Diyânet, İlahiyât ve Türkiye
Bu, Arap âlemi, Asya, Afrika ve Türkî Cumhuriyetlerin hepsinden onu ayıran bir özelliktir. İmam Hatip Liseleri, İlâhiyat Fakülteleri ve Diyânet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar, onların müfredatı ve hizmet politikaları açısından da durum böyledir.
Diyânet İşleri Başkanlığı benzeri bir kurum ve işleyiş neredeyse sadece bize özgüdür. Hemen birçok ülkeden gelen heyetler, Diyânet İşleri Başkanlığı’nı tanıdıktan sonra şaşkınlıklarını ve hayranlıklarını hep ifade etmişlerdir. Ülkemizdeki bu dinî ve ilmî yapılar, bir taraftan homojen bir din anlayışı sağlarken, diğer taraftan asrın idrâkini dikkate alabilme gibi bir vizyonu gerçekleştirmişlerdir. Yine bu resmî imkânlar, radikâlliği, şiddeti, terörü, tefrikâyı, tekfirciliği önleyen; nefret dilinden ve ötekileştirici söylemden uzak, dengeli, ilmî ölçüleri öne çıkartan kuşatıcı bir din söylemini sağlamıştır. “Ahd-i zihnî” yahut “zamanın ruhu” denilen gerçeği başarıyla yakalayarak ülkemizin bir asra yakın dinî ve ilmî ihtiyacını karşılamışlardır.
Kim ne derse desin, ne kadar aleyhte propaganda yapılırsa yapılsın, bu ülkenin ekseriyeti, az ya da çok, dini temel bilgilerini bu kurumlardan yetişenlerden almaktadır. Hutbe, vaaz ve cami hizmetleriyle Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenleriyle gerekse akademik ve ilmî eserleriyle İlâhiyatlar en az 70 milyonu beslemektedir. Bu bağlamda geleneksel medreselerimiz, şartlar gereği zar zor varlıklarını sürdürürken, onların milletimize katkısı hem mahallî hem de Arapça ve sadece klasik bazı ilimlerin kapalı devre tahsili ile sınırlı kalmıştır.
Açıkça söylemeliyim ki, asırların geleneği olan medreselere saygım olmakla birlikte hiçbiri İlâhiyatların alternatifi değildir. Son yıllarda sıkça gündeme gelen tarikâtler ise varoluşlarıyla zaten bambaşka yapılardır. Asli vazifeleri müntesiplerinin seyr û sülûkunu, nefis terbiye ve tezkiyesini sağlamak olan bu sûfî yapıların hiçbiri ilmî müessese değildir. Hâl böyle iken maalesef son birkaç senedir, kimi tarikât ve medrese çevreleri, sesli, yazılı ve görsel imkânları seferber ederek sürekli İlâhiyat, Diyânet ve İmam-Hatip aleyhtarlığı yapmaktadırlar.
Bu çerçevede Ehl-i Sünnet gibi “İslâm’ın en geniş ve kuşatıcı kavramı”nın arkasına saklanarak kendileri dışındaki dinî ve ilmi kesimleri Ehl-i Sünnet dışı, sapık hatta zındık ilân edebilmektedirler. İşin ilginç yanı ise bu Ehl-i Sünnet denilen, “İslâm’ın en geniş yolunu”, daraltan bu sığ bakışın çeşitli kesimlerden destek ve himaye görmesi, onlara çeşitli kurumlarda imkânlar verilmesidir.
Şu bir hakikâttir ki, ülkemiz, yarım asırlık dinî bilgi ve uygulamadaki birliği ve berâberliği büyük ölçüde Diyânet’e ve İlâhiyatlaraborçludur. Diğer taraftan gerek Pakistan-Hindistan coğrafyasında çeşitli dinî ve tasavvûfî yapılar sebebiyle yaşanan dinî bölünmüşlük ya da parçalanmışlık, şiddet ve terör, gerek Avrupa’da yaşadığımız her cemaâtin ve tarikâtin kendi câmisi olması gibi bir tecrübe ortada iken, ülkemizin benzer bir yanlışa sürüklenmesinin hiçbir izâhı yoktur.
Etkili ve yetkili kesimlerden en büyük beklentimiz, 15 Temmuz’dan ders alarak, ülkemizin daha güçlü yarınlara çıkabilmesi adına kendine özgü resmi kurumlar olan Diyânet ve İlâhiyatların kâdrini çok iyi bilmeleri ve onların hiçbir şekilde yıpratılmasına göz yummamalarıdır.
Saygılarımla,
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temel İslam Bilimleri Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.