Devrimin 40. yılında İran: Siyasal ve toplumsal dönüşümün seyri
Devrimin 40. yılında İran: Siyasal ve toplumsal dönüşümün seyri
İran'da 1979 devriminin 40. yılı münasebetiyle yapılan kutlamalarda göze çarpan ilk husus, yoğun katılıma rağmen, son üç yıla oranla gençlerin meydanlarda gözle görülür derecede azalmış olmasıydı.
İran rejimi geçen hafta 1979 “İslam Devrimi”nin 40. yılını kutladı. Meydanlarda bu yılki kutlamalara dair göze çarpan ilk husus, yoğun katılıma rağmen, son üç yıla oranla gençlerin meydanlarda gözle görülür derecede azalmış olmasıydı. Rejimin kendi içinde meşruiyet söylemini pekiştirmesi açısından meydanlardaki kalabalıklar gayet önemliydi; ancak rejimin (özellikle 30 yaş altındaki) genç nesille yeterince iletişim kuramadığına dair tespitler, meydanlarda net bir şekilde görülüyordu. Bu durum hiç şüphesiz, orta ve uzun vadede rejimin geleceği adına en önemli konular arasında yer almaya devam edecek.
Devrimin ilk 10 yılı ve müesses nizamın oluşumu
1972 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından, İran monarşisinin 2500. yılı kutlamaları vesilesiyle, tüm dünyanın dikkatle izlediği çok büyük bir organizasyon tertip edilmişti. Şah 1970’li yıllarda, modern silahlarla donattığı orduya, monarşinin gücüne ve Batılı dostlarının desteğine fazla güveniyordu. Ancak diğer taraftan, süreç içinde İran halkının çok büyük bir bölümünü muhalif olarak karşısına almıştı ve İran’da İslamcıların, milliyetçilerin, sosyalistlerin, liberallerin hep birlikte rejimi devirmek için sokaklara çıkmasına engel olamamıştı. 1979 yılına gelindiğinde Şah yönetimine karşı gerçekleştirilen bu protestolar başarıya ulaşmış ve 16 Ocak 1979 tarihinde gazeteler “Şah gitti” başlığıyla Şah’ın ülkeyi terk ederek Mısır’a gidişiyle ilgili yayınlar yapmaya başlamıştı. İran halkı önemli bir başarı elde etmiş ve Şah rejimini yıkmıştı; ancak Şah sonrası oluşacak dengelerle ilgili tüm kesimler tereddüt içindeydi. Zira tüm ideolojiler meydanlardaydı ve hepsi kendi İran’ını inşa etmek istiyordu.
Şah’ın ülkeyi terk etmesiyle birlikte, Şah rejimiyle uzun yıllardır mücadele halinde olan ve meydanlardaki kalabalıkların karizmatik bir lider olarak kabul ettiği Ayetullah Ruhullah Musevi Humeyni’nin 1 Şubat 1979 tarihinde Fransa’dan havalanan uçağı, saatler sonra Tahran Mehrabad havalimanına iniş yaptı. Ayetullah Humeyni’nin 1 Şubat’ta İran’a gelişiyle başlayan bu süreç, 11 Şubat 1979 tarihi itibarıyla İran halkının Şah rejimine karşı gerçekleştirdiği devrimin ilanıyla sonuçlandı. Bu devrimin İslami bir kimliğe bürünmesi ve siyasal sistemi kontrol altına alması ise hemen gerçekleşmedi. Öncelikle İslami gruplar açısından kitle örgütlenmelerinin gerçekleştirildiği, İslam Cumhuriyeti Partisi ile de siyasal alanın domine edildiği bir süreç yaşandı. Devrimin diğer paydaşları tarafından oluşturulan geçici hükümet aracılığıyla siyasal alan, liberal ve sol eğilimli örgütlerle paylaşıldı. Daha sonra, sosyal alanda örgütlenme kapasitesi daha etkin olan İslami gruplar hızlı bir şekilde toplumsal çevrelerini genişlettiler ve geçici hükümetteki diğer ortaklarını adeta hedef tahtasına koyarak siyasal alanı da tedricen kendi kontrolleri altına aldılar.
Devrim sonrası dönemde ülkenin yönetim şekli tüm kesimler için yoğun bir tartışmaya neden oldu. İslami-liberal ve laik-liberal kesimler ülkenin yeni yönetim sistemi ve adı için “İran Cumhuriyeti” ismini, sol/sosyalist yapılar olarak ön plana çıkan Tudeh, Fedâyân-ı Halk ve Mücâhidan-ı Halk taraftarları ise “Demokratik Cumhuriyet” ismini önerdiler. Bu kesimler arasında, demokratik kurumların varlığı, dini lidere sembolik görevlerin verilmesi, işçi-köylü önderliğinde yeni bir sistemin inşası, İslami ilkelerin esas alındığı bir yönetimin inşası gibi konular konuşulurken, tüm bu tartışmaların eşliğinde 1 Nisan 1979 yılında gerçekleştirilen referandumda yüzde 98 oy oranıyla yeni rejimin adı “İslam Cumhuriyeti” olarak belirlendi.
Bu seçimlerin hemen ardından, ağustos ayı içinde, anayasa taslağını hazırlamak üzere “Uzmanlar Meclisi” (Meclis-i Hobregan) seçimleri yapıldı ve 73 kişiden oluşan bir heyet halk tarafından Uzmanlar Meclisi’ne seçildi. Bu heyet tarafından 175 maddelik bir anayasa taslağı hazırlandı. Yeni rejim için, Ayetullah Humeyni’nin 1979’da İran’a gelmeden önceki 16 yıllık sürgün hayatında teorik zeminini oluşturduğu “Velayet-i Fakih” (kayıp olan 12. İmam Muhammed bin Hasan el-Mehdi’nin yokluğundaki vekili, Hz. Peygamber’in ümmet üzerindeki imamet görevini devam ettirecek kişi) düşüncesiyle, devrim sonrası İran’ın ilk başbakanı olan Mehdi Bazergân’ın Fransız cumhuriyet sistemi düşüncesi benimsendi.
Yeni anayasasının belirlenmesiyle birlikte İran’da “teokrasi ve demokrasi” fikirlerinin karışımıyla ortaya çıkan yeni bir sistem oluşturuldu. İranlı siyaset bilimci Hüseyin Beşiriye “İran’daki iktidarın hukuki yapısının bu kadar karmaşık bir özellik arz etmesini” bu iki yönetim anlayışının birlikte benimsenmesine bağlıyor. İran’ın önde gelen Şii müçtehitlerinden Ayetullah Şeriatmedari de o dönemde, anayasanın mevcut yapısıyla ilgili olarak, “İran’da halkın yönetimine engel oluşturulduğu” yönündeki eleştirilerini birçok kez dile getirmişti. Yönetim anlayışındaki bu ikilik, sistem içinde “asıl gücün kimde olduğu” tartışmalarını birçok kez yeniden gündeme getirmiş, fakat bununla birlikte, Velayet-i Fakih konumunda olan “Devrim Rehberi” her daim daha baskın ve kesin bir güç olarak sistem içindeki konumunu korumuştur.
“İslami rejim” taraftarları için devrimden sonraki ilk on yıl içinde meydana gelen en önemli olay, içeride gerçekleşen devrimin sahiplenilmesi ve siyasal anlamda gücün tahkim edilmesi adına, “Defa-i Mukaddes” (Kutsal Savunma) olarak değerlendirilen İran-Irak Savaşı (1980-1988) oldu. Bu savaş, devrimden hemen sonra rejimin güç kazanmasında çok önemli bir rol oynamış, içeride muhalif unsurların “vatan savunması” etrafında birleşmesine, Halkın Mücahitleri örgütü gibi daha sonradan rejime karşı silahlı mücadeleye girişenlerin hızlıca tasfiye edilebilmesine ve rejimin böylesi bir ortamda gücünü tahkim etmesine büyük bir olanak sağlamıştı.
İran Devrimi, Ayetullah Humeyni’nin hayatını kaybedeceği 3 Haziran 1989 tarihine kadar, iç çatışmaların, İran-Irak Savaşı’nın ve yeni bir düzen kurma karmaşasının gölgesinde kaotik bir on yıl geçirdi. Ancak rejim, devrimden sonra yaşanan bu kaotik süreçte, kitlesel örgütlenmelerle önce toplumsal, eş zamanlı olarak da siyasal alanda kök salmış ve zamanla tüm siyasal, adli ve askeri alanların kontrolünü ele geçirmiştir. Bu on yıllık süreçten sonra “müesses nizam” olarak adlandırabileceğimiz İran İslam Cumhuriyeti, ana omurgasını Devrim Rehberliği, yargı erki ve Devrim Muhafızları Ordusu’ndan (DMO) oluşan sacayağı üzerine oturtmuş ve bu üçlü yapı günümüze kadar sistem içindeki gücünü pekiştirmiştir.
Siyasal ve toplumsal alanda yaşanan dönüşümler
İran Devrimi ile birlikte, İslami geleneğin temsilcileri olarak görülen din adamları, anayasal kurumlar aracılığıyla sistemin de temel dinamiğini oluşturmaya başlamıştır. Velayet-i Fakih teorisiyle birlikte, iktidar alanının mutlak yetkilisinin “fakih” olan bir din yetkilisi olması gerektiği belirlenmiş ve bu yetkilinin seçimi için halk tarafından seçilen Uzmanlar Meclisi anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Anayasanın ve kurumların temelinde İslami ilkeler genel bir çerçeve olarak dikkate alınmaktaydı. 1980’li yıllar Humeyni’nin karizmatik liderliği ve iktidarıyla geçtiği için, bu süreçte dönemin sol grupları herhangi bir etkinlik gösterememiş ve genel olarak yönetim halkasının dışında kalmışlardı. Zira o dönemde siyasal alanın meşruiyet kalıpları karizmatik lider tarafından belirleniyordu.
1980’li yılların sonuna gelindiğinde İran’da Ayetullah Humeyni’nin karizmatik liderliği ve iktidarıyla geçen yıllar son bulmuş ve muhafazakâr kesim kendi içinde “geleneksel” ve “modern” olmak üzere sınıflara ayrılmaya başlamıştır. Yine kendi içinde ayrışmış olan sol gruplar ise çeşitli ittifaklarla kendilerine mecliste yer bulmuş ve fikirlerinin yayılmasını sağlamışlardır. Bu açıdan 1980’li yılların sonu, İran’da siyasal eğilimlerin de değişmeye başladığı yıllar olmuştur. Devrim döneminin en önemli simalarından olan Haşimi Rafsancani, 1989-1997 yılları arasındaki cumhurbaşkanlığı döneminde, ekonomik kalkınmaya ve uluslararası toplumla daha fazla ilişki içinde olmaya dikkat etmiştir. Ancak şu husus gözden kaçırılmamalıdır ki siyasal alanın dinamikleri, bu dönemde de geleneksel siyaset anlayışı ve tahakkümüyle devam etmiştir. Bu süreçte, devrim ilkelerine ve Velayet-i Fakih anlayışına bağlılık, sistem içinde işlevsel olabilmenin en önemli şartlarını oluşturmuştur.
İran’da geleneksel siyaset anlayışının tahakkümü, 1990’lı yılların başında değişim sinyalleri vermeye başlamıştır. “Velayet-i Fakihin siyasal alana dair mutlak yetkileri”, “Tek bir fakihin değil, bir şuranın yönetmesinin gerekliliği” ve “iktisadi alanda serbest piyasa koşullarının gerekliliği” gibi konular, bu yıllarda hem dini ilim havzalarında hem de siyasi alanlarda yeniden tartışmaya açılmıştır. Siyasal alandaki bu tartışmalar, daha sonraki yıllarda şekil alan siyasal çıkar gruplarının farklılıklarının da ana temaları olmuştur. 1997 yılındaki seçimleri Muhammed Hatemi’nin kazanması, bunun en önemli göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Haşimi Rafsancani döneminde başlayan iç ve dış siyasetteki bu İslami/ılımlı reformist anlayış, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan Muhammed Hatemi tarafından da devam ettirilmiştir. Ancak yine de bu dönüşüm, müesses nizam tarafından çok yakından takip edilmiş, devrimin temel ilkeleriyle bağdaşmayan ve bu bağlamda önemli bir savrulma emaresi gösteren yöneticiler sistem tarafından yakın bir takibe alınmıştır.
İran’da 1990’lı yıllar bir yandan öğrenci hareketlerinin de siyasal ve sivil örgütlenme açısından önemli bir etken olarak değerlendirildiği yıllar olmuştur. Bu dönemde, İslami devrimin ilkelerine bağlı olan öğrenci yapılanmaları da toplumsal ve siyasal alanda yaşandığı gibi, kendi içinde fikrî ve ideolojik yönden ayrışmalara başlamıştır. Öğrenci hareketleri içindeki çeşitli gruplar, İran İslam Devrimi ve mevcut siyasal/anayasal düzene dair yeni yorumlar getirmeye çalışmış ve bu bağlamda gelenekçilerden ayrılmaya başlamışlardır. Reform hareketinin önemli bir parçası olmaya başlayan öğrenciler arasında gelişen bu dalga, 1990’lı yıllar boyunca artarak devam etmiştir. Bu gruplar Muhammed Hatemi’nin 1997 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasında da etkili olmuştur. Bu açıdan İran’da 1979 Devrimi’nin gerçekleşmesinde çok önemli roller üstlenen öğrenci hareketleri, bu yıllardan sonra, hem reformistler hem de muhafazakârlar için İran siyasetinde önemli bir yere sahip olmaya başlamıştır.
Muhammed Hatemi’den hemen sonra, 2005 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini, aşırı muhafazakâr olarak nitelendirilen Mahmud Ahmedinejad kazanmıştır. Bu dönemde Ahmedinejad, selefleri dönemindeki gibi aydın ve burjuva kesimle yoğun bir iş birliğinden ziyade, toplumdaki alt tabakanın gündelik sorunlarını gündeme getirmiş, yolsuzluklardan ve gelir dağılımındaki adaletsizlikten bahsederek geniş bir kitleye sahip olan bu kesimlerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. 1997-2005 arasındaki sekiz yıllık dönemde ılımlı-reformist kesimin etkisi konuşulsa da, halkın vaat edilen reformlarla ilgili adımlar atılmadığını görmesi üzerine, Ahmedinejad’ın somut ve popülist vaatleri toplum nezdinde karşılık bulmuş ve bunlar sayesinde Ahmedinejad seçimleri kazanmıştır. Hatemi döneminde “devrimin ilkelerinden uzaklaşıldığı” düşüncesinde olan müesses nizam da seçim sürecinde Ahmedinejad’a destek vermiştir. Ahmedinejad döneminde Devrim Rehberi Ali Hamaney ile DMO’nun siyaset üstündeki etkisi de büyük bir artış göstermiştir. Ancak müesses nizam için “ideal cumhurbaşkanı” profili olarak değerlendirilen Ahmedinejad’ın, cumhurbaşkanlığının ikinci döneminde Devrim Rehberi ile ters düştüğü konular olmuş ve görevinin son yıllarında sistem tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmiştir. Bu durumun meydana gelmesinde, Ahmedinejad döneminde izlenen aşırı muhafazakâr siyaset sonucunda İran’ın iç ve dış siyasetinde yaşadığı krizlerin ve toplumsal alanda biriken tepkinin de etkili olduğu düşünülmektedir.
İran için hem iç hem de dış politika alanında zor dönemlerin yaşandığı, toplumsal tepkilerin arttığı bu süreçte, 2013 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini ılımlı reformist aday olarak ön plana çıkan Hasan Ruhani kazanmış ve İran’da yeniden iç politik reformlar ve dışa açılım süreci başlatılmak istenmiştir. 2015 yılında ABD ile nükleer program konusunda tarihi bir anlaşma imzalanarak İran’a ekonomik anlamda nefes aldırılmaya çalışılmıştır. Ruhani’nin bu adımları anlaşmadan sonraki ilk yıllarda İran’da etkisini göstermiş ve ekonomik alanda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu süreçte İran’ın hem bölgede hem de uluslararası alanda etkinliği artmıştır. Ahmedinejad döneminde biriken toplumsal tepkiler ise yerini, sistem içinde yaşanacak bir değişim beklentisine bırakmıştır.
Toplumla rejim arasındaki makas açılıyor
İran halkı bu doğrultuda, Hasan Ruhani’nin 2016 yılındaki “Vatandaşlık Hakları Bildirgesi” çerçevesinde şekillenen 2017 yılındaki seçim vaatlerini çok fazla önemsemiş ve toplumsal mutabakat yolunda önemli adımların atılacağını düşünerek Ruhani’yi (yüzde 57 gibi) ciddi bir oy oranıyla ikinci kez cumhurbaşkanı olarak görevlendirmiştir. Ancak bu normalleşme süreci, Ruhani’nin ikinci döneminde doğrusal bir seyir izleyememiş ve özellikle iç politik talepler ve bu taleplere dair çözüm önerilerinde Ruhani birçok defa müesses nizamın genel devrimci prensipleriyle karşı karşıya kalmıştır. Seçmenler bu dönemde Ruhani’den, vaatlerini yapısal bir alana taşıyabilmek için daha cesur adımlar atmasını beklerken, şimdiye kadar gösterdiği performans açısından Ruhani’nin, görev süresi sona erdiğinde müesses nizam ile kavgalı olmayı ve gelecek dönemlerde sistem içinde kendi yerini tehlikeye atmayı istemediği anlaşılmaktadır. Yaşanan bu durum ise halk arasında her geçen gün siyasi alana dair güven, beklenti ve ümitlerinin azalmasına yol açmaktadır.
İran’da 1990’lı yıllarda başlayarak günümüze kadar gelen siyasal alandaki reformist talep ve dönüşümler, müesses nizam içinde çok büyük bir dönüştürücü güç oluşturamamış ve bu konularda “nizamın maslahatı” anlayışı gereği, ancak sistemin izin verdiği ölçüde adımlar atılabilmiştir. Bu süreçte, siyasal alanda yaşanan dönüşüme nazaran, toplumsal alanda daha büyük bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Bugün genç neslin çoğunluğuyla rejimin idealleri aynı noktada daha az kesişiyor ve bu noktada sistemin yeniden yorumlanmasına dair talepler daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Günümüzde yaşanan sorunlar, İran toplumu tarafından “sadece dış aktörlerin sebep olduğu sorunlar” olarak görülmüyor. Ekonomik kriz ise bu süreci daha da derinleştiriyor ve toplumla rejim arasındaki mutabakata dair makas her alanda giderek açılıyor.
Devrim, İran halkına “özgürlük, bağımsızlık, adil ekonomik bir düzen ve İslam cumhuriyeti” şiarıyla seslendi; ancak aradan geçen 40 yılda İran halkının en önemli sorunlarını özetle, ekonomik buhran, alım gücünün düşmesi, işsizliğin artması, mezhebî ve etnik kimliklerin sistem içindeki dezavantajlı pozisyonları, düşünce özgürlüğü, kadınların zorunlu başörtüsüne karşı gösterdikleri direnç ve gençlerin gittikçe her anlamda daha seküler bir İran görmek istemeleri şeklinde sıralamak mümkün. Tüm bunlara bakıldığında (mevcut sorunların sadece İran’a has olmadığını unutmadan) İran İslam Devrimi’nin 40. yılında birçok ekonomik ve toplumsal sorunla ve toplumun zihninde birçok soru işaretiyle karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Rejimin bu durumu aşabilmesi için toplumsal mutabakat alanını genişletmesi ve toplumsal alandaki taleplere kapsayıcı ve kalıcı çözümler getirmesi ve siyasi alanın önünü açması şart.
[Abdullah Sayın Tahran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisansüstü çalışmalarını sürdürmektedir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.