık’ta şekillenir. Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın aynı gün verdiği emirle 17. Kolordu Komutanlığı Tekirdağ’dan Balıkesir’e nakledilir. Haziran’ın ilk haftası içinde de Balıkesir’de Kuvay-ı Milliye örgütü kurulur. Bölgede milli direnişi genişletmek ve daha iyi organize etmek amacıyla ilk toplantı Haziran sonlarında yapılır. Ardından da 26 Temmuz’da İkinci Balıkesir Kongresi toplanır. Kongre, düşmanı yurttan kovuncaya kadar mücadele kararını alır.
Balıkesir’de Mehmet Âkif’in dostları da vardı. Bunlardan birisi de Ses adında haftalık bir gazete yayımlayan Hasan Basri’dir. Bu gazetenin daha 21 Teşrinsani 1918 tarihli sayısında Mehmet Âkif’in Ye’is ve Bendinlik başlıklı yazısı yayımlanmıştır. Şubat 1920’de de kendisi Balıkesir’e Milli Mücadeleden yana tavır koyduğunu göstermek amacıyla gider. Bu Mehmet Âkif”in Milli Mücadeleye fiili katılımıdır.
Mehmet Âkif’in yakın dostu ve Sebil-ürreşad mecmuasının sahibi Eşref Edip, Âkif’in Balıkesir’e gidişini şöyle naklediliyor.
“Bütün o ümitsizlik içinde Üstad bir an fütura düşmedi. O bu milletin istiklalsiz kalacağını hatırına bile getirmiyordu. Ayvalık’ta, Balıkesir’de başlayan hareket-i milliyenin mutlaka büyüyeceğine, bütün memlekete yayılacağına imanı vardı. O taraftarda bir avuç kahramanın müdafaası, bu güzel topraklar için canlarını siper etmesi Üstad üzerinde büyük tesir husule getirmişti.
-Bir gün baktım, iradehaneye çok heyecanlı geldi:
-Haydi hazırlan, gidiyoruz, dedi.
-Nereye?
-Hareket-i milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum” dedi.”
Balıkesir Cephesi’nde milli müdafaayı bizzat gören ve Milli Mücadele’yi “büyük bir gaza” telakki eden Mehmet Âkif, burada son derece heyecanlanarak “zafer yolu bu yoldur” demekten kendisini alamaz. Bu tarihten sonra M. Âkif’i Milli Mücadele içinde bir Kuvay-i Milliyeci olarak görürüz. Zaganos Paşa Caminde halka seslenen Âkif;
“Biliyorsunuz düşman (aramıza) asırlardan beri bölücülük-tefrika-tohumlarını ekti ve meyvelerini de topladı. Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa, cemaat arasında dargınlığa, küskünlüğe, bölücü1üğe yol açacak en önemsiz gibi görünen söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Tabii, varlıklarını sürdürmek İSTEMİYORLARSA, buna bir diyeceğimiz olmaz. Zira, Allah korusun hayat hakkımızı kaybettiğimiz gün, insanlığımızı da unutmamız gerekecek. Çünkü bizi tutsak edenler, hayvanlara yaptıkları muamelenin aynısını bize de yapacaklar.”
Vaazı devamında:
“Bu hareketin, bu hizmetin sadece din ve vatan savunmasına yönelik olduğu, dost ve düşman tarafından tamamen anlaşılmalıdır. Yani bu mücadelenin herhangi bir çıkar için yapılmadığını, en yakınımızdaki ile en uzaktaki dahi bilmelidir. Bu görünümü sarsacak en ufak bir söz veya davranış hoş karşılanmamalıdır. Çünkü hepimizin amacı birdir ve bellidir. Amacı, hedefinden saptırma yolunda yapılacak bir girişim, -Allah korusun birliğimizi zedeleyebilir. Hepimizin bir vatan borcu, bir dini borcumuz vardır ki, onu ifa etme hususunda ufacık bir ihmal bile caiz değildir. Bu konuda hiçbirimiz köşemize çekilip seyirci kalamayız. Çünkü düşman kapıya dayanmış ve namusumuzu çiğnemek istiyor. Bu namert saldırıya karşı koymak, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç- yaşlı her fert için farz-ı ayn olduğu, bir an bile unutulmamalıdır.” deyip birkaç gün daha Balıkesir’de kaldıktan sonra İstanbul’a döndüğünde İngiliz kuklası haline gelmiş Damat Ferit hükümeti ve onun yanlı basınının yönlendirmesi ile 3 Mayıs 1920 tarihinde başkâtibi bulunduğu Darül Hikmet-ül İslamiye’deki görevine son verilir.
Mehmet Âkif, İstanbul’da iken son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 16 Mart 1920’de İngilizler tarafından basılarak dağıtılmış, İstanbul fiilen de işgal edilmiş, şehir karamsar bir havaya bürünmüştür. İşgal kısa zamanda dayanılmaz bir hal almıştır. İstanbul’da bu gelişmeler olurken yaklaşık 1,5 ay sonra 23 Nisan 1920 günü Ankara’da da Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Büyük Millet Meclisi adına Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından bütün Türk milletine hitaben yayınlanan beyannamede birlik ve beraberlik konusu üzerinde durulmuş ve Allah’ın rahmet ve yardımı talep edilmiştir.[13]
Bu gelişmeler olurken Mehmet Âkif de artık İstanbul’da kalmanın milli birlik ve beraberliğe bir yarar sağlamayacağı kanaatine vararak Anadolu’ ya geçmeye karar verir.
Âkif, Ankara’ya gidiş kararını yakın arkadaşı Eşref Edip’e şu sözlerle açıklar.
“Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış, çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara'ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla Sebil- ürreşad klişesini al arkamdan gel. İştirak edenlerle de temas et, Harekât-i Milliye aleyhinde bir halt etmesinler.”
Âkif’in bu ifadeleri bize Anadolu’ya geçmesi için Ankara’dan bir davet aldığını düşündürmektedir. Nitekim Eşref Edip 37 yıl sonra 1957’de bu olaya açıklık getirerek hadiseyi şöyle nakletmektedir. 1920 Nisan ayı içinde, Ankara’da Büyük Millet Meclisi için son hazırlıklar yapılırken Sebil-ürreşat idarehanesine Ali Şükrü Bey gelir.
- “Haydi, hazırlanınız, gidiyoruz!” der.
- “Nereye?” diye sorarlar.
Ali Şükrü şu cevabı verir:
-“Ankara’ya. Oradan sizi çağırıyorlar. Mustafa Kemal Paşa sizi bekliyor. Sebil- ürreşat’ın Ankara’da neşrini istiyor.” der.
Âkif, Mustafa Kemal’in bu davetine can-ı gönülden katılacağına bildirir ve 1920 Nisan’ının ikinci yarısında 12 yaşındaki oğlu Emin ve Ali Şükrü Beyle ile birlikte Alemdağ, İnebolu, İzmit, Geyve ve Eskişehir yolunu takip ederek Ankara’ya gider. Mustafa Kemal, Meclisin önünde Âkif’i karşılar ve “Sizi bekliyordum tam zamanında geldiniz.” der. Âkif, Ankara’ya geldiğinde İstanbul Hükümeti İngilizlerin de yönlendirmesi ile dönemin Şehülislamı Dürrizade Abdullah’a 11 Nisan 1920’de bir fetva yayınlatır ve bu fetvada Anadolu’da Milli Mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Halife ve Sultana karşı isyan eden asi, serkeş, hak yolundan ayrılmışlar olarak tanımlar. Halkın bu konudaki direncini kırmak isterler. Osmanlı’nın son zamanlarındaki dini kokuşmuşluğunu göstermesi açısından bu hadise son derece önemlidir. Şeyhülislamınıza İngilizler fetva yazdırabiliyor. Bundan daha çirkin bir kokuşmuşluk örneği gösterilebilir mi?.. Fetva, birçok yerde etkili olmuş halk tereddüt yaşamaya başlamıştır. Bunun üzerine Âkif, önce Eskişehir’e sonra ise (Ankara’ya geleli henüz 15 gün olmadan) oğlu Emin’le birlikte Burdur’a gitmiştir. Burdur’da halka yaptığı konuşmayı oğlu Emin şöyle aktarmaktadır:
“Fazla bağırdığı zaman sertleşen gür sesiyle konuşuyor, çok heyecanlı olduğu hareketlerinden belli oluyordu. İzmir havalisinden sızan kara haberleri, vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, mülevves çizmeler altında çiğnenen tarihi ve ilahi mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade ediyor, bu facianın yürekler acısı durumunu öyle acı bir dille tarif ediyordu ki, bütün halk galeyana gelmişti.”
Dürrizade’nin fetvası Konya’da da etkisini göstermiş halk Milli Mücadeleye karşı olumsuz bir tutum içine girmiştir. Bunun üzerine Âkif, 4 Mayıs 1920’de de Konya’ya gider. Âkif’in Konya’daki konuşmalarına ilişkin bilgiyi de yine oğlu Emin’den öğreniyoruz: “Babam Konya’da Kuva-yı Milliyeyi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, bu yol uğrunda milletin gönlünde heyecanlar yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi. Konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.” Âkif’in bu geziler sırasında en çok zorlandığı yer de maalesef Konya olur. Henüz kendisi Konya’da iken Burdur milletvekilinin istifa etmesi üzerine Âkif, B.M.M. Reisi Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda Burdur Milletvekili olur. Âkif’in
Meclise girişi de böyle bir süreçte gerçekleşmiştir. Âkif, Ankara’ya döndükten kısa bir zaman sonra da Kastamonu’ya gider. Kastamonu’ya gitmeden bir gün önce Sebil-ürreşat dergisi de Kastamonu’da yayınlanmaya başlamıştır. Mehmet Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camiindeki konuşması da milli birliğin kurulması gerekliliği üzerinedir. Konuşma metni Sebil-ürreşat dergisinde 11 sayfa olarak yayımlanır. Konuşma çok uzun olmasına karşın şu ifadeleri aktarmadan geçmek istemiyorum.
“Milletler topla, tüfekle, zırhla, ordularla, teyyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır.” der. Yine bu konuşmasında düşmanın yerli işbirlikçilerle beraber hareket ettiğinden, Osmanlı döneminde Şam, Kudüs, Yemen’in elimizden böylece çıktığından, Milli Mücadelede de Güneydoğu Anadolu, Adapazarı, Düzce, Yozgat, Konya, Biga isyanlarının çıkışında aynı yöntemlerin kullanıldığından bahseder ve Sevr Antlaşmasının bölücü faaliyetlerine dikkati çekerek;
“Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir... Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış toprağımız yoktur. (...) Bir kısım halkın ve aydın düşüncelerin aksine
düşmanlarımızın bizden istediğinin herhangi bir vilayet veya sancak değil, doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, saltanatımız, devletimiz, hilafetimiz, dinimiz, namusumuz ve imanımız olduğu bellidir. (.) Gözünüzü açınız ve iyice biliniz ki artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiçbir yer kalmamıştır. Şayet düşmanların hilelerine, tezvirlerine, yalanlarına kapılarak birbirimize girmekte, birbirimizin kanını içmekte bir müddet daha devam edecek olursak, vatan toprağı ayaklar altında çiğnenip gidecektir.”
Balıkesir’deki konuşmasına bir şiirle başlayan Âkif, buradaki konuşmasını da Balkan Savaşları sırasında yazdığı şu şiirle bitirir:
“Müslüman yurdunu her yerde felaket vurdu;
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
O da çiğnendi mi, çiğnendi demek din-i mübin.
Hakisar eyleme Yarab onu olsun!”[14]
Nasrullah Camiindeki bu konuşma Anadolu’nun pek çok vilayetinde büyük heyecanlar uyandırır. İlk heyecan Diyarbakır’dan gelir. Daha sonra Erzurum, Kars, Maraş gibi ilerde de bu konuşmanın olumlu sonuçları elde edilir.
Mehmet Âkif yaklaşık iki ay Kastamonu’da kaldıktan sonra Ilgaz’ın karakışında dağ yolunu yürüyerek Ankara’ya geri döner ve İstiklalimizin marşının da yazıldığı Tacceddin Dergahına yerleşerek, Ankara halkını ve aydınını memleketin durumu ve ordusu hakkında bilgilendirir. Mustafa Kemal, Âkif’in Kastamonu’daki konuşması için şunları söyler:
“Kastamonu’daki vatan-perverane mesainizden çok memnun oldum. Serv Muahedesi’nin memleket için ne feci bir idam hükmü olduğunu Sebil-ürreşat kadar hiçbir gazete memlekete neşredemedi. Manevi cephemizin kuvvetlenmesine Sebil-ürreşatın büyük katkısı oldu. Size bilhassa teşekkür ederim."(Bilgi fişleri yorumlanacak...)
Bütün bu çabalara rağmen ülkenin geleceği açısından zor günler yaşanıyor, ızdıraplı günler arka arkaya sıralanıyordu. Çok az sayıdaki insandan başka herkesin morali bozulmuş, ümitler tükenmeye yüz tutmuştu. Nasıl tükenmesin ki. Batıda İngilizlerin tam desteğini alan Yunanlılar hiçbir zaman unutulması mümkün olmayan pervasız vahşetler yaparak ilerliyor, güney illerimizde Fransız destekli Ermeni Çeteleri, doğuda Ermeniler adeta dehşet saçıyor; bu arada İstanbul Hükümetinin telkin ve fetvaları karşısında ne yapacağını bilmeyen ve aldanan gariban Anadolu insanı bazı şaşkınların oyununa kurban giderek Anadolu’nun çeşitli yerlerinde başlattıkları iç isyanlarla ortalığı kasıp kavuruyorlardı.
Böyle bir ortamda Yunan orduları 8 Temmuz 1920’de Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti Bursa’yı işgal ederler. Yakılan, yıkılan yerlerin dışında türbelerin de ayaklar altına alınması bütün yurtta büyük üzüntülerle karşılanır. Âkif, Ankara dönemi şiirleri dediğimiz Bülbül isimli şiirini bu üzüntülerle yazar.
“Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı, Serapa, Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, Salahaddin-i Eyyubi’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan’ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!”[15]
Sinirlerin iyice gerildiği, ümitle ümitsizliğin birbirine karışmaya başladığı bir zamanda yüreklere su serpen iki sevindirici haber arka arkaya gelir. Bunlardan birincisi, Doğu’da Ermenilere karşı kazanılan zafer, diğeri de Yunanlıların Batı’da başlattıkları saldırıyı durdurmayı başaran I. İnönü Zaferi’dir.
Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde, diğer kurumlarla birlikte bozulmuş ve çürümüş olarak gösterdiği ordu ve milleti “Muazzam ordumuzun en muazzam evladı” olarak nitelendirmeye de böylece yönelir. Bu muazzam ordu Mustafa Kemal’in ordusu Kuvay-i Milliyedir. Âkif bunu sonraki yıllarda yazacağı Çanakkale direnişini gerçekleştiren askerlerin dilinden, şu mısralarla verir:
“-Korkma!
(...)
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Aşıp da kaplasa afakı bir kızıl sârsar;
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”[16]
Mehmet Âkif’in “Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz! / Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!” dizeleri Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşanın kaleminde şöyle şekillenir.
“Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı
Türk hiç yılar mı?
Türk yılmaz
Cihan yıkılsa Türk yılmaz.”
Mustafa Kemal Paşa ve Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa, İnönü Muharebelerini Meclise anlatır. Fevzi Paşa; “Büyük Millet Meclisinin genç ordusu, daha henüz ikmal olunmamış ordusu, ilk rüştünü bu suretle ispat etmiştir.” der. Yine Fevzi Paşa, Yunanlıların İnönü’den çekilirken, kadınların ırzına tasallut ettiklerinden ve halka ait hayvanları alıp götürdüklerinden bahsetmiş, bu durum milletvekillerini coşturmuş ve heyecanlı konuşmalara yol açmıştır. Konuşmacılar özellikle Avrupa’ya ve Avrupa medeniyetine öfkelenerek; "..Ner- de bu medeni Avrupa?... Efendiler, şiiriyle, medeniyeti ile hayal ettiğimiz Avrupa nerede?..” derken bir yandan da Mehmet Âkif’in;
"Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün”[17]
Dizeleri yankılanmaya başlar. Meclisteki bu heyecana Mustafa Kemal de katılır ve şu konuşmayı yapar:
"Milletimiz bugün, bütün mazisinde olduğundan daha çok ve ecdadından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için arz ediyorum... Merhum Namık Kemal demişti ki:
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini.
İşte ben bu kürsüden bu Yüksek Meclis’in başkanı sıfatı ile Yüksek Heyetinizi teşkil eden bütün üyelerin her biri adına ve bütün Türk millet adına diyorum ki;
Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”
İstiklalimizin kurucusu Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını minnet ve şükranla anarken, birlik ruhumuzun manevi cephesini İstiklal Marşı ile taçlandıran Mehmet Âkif Ersoy’u da rahmetle anıyorum. Ruhları şad olsun!..
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
Kaynak:https://www.tyb.org.tr/doc-dr-mitat-durmus-mehmet-akifin.
[1] İslamcı ve Türkçü aydınlar arasındaki farklar ve benzerlikler için bkz. İsmail Kara, “Tanzimat’tan Cumhuriyete İslamcılık Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., C. 5, s. 1409
[2] Bu bildiride Yaşar Semiz’in “Milli Mücadele ve Mehmet Âkif”” (http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s7/17. pdf) ET:20.02.2011) başlıklı makalesinden geniş ölçüde yararlanılmıştır.
[3] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (Haz.: M. Necati Bursalı), Merve Yay., İst. (y.t.y), s. 253
[4] Ersoy, age., s. 175
[5] Ersoy, age., , s. 203
[6] Ersoy, age.,, s. 168
[7] Ersoy, age.,, s. 168
[8] Ersoy, age.,, s. 169
[9] Ersoy, age.,, s. 208
[10] Ersoy, age.,, s. 213
[11] Ersoy, age.,, s. 250
[12] Yaşar Semiz, Millî Mücadele ve Mehmet Âkif, http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s7/17.pdf (ET:20.02.2011)
[13] Geniş bilgi için bkz.: B. Zakir Avşar, “Siyasal İletişim Bağlamında Bir Biyografi Çalışması: Mehmet Âkif Ersoy”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Bahar 2010, S.30/ Spring 2010, Number: 30
[14] Ersoy, age.,, s. 194
[15] Ersoy, age.,, s. 450-451
[16] Ersoy, age.,, s.329
[17] Ersoy, age.,, s.202
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.