Caner Arabaı: Mehmet Âkif’in Son Günleri ve Vefatı
Mehmet Âkif, 1925’ten 1936’ya kadar Mısır’da yaşar. Hayatının on bir yılı,belki en çileli dönemidir.Hilvan’dan Kahire’ye gelip giderek hocalık yapmaya başlar. Ama eşinin hastalığı, memleketteki pahalılık onu sıkıntıya sokmuştur. Yakın dostu Eşref Edib’e mektuplarında bahsettiğine göre, “yol parası bulmakta” güçlük çekmektedir. Kızı Cemile’nin hastalığını öğrendiğinde, “geçinmekten aciz” durumdaki damadı Ömer Rıza’nın, günlük hastane masrafı olarak ihtiyacı olan “iki buçuk lirayı” ona verememekten üzülür, çünkü kendisi de borç içindedir. Bir ara Girit’te oturan (1931) eski dost Eşref Sencer Kuşçubaşı’dan “beş-on lira” borç ister. Aynı şekilde Eşref Edib’e, durumu elverişli ise “beş-on lira göndermesinin çok makbûle geçeceğini” bildirir (Şengüler, 1992/9, 481, 497, 511).
Âkif’in Mısır’daki sıkıntı dolu hayatı Türkiye’nin istihbarat raporlarına da yansımıştır. Kahire Elçilik Kâtibi ve Kahire Konsolosluk işlerini çeviren Kâzım Hastekin, Emniyet İşleri Umum Müdürlüğünün 20 Temmuz 1936 tarihli yazılı isteği üzerine Âkif’in Mısır hayatı üzerine bilgi verir. Elçilik kâtibi, yazısında belirttiği üzere Kahire’de bulunduğu üç seneye yakın süre boyunca Âkif’i daima takip altında tutmuştur. Âkif, Hilvan’da Abbas Halim Paşa’nın dairelerinden birinde ücretsiz, ailesi ile birlikte oturmuştur. Gayet münzevi bir hayat yaşamış, zamanının çoğunu, kendisi ve ailesinin rahatsızlıkları ile uğraşmakla geçirmiştir. Bu arada Mısır Darülfünununda ücretli ders vermiş, bu hizmeti karşılığı olarak eline ancak yirmi Mısır Lirası geçmiştir. Bu para ile de son derece ihtiyaç içinde, sıkıntılı, parasızlık, darlık çekerek geçinmeye çalışmıştır. Mevcut Türkiye rejimi aleyhinde çalışmamış, Kahire’de Yüzellilikler ve muhaliflerle de düşüp kalkmamıştır.
Onca sıkıntı içinde ata yüreği, bu arada kendisinin anılıp sorulmamasına da üzülmektedir. Eşref Edib’e yazdığı şu tek cümle, acı bir sitemle karışık hatırlatmayı içermektedir: “Ömer Rıza Bey oğlumuza, Mısır’da kendisinin bir kayınbabası olduğunu ve henüz rahmet-i Hakk’a intikal etmediğini anlatabilirsen çok büyük iş görürsün.” (Şengüler, 1992/9, 504).
Yakınlarının da kendi derdine düştüğü bir ortamda Âkif, gurbet çilesini doldurmaya devam etmektedir.
Mısır Dârülfünununda (el-Camiâtu’l-Mısrıyye) yeni ders vermeğe başladığı sıra (1929) İhsan Efendi; “Nasıl, Arapçayı kolaylıkla takrir edebiliyor musunuz?” diye sorar. Cevabı, onun inceliğini, mahviyetini ortaya koymaktadır: “Derse başladığım zaman talebeye öyle dedim: Siz benim Arapçama gülmeyin. Ben de sizin Türkçenize gülmeyeyim.. Geçinelim!” (Eşref Edib, 1962, 246). Âkif, tevazuundan böyle söylemektedir. Sokak Arapçasının konuşulduğu Kahire’de, Mısırlı talebeye Kur’an Arapçası ile Türk edebiyatını okutmanın (Cündioğlu, 2000, 37) şaşırtıcı durumunu öylece ifade edivermiştir.
Âkif’in Mısırdaki talebelerinden birisi, Mısır Dârülfünunu’ndan mezun, meşhur seyyahlardan Mehmet Tevfik Efendi’nin oğlu Mehmet Beydir. Türklük, Müslümanlık sevgisi ileri olan Mehmet Bey, Mısır’da Arapça Kemal Atatürk adlı eserini yazıp yayınlamıştır. Mehmet Âkif’ten, özel olarak üç sene Türk Edebiyatı dersi almış, Safahat’ı baştan sona kendisinden okumuştur. Üstat, derslerde neşeli olmakta, bazen coşarak kalkıp hem gezmekte hem de sevdiği bir şiiri ayakta okuyup tekrar etmektedir (Eşref Edib, 1962, 253–254).
Âkif’in, Mısır’da son eğitimciliği, Prens Aziz Hasan’ın çocukları üzerinde olmuştur. Dersi, Mısır Kralı Fuad’ın kız kardeşi Prenses Nimet Muhtar’ın sarayında vermektedir. Hastalığı ilerleyip devam edemez hale gelince, görevden affını ister. Prenses de çocuklar da üzülmüşlerdir. Hatıra olmak üzere beraber bir fotoğraf çektirmek isterler. Sarayın bahçesinde çektirilen fotoğraf eline gelince Âkif; “Gölgemi canlı cenaze gibi serilmiş görünce çok müteessir oldum” der. İstanbul’daki kızı Cemile’ye fotoğrafının ardına şu kıtayı yazıp gönderir: “Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim / Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben. / Daha yıllarca eminim ki, hayatın yükünü / Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben. / Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını; / Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını!” Kızı, fotoğraf ve şiirden etkilenerek; “Ah babacığım ne hale gelmişsin!” diye mektup yazmıştır (Eşref Edib, 1962, 248).
Âkif, şiir yazmayı, ciddi, sürekliliği olan bir iş olarak değerlendirmektedir: “Şiir çok nankördür. İnsan, beş sene çalışır, şiirle uğraşır. Sonra beş ay terk etse beş senelik mesaisi heder olur. Daima üzerinde işlemek lazım.” Aslında, “şiirin ilhamı azdır. Şiir çalışmakla, uğraşmakla olur. Zannederler ki şair, tabiat karşısında oturur, ilhamlarını toplar, hemen kalemi eline alarak şiirini yazar. Hiç de öyle değil. Odaya kapanıp ter dökecek, düşünecek, yorulacak, uğraşacak. Yüz ter dökerek bir beyit meydana gelir. Ben manzaraları odama getirir, orada kafa yorarım. Ter döker, dört duvar arasında şiirimi yazarım. Ben şiir yazmadan evvel çok düşünürüm. Tam bir mühendis gibi, bir mimar gibi.. Bir bina başlayacağı zaman nasıl ki mimar evvela düşünür: şurada oda, şurada merdiven, şurada salon, şurada mutfak, şurada banyo.. Planını yapar krokisini çizer, en son binaya başlar.. Tıpkı ben de öyleyim.” Bundan sonra eserin sunuşunu, girişini nasıl yapacağını, sonuca nasıl ulaşacağını da hesaplamakta, istediği neticeye varmaktadır. Örneği büyüteçtir: “Güneşin dağınık huzmeleri yakmaz. Fakat bu huzmeler, mihrak noktasına gelir de orada teraküm ederse yakar. İş o noktayı bulmaktır. Bütün mukaddimat bir noktada tecemmu ederse şiir ancak o zaman müessir olur.” Şiirin “Anadolu mektubu” gibi yazılamayacağını vurgulamaktadır. Mısır’dan Hafız Asım’a yazdığı bir mektubunda, “Gece tarzında bir manzume daha karalamak” istediğini ama henüz muvaffak olamadığını belirtmektedir. İlerler gibi olmakta, geri dönmektedir. Kaç defa bozmuş, kaç defa değiştirmiştir. Dilde, anlaşılır olmadan yanadır. Onun için Asım, diğerlerine göre daha sade ve Türkçedir. O Hâmid gibi, ya gökte uçmayı veya yerin dibinde dolaşmayı değil, yeryüzünde yürümeyi sever. Hayale dalmaz. İfadesi ayrımı çok net ortaya koymaktadır: “Ben adî şeylerden bahsederim. Meselâ bu, taş. Ona taş derim. Haceri semavi demem. Bu, tahta. Ona tahta derim. Taht demem.. Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim. En fukara muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tespit etmeye çalışırım.” Şiirde ayırıcı özelliği; “her şeyi olduğu gibi görmek ve göstermektir.” Onun için Mahalle Kahvesi’ni dinleyen bir kahve sahibi, “Bu herif muhakkak böyle kahvelerde yetişti, demiştir.”
Yalnız şiirin, maişete yansıyan yönü ile ilgili değerlendirmesi de, tecrübe ile sabit kesinliktedir. Şöyle der: “Şiir karın doyurmaz.” (Eşref Edib, 1962, 249, 256–257, 259, 263).
Üstadın, gurbet elde uğraştığı işlerden birisi de Safahat’ın bir bölümü olan Gölgeler’i bastırmak olmuştur. Yalnız, baskı aşamasında çok yorulur. Kitabı basan matbaanın adı: Gençlik Matbaası (Matbaatu’ş-Şebab)’dır. Şöyle der: “Şu Gençlik Matbaası beni ihtiyarlattı (Şeyyebetnî Matbaatu’ş-Şebab).” (Eşref Edib, 1962, 252).
Mısır hayatında, bildiklerini insanlara verme konusunda bir gayreti vardır. Ama öğrenme aşkı, ilerlemiş yaşına rağmen durmuş değildir. Kahire’deki edebiyat çevrelerinin etrafında kümelendiği iki büyük edipten birisi olan Mustafa Sadık er-Râfiî tanımakta, okuyup beğenmektedir. “Eğer ağır işitmeseydi; kendisi ile Arap edebiyatı okurdum.” demiştir. Zira Râfiî, sağır denecek kadar ağır duymakta, kendisi ile konuşup anlaşmak zahmetli olmaktadır (Düzdağ, 2007/2, 306).
Musikide Teselli
Âkif Mısır’da, “vatandan cüda” olmanın kahrını yaşarken, ruhunu dinlendirmek için zaman zaman, sanat müziğinin kendisini alıp götüren nağmelerinin kollarına bırakmaktadır. Çok taş plâğı yoktur. Ama olanların özel değerleri vardır. Yemekten sonra biraz gramofon çalmaktadır. Çok sevdiği için ilk önce Şerif Muhiddin’in plâklarını çalmaktadır. Onu, “elini şakağına koyarak derin bir sükûnet içinde” dinlemektedir. Muhiddin, Mısır’ın musikî dehasına sahip bir sanatkârıdır. Mızrap darbeleri ile istediğini tasvir edebilmektedir. Dinlerken, çölde giden bir kafilenin yokuşlara tırmanışı, vadilere inişi, kızgın çölde yürüyüşü, gece, gündüz, üzüntü, neşe insanların zihninde âdeta canlanmaktadır. Ama bu sanatkârın, üstatla ortak bir yanı vardır. O da gurbettedir. Mısır’da kıymeti bilinmemiştir. Öyle bir yüksek dehanın, yabancı ülkelerde kalmasına üzülmektedir (Eşref Edib, 1962, 218–219).
Âkif’in mest olarak dinlediği bir başka sanatkâr, Tamburî Cemil Bey’dir. Hafız Kemâl’in Mevlit plâkları, ayrıca “ona ruhanî büyük bir zevk” vermektedir. Mısırlı Şeyh Ali Mahmud’un plâklarını da dinlemektedir. Mısır’dan ayrılırken sevdiği bütün plâklarını gramofonla birlikte Mehmet Bey’e hediye etmiştir (Eşref Edib, 1962, 217).
Âkif, gezmeyi, yürümeyi sevmektedir. Onun için her akşam üzeri en az iki saat yürümektedir. Gezdiği yerlerden birisi, Hilvan’ın Çin tipi yapılmış, içinde Buda heykeli de bulunan bahçesidir. Buda heykeli çevresine yerleştiren talebelerini, seyredip düşünceye dalmaktadır. Fakat en çok etkilendiği yer Nil kıyısıdır. Nil kenarında gecenin geç vakitlerine kadar oturmaktadır. Özellikle Nil’in taştığı Ağustos-Eylül aylarında, bu nehri seyretmekten zevk almakta, dalgın seyri arasında: “Şu Nil ne mübarek şey! Hem su getirir, hem toprak!” demektedir. Sevdiği arkadaşları geldikçe, onları Nil kenarına götürüp, çaylar ikram etmektedir (Eşref Edib, 1962, 221–222).
Bazı Dostları
Âkif’in Mısır’daki dostları, “İslâm-Türk asalet ve kibarlığının en yüksek örnekleridir.” Hepsinin ortak yanı, Türkiye ile bir şekilde bağlantılarının olmasıdır. Türkçe konuşan, Türkçe bilen, İslâm Medeniyeti değerlerine samimiyetle ilgi duyan insanlar, onun yüreğine ulaşmak için yol bulabilmektedirler. Bir çok eserini Türkçeye çevirdiği, Mısır âlimlerinden Ferid Vecdi ile görüşürlerken Âkif, kendi tabiriyle “Birgivî Arapçası ile konuşmaya başlar.” İslâm düşünürü Ferid Vecdi şaire şöyle der: “Zahmet çekme, ben Türkçe bilir.” (Eşref Edib, 1962, 246).
Âkif’in dostları arasında, Mısır’ın yüksek şahsiyetleri kadar Türkiye’den eğitim için gitmiş gurbetçi öğrenciler arasında da gönül bağı olan gençler bulunmaktadır. Hatta orada eğitim gören bir öğrenciye, üzerinde çok emeği bulunan, fevkalade önem verdiği mealini vasiyeti ile birlikte teslim etmiştir.
Mısır ileri gelenleri, zaten Türk kökenlilerdir. Bunlardan, vefatına kadar kendisini himaye eden Abbas Halim Paşa gibi, çok sevdiklerinden birisi de Prens Halim Bey’dir. Batı ve doğuyu iyi tanıyan, yüksek bir düşünür olan Said Halim Paşa’nın[1] oğlu Halim Bey, yılın çoğunluğunu İstanbul’da, kışları birkaç ayı Mısır’da geçiren birisidir. Babası Said Halim Paşa’nın “asaletini, irfan ve zekâsını, yüksek fazilet ve seciyelerini yaşatan mümtaz bir şahsiyet”tir. Üstat, Halim Bey ile sohbetten zevk almaktadır. Âkif, çok prens görmüş birisidir. Ama Halim Bey’le ilişkisi farklıdır. Onunla Mısır’a geldiği zaman haftanın birkaç günü beraber olur, edebiyat, musikî, sanayi nefîse, felsefe, sosyoloji üzerine gece geç saatlere kadar sohbet ederler (Eşref Edib, 1962, 233–234).
Mısır’da sürekli ziyaret ettiği, sıkıldığında yanına koştuğu, samimi, vefakâr bir başka dostu; İmadettin Bey’dir. Adı geçtikçe; “Allah razı olsun, onun çok iyiliklerini gördüm. Çok mert, çok vefakâr bir dosttur” diye anar. Haftada bir defa da olsa ona uğrayıp sohbetinden zevk almaktadır (Eşref Edib, 1962, 235).
Âkif’in hayatında özel yeri olan Mısır’daki Türk öğrencilerden biri, Yozgatlı İhsan Efendi’dir. 1925’te Mısır’a giderken aynı vapurdadırlar. Tanışma orada başlar[2]. İhsan Efendi, Ezher’de eğitimini tamamlayarak Kahire’deki Sultan Mahmut Medresesi’ne müderris olur. Birinci Sultan Mahmut’un 1164/1751’de yaptırdığı bu yirmi dört odalı, altmış talebeyi barındıran medrese, Türk talebelere mahsustur. Baştan bu yana da müderrisleri hep Türk’tür. İhsan Efendi, bir süre Sultan Mahmut’ta göreve devam ettikten sonra Camiu’l-Ezher’in karşısındaki Mehmet Bey Medresesi’ne müderris olur. Ezher’deki Türk Revakı’na bağlı, Türk talebelerin kaldığı bu medrese Âkif’in en çok uğradığı yerlerdendir. Özellikle Cuma günleri gelmektedir. Talebelerle beraber camiye gitmekte, dönüşte de akşama kadar orada kalmaktadır.
Camide görme özürlü Hâfız Şıh Rıfat, namazdan önce mukabele okumaktadır. Âkif, onun okuyuşuna meftundur: “Simaların insanda değişik tesirler uyandırması gibi, seslerin de tesirleri var. Bu şahsın sesinde, gözle görülmeyen, fakat gönüllerle sezilen, ruhla duyulan bir cazibe var.. Şıh Rıfat, âmâ olduğundan mıdır, manayı bilerek okuduğundan mıdır, nedir daha tesirli oluyor. Dokunaklı âyetlerde, celâlli âyetlerde ağlıyor. Onun ağlaması bana çok dokunuyor. Gözüm belki ağlamıyor ama gönlüm ağlıyor, kalbim yanıyor.” (Düzdağ, 2007, 331, 376).
“Üstadın medreseye geldiği günler”, talebeler için “bayram” olmakta, ne surette ikram edeceklerini şaşırmaktadırlar. İhsan Efendi’nin anlatımı durumu açıklar: “Diyarı gurbette o, bizim babamız, hocamız, her şeyimizdi. Onu gördükçe memleketimizi görmüş gibi olurduk. O, ne yüksek insandı! Ne mücessem faziletti! Milletimizin büyük şairi, büyük tevazu gösteriyor, bizi ziyaret ediyor.. Göğsümüz kabarır, kalbimiz genişlerdi. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanlar hayatımızın en kıymetli zamanlarıdır.” Âkif, onlara şiirler okuyup, güzel sözler, güzel hikâyeler anlatmakta, öğütler vermektedir. Onlar da bu arada hizmete koşmaktadırlar. İhsan Efendi güzel çay demlemekte, Bayramiçli Mehmet Eşref nefis tavuk çorbası yapmaktadır. Üstadın ziyareti biraz gecikse, İhsan Efendi onu davet etmektedir. Okuyan gençler için öğütleri önemlidir. Onlara; “İnsan bir gayeye vasıl olmak için mesaisini bir mevzua hasretmeli, dağıtmamalı.”, “İyilerin tembelliği kötülerin faaliyetidir.”, “İngilizlerin dünyaya hâkim olmalarının sebebi, fenalar fenalık yapınca iyiler derhal önüne geçerler, bir kenara çekilip yan gelmezler.”, “İnsan iki şeyi bilmelidir: Biri haddini, diğeri de hesabını. Ben haddimi bilirim amma hesabımı bilmem”, “İyilik mefhumu bizde menfidir, müspet değil. Meselâ bir adam iyidir dediğimiz zaman, şunu yapamaz, bunu yapamaz, kimseye bir fenalıkta bulunmaz, manâsını kastederiz. Yoksa şunu yapar, bunu yapar, şöyle iyiliklerde bulunur manâsını düşünmeyiz.”, “Şöhret beylik malı gibidir, kapanın elinde kalır.” türü öğütler vermektedir. İhsan Efendi’ye Esterâbâdî’den okuduğu beyit, âlim değerlendirmesi konusunda etkilidir: “Âlimler görüyorsun, ilmi var, irfanı yok. Kuşlar görüyorsun, kanadı var, uçması yok.” O Farsça beyit şöyledir: “Âlimanrâ ilm hest ü râz nîst / Mürgânrâ bâl hest pervâz nîst” (Düzdağ, 2007, 383).
Ayrıca gençleri araştırmalara teşvik etmektedir. Annesinden çok darbımesel öğrenmiştir. Meclislerde onlardan birkaç tane söylemektedir. Bu doğrultuda İhsan Efendi’yi, Yozgat’taki darbımeselleri toplamaya teşvik eder. O, topladıklarını üstada okuduğu zaman bunlar içinden birini çok beğenmiştir: “Dost kazan, düşmanı anan da doğurur.”
Yozgatlı İhsan Efendi, Âkif’in düşüncelerini paylaştığı birisidir. Bir gün, Mısırlılarla Türklerin Kur’an okuyuşları hakkında görüşürken İhsan Efendi, “Peygamberimiz zamanında fonograf olup da o zamanki okuyuşlar, tarzı telaffuzlar muhafaza edilmiş olsaydı, şimdi ihtilâf olmazdı.” der. Üstat, insanların bütün fillerinin, bütün hareketlerinin kaydedildiğinden hareketle, seslerin de kaydedildiğini düşünmektedir. Öngörüsü şöyledir: “Mademki, ağızdan çıkan söz gaip olmuyor, fonograf ve radyo bunu ispat etti; bir gün gelecek, fen terakki edecek, olabilir ki, geçmiş zamanlarda söylenen sözler de alınabilecek.” (Eşref Edib, 1962, 241–245).
Âkif, İhsan Efendi’den gördüğü dostluk ve yakınlığı hiç unutmamıştır. Ona defalarca şunu söylemiştir: “Ey bana gurbet elleri on senedir aşina kılan İhsan Efendi. Sana bir ananın, bir babanın, evladına duası gibi dualar ediyorum..” (Düzdağ, 2007, 375).
Âkif, Mısır’dan ayrılmadan önce son bir defa daha İhsan Efendi’nin ziyaretine gider. “Canlı cenaze gibi kendisini karyolanın üzerine atmış, uzanmış”tır. Hayli istirahat eder. Bir şeye üzülse yahut neşelense koşup geldiği mekâna bu son gelişidir. Gördüğü samimiyet ve hürmetle gamının dağıldığı, neşesini yaydığı yere bir daha uğrayamayacaktır (Eşref Edib, 1962, 252).
Âkif’in Mısırlı dostlarından ikisi Azam ailesinden Abdurrahman Azam ve yeğeni Abdülvehhab Azzam’dır. Abdurrahman Azam, “Türklere karşı çok muhabbeti olan” Trablusgarp Muharebesi’nde “gönüllü olarak Türklerle beraber İtalyanlara karşı harp etmiş” birisidir. 1930’lu yıllar Mısır’ın, İran, Irak, Afganistan elçiliğini yapmıştır. Sevdiği, değer verdiği bir kimsedir. Onun yeğeni Mısır Dârülfünunu (Üniversitesi) Farsça müderrisi olan Abdurrahman Azzam, aynı zamanda Hilvan’da komşusudur. Arap edebiyatçılarından, güzel yazıp, söyleyen birisi olan Azzam, Türkçe de bilmektedir. Türk edebiyatının büyüklerinden birisi olarak tanıdığı Âkif’le irtibatı, Türkiye ziyareti ile başlar. Türkiye’de sorduğu şairin Mısır’da olduğunu öğrenir. Döndükten sonra ziyaret ederek tanışırlar ve o ilişki, Mısır’dan ayrılıncaya kadar sürer. “Az söyleyip çok düşünen, uzun sükûtları, inzivayı seven, toplantılardan kaçan” Âkif, Azzam’ın aradığında evinde bulduğu bir ediptir. Yaz geceleri beraberce Hilvan sokaklarında dolaşırlar, konuşa konuşa gezip-yol alarak şehir dışına çıkar, geri dönerler. Üstat, yürümekten yorulmayan birisidir. Arap, Acem, Türk edebiyatı üzerine sohbetler edip kitaplar okurlar. Âkif, öğrenen, öğreten, sürekli bilgiye açık birisidir. Azzam’a Muhammed İkbal’i tanıtır. İkbal’e karşı kendisinin özel bir ilgisi vardır. Onun ufak bir risalesini, Millî Mücadele günleri Ankara’sında okumuş ve “Hind’in İslâm şairini” kendisine benzetmiştir. Millî Şair, İngiliz ve İngiliz emperyalizminin maşaları ile vatanı kurtarma mücadelesini verirken; İkbal, Hint kıtasında İngiliz sömürüsüne karşı boğuşmaktadır. Gıyabî bir yakınlıkları doğmuştur. Ayrıca İkbal, Ordu dili (Urduca) ile yazan, Mevlânâ’ya mürşidim diyen, Arapça, Farsçası iyi, çok güzel gazelleri olan bir şairdir. Âkif, İkbal’in bazı gazellerini okurken, onların kendisine “sarhoş gibi nara attırdığını” belirtmektedir. Azzam’la birlikte İkbal’in Peyam-ı Meşrık, Esrar-ı Hodî, Rumuz-ı Bîhodî adlı eserlerini okuyup mütalaa ederler (Eşref Edib, 1962, 236–240).
Mısır’da Ezher ulemasından görüştüğü kişi, yalnız Ezher Reisi Şeyh Meragi’dir. Bu zat, Türkleri, Türk talebeyi çok sevmektedir. Orada, Türk talebelerin “mümtaz bir yeri” vardır. Şeyh, Mısır Kralı Birinci Faruk’a tavsiye ederek Türk talebeye bin Mısır lirası tahsisini sağlamıştır. Ayrıca Şeyh, Muhammed Abduh’un mektebinden yetişmiş, onun yolunu takip eden birisidir (Eşref Edib, 1962, 247).
Âkif’in Mısır’da, çok sık olmasa da görüştüğü şahsiyetlerden ikisi, Şeyhülislâm Mustafa Sabri ve oğlu İbrahim Sabri’dir. Mustafa Sabri ve oğlu, Âkif’in şiirlerine hayrandırlar. Şiirlerini övdükleri zaman, utanıp terlemekte, mendiliyle alnını silmektedir. Yalnız baba-oğul, siyasî tercih yönünden, İttihat ve Terakki hasmı bir anlayışa sahiptirler. Mustafa Sabri, neticede benzer gördüğü halde Hürriyet ve İtilâf’a; Âkif de kayıtsız-şartsız bağlılık yemini etmediği halde bir süre İttihat ve Terakki’ye katılmıştır. Ayrıca Âkif’le, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de üye olarak aynı dönemde bulunmuşlardır. Ama Âkif, Mustafa Sabri uygun görmese de Anadolu’ya katılmıştır. “Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal’e neden destek olduğunu” sorunca; “Anadolu, Yunan ordusu tarafından işgal edilirken, tercih yapacak zaman olmadığını” söyler. İşin önemli yanı, gurbette, benimsemediği gelişmelerle ilgili yazması teşvikine karşı; “Efendim, vaktiyle yazacağımızı yazdık. Memleket bu hale gelmesin diye çırpındık durduk..” der[3]. Ülkede kendisini, fikrini dışlayan yönetim aleyhine yazmaz, yurt dışında bile muhalefete katılmaz. Bir gün İbrahim Sabri, “Şair-i maderzat”, “Şair-i Azamımız” dediği Âkif’e, Türkiye’de yapılanları kalemiyle neden tenkit etmediğini sorar. Cevap şöyledir: “İbrahim Bey, ben yalan söylemem; Allah’ım şahiddir, yemin de etmem.. Yeminim olsun ki, mecalim kalmadı; kendimi toparlayamıyorum. Bu yapılanlar bana çok ağır geldi. Perişanlığımın derecesini size şöyle anlatayım: Secde-i sehivsiz namaz kılamaz oldum. Yahu namazda dalıp gidiyorum. Zihnim öyle perişan..” (Düzdağ, 2007/2, 112–114).
Yazı Hayatında Verimsizlik
Âkif’in Mısır’da yazmayı düşündüğü, planladığı eserleri vardı. Kur’an çevirisine çalışıyordu. Yazıp yayınladığı şiirleri vardı (Eşref Edib, 1962, 269–283). Bunlar içinde yayınları, 1931 yılı ve öncesine aittir. 1931 sonrası için o düşünen, inceleyen, gürleyen seste açık bir tutukluk gözükmektedir.
Onun Mısır hayatının başat eseri, Kur’an çevirisidir. Çok zaman ve emek harcamıştır. Onca emeği ile birlikte yok edilen Kur’an çevirisine, atfettiği önem ve ciddiyet büyüktü. “Yüksek seviyede ilim, irfan, yüksek ahlâk sahibi ve çok vakur bir insan olan” Yozgatlı Mehmet İhsan Efendi ile bu konuda sık buluşuyor ve istişarelerde bulunuyordu. Şengüler’in, İhsan Efendi’den bizzat dinleyerek aktardığı çalışma şekli şöyledir: “Âkif, Kur’an tercümesinde son derece titiz davranıyordu. Birkaç ayetin tercümesini yapıp son şeklini verdikten sonra alır bana getirirdi. Son şekli birlikte gözden geçirirdik. Bazen ufak tefek değişiklikler yapmış olurduk. Tercüme edilen Allah kelâmı olduğu için kendisini büyük bir sorumluluk altında hissederdi. Birlikte gözden geçirdiğimiz kısımlar üzerinde vicdan rahatlığına ulaştığı anlaşılırdı. Ben, son şeklini verdiğimiz kısımların artık bittiğini kabul ederdim. Ama bir müddet sonra bir de bakardım ki falan satırdaki filan kelimeyi atıp yerine yeni bir kelime koymuş. Ve bu yeni kelime sayesinde ayetin Türkçe anlamına yepyeni bir mükemmellik kazandırılmış. Kur’an’ı baştan sona bu suretle tercüme edip bitirdi. Ve peyderpey birlikte gözden geçirmiş olduk. O arada hastalanmıştı. Tercümeyi bana teslim etti ve şu tavsiyede bulundu: ‘Bu eserin bu haliyle neşredilmesine içim razı değildir. İnşallah iyileşirsem bir daha gözden geçirip düzeltmeler yaptıktan sonra neşrederiz. Hem de ipek kâğıda.. Şayet iyileşmezsem, sana vasiyetim, bu eseri yakmandır. Böylece ortadan kalkmış olur.” (Şengüler, 1992/10, 230).
Âkif’in o kadar titizlenerek, âdeta üstüne titreyerek hazırladığı eserinin, ‘iyileşmezsem’ kaydıyla yakılmasını vasiyet etmesinin nedeni bellidir: Türkiye’de ibadetlerde Kur’an’ın Türkçe okunması fikri.. Ezan evrensel birliğin sembolüdür. İbadet dili olarak Kur’an da.. O, birliğin ortadan kaldırılma çabasında pay sahibi olmak istememektedir. Ayrıca, yeniden gözden geçirme fırsatı bulamadan yayınlanmasından vicdan azabı duyacaktır. Hükümetin de destek verdiği Türkçe ibadet fikri doğrultusunda çevirisinin, benimsemediği dinde reform çalışmasına alet edilmesi onu, “Manevi mesuliyet altına sokacaktır. Bu arada Türkiye, elçilik kanalıyla tercümeyi defalarca istemiş, Âkif’ten sonra aynı konuda İhsan Efendi de sıkıştırılmıştır. Eseri koruma konusunda İhsan Efendi, Âkif’in vefatından sonra da kendisine duyulan güveni boşa çıkarmaz. Elindeki tercümeyi kimseye vermez. Ama yakamaz da. Hatta kendi el yazısı ile ikinci bir nüsha çoğaltıp ciltleterek çalışma odasında ayrı bir çekmecede korumaya alır. Ama 1961’de vefatından önce oğlu Ekmelettin’e Âkif’in nüshalarının bulunduğu gözü işaret ederek onların, vefatından sonra yakılmasını vasiyet eder. Ortaokul öğrencisi Ekmelettin, babasının vefatı üzerine başsağlığı dilemeye gelenler içindeki Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin oğlu İbrahim Sabri’ye durumu açar. Bu zat, dönemi-değişim sürecini değerlendirecek durumda değildir. Artık 1930’lardaki gibi namazda Kur’an yerine mealin okunması tehlikesi kalmamıştır. Ne yazık ki İbrahim Sabri, onca riske, dürüstlüklerine rağmen yakmaya el uzatamayanların eserlerini; vasiyet edileni de edilmeyen ikinci nüshayı da bir araya getirterek, sobasız Mısır hanelerinden Şengüler’in kaldığı evin balkonunda beş Türk öğrencinin şahitliği altında yaktırır (Şengüler, 1992/10, 230–234; Düzdağ, 2007/2, 153). Onun için maalesef, Âkif’in Mısır hayatını neredeyse kaplayan en önemli eseri zamanımıza ulaşamamıştır.
Âkif’in, ayrıca edebiyat vadisinde geleceğe bırakmayı düşündüğü önemli eserleri vardır Asım’ın ikinci kitabı, İstiklâl Savaşı, Hz. Peygamber’in Veda Haccı, Selâhaddin Eyyûbi’nin kahramanlık örneği, İstanbul’un Fethi, Alparslan’ın Müslümanlara İstanbul yolunu açmasını sağlayan çabaları bunlardandır. Emel uzun, ömür kısadır. “Allah ecelden eman verirse bunları yapmayı düşünüyorum. Ancak hepisinden önce hatıralarımı yazmalıyım. Bunu uzun zamandır düşünüyorum. Kur’an tercümesiyle meşguliyetim onu geciktirdi. Hâlbuki ne yapıp yapıp yazıp bazı gerçekleri milletimizin ve İslâm âleminin önüne koymak lazımdır.” diyordu (Şengüler, 1992/10, 366).
Yazmak için ortamın elverişli olması gerekiyordu. Her şeye rağmen Âkif’in uygun ortamı gözetlediği bir gerçektir. Maişet derdi ile “Hilvan’dan Cize’ye kadar gidip-gelmekten, ders okutmaktan yorulmuş, memleketinde sakin ve tenha bir inzivagâha çekilip son günlerini orada son şiirlerini yazarak geçirmek” istiyordu (Eşref Edib, 1962, 234).
Asım planı şöyledir: “Asım Avrupa’dan dönüyor, İstiklâl Harbi’ne iştirak ediyor. Asım’ın bu muharebedeki yararlıkları.. İstiklâl Harbi’nin büyüklüğü.. Harbin bütün safahatı.. Milletin gösterdiği fedakârlık, kahramanlık.. Tehlikeli zamanlar, acı tatlı günler.. İnönü, Sakarya Muharebeleri.. Nihayet Büyük zafer.. Bütün bunları tasvir ediyor. Asım, bir timsal. Faziletli, iman ve irfanlı, kahraman Türk neslinin timsali! Asım yükseliyor, bütün Şark milletlerine örnek oluyor.. Matemli, felâketli sahifeler kapanıyor, şanlı bir refah, saadet devri başlıyor..” Benzeri bir planı, Haccetü’l-Veda eseri için de kurmuştur. Hisleri coştuğu zaman dostlarına onu anlatmıştır. Uzun süre bu eseri için bilgi toplamış, bütün malzemeyi hazırlamıştır. Yazmak için, olayların geçtiği sahaları gidip dolaşmak istemektedir. “Mekke’ye, Medine’ye gitmeli, dağlarına çıkmalıdır.. Mekke ile Safa arasında dolaşmak.. Hira Dağı’na gitmek.. Peygamberin sığındığı gâra girmek, orada bir çok gün kalmak.. O’nun gecesini görmek.. O topraklara, o tavanlara temas edeyim, onları öpeyim, koklayayım.. Şiirimin ilhamlarını oradan alayım.. Sonra da oturup bu eserimi yazayım..” demektedir. Orada vermek istediği evrensel mesajlar vardır. “Hazreti Peygamber tek başına bu muazzam cidale nasıl başladı.. Bütün bir şirk âlemine karşı nasıl ortaya çıktı.. Vahdeti, fazileti tesis için nasıl uğraştı.. Nasıl müthiş tehlikelere maruz kaldı.. Bıkmadı, usanmadı, hiçbir dakika ye’se düşmedi, hiçbir an fütur getirmedi.. Hira Dağı’nda geçirdiği anlar.. Sonra Hicret günleri.. Medine’deki istikbâller.. Koca bir şirk âlemine karşı bir avuç Müslüman cemaatinin mücadelesi.. Dalâlete karşı çekilen hidayet, fazilet bayrağı.. Kanlı mücadeleler.. Nihayet Hakkın batıla galebesi.. Şirkin, dalâletin yıkılması, faziletin teessüsü.. Hidayet meş’alesinin bütün karanlık sahaları aydınlatması.. Büyük Peygamber, büyük vazifesini itmam ettikten sonra bir gün bembeyaz bir deveye biniyor. Mekke sokaklarında dolaşıyor. Sonra Merve ve Safa’dan geçiyor. Haccın merasimini yapıyor. Bir tepenin üstüne çıkıyor. Yüz binlerce Müslüman karşısında bağırıyor: ‘Ya Rabbi! Vazifemi yaptım, tebliğ ettim mi? Yüz binlerce Müslüman cevap veriyor. ‘Evet, Ya Rasulallah, tebliğ ettin!’ Büyük Peygamber orada bu muazzam İslâm cemaati ile vedalaşıyor, sonra dönüyor, vefat ediyor..” Veda Haccı’nın planı budur (Eşref Edib, 1962, 254–255).
Âkif’in, planlarını hazırladığı başka konular da vardır. Batılıların, Hıristiyanlığın övüncü olabilecek az malzemeyi, en ufak gelişmelerine kadar büyütüp yazdıklarına dikkat etmiştir. Buna karşı İslâm tarihinin insanlığa yüz akı olan övünç sayfaları yazılıp, nazma geçirilmemiş, tarihin tozlu sayfalarında kalmasına göz yumulmuştur. Bunların bulunup çıkartılması, yazılarak gençliğin faydalanmasının sağlanması gerekmektedir. Selahattin Eyyubi, bu anlamda hakkında piyes yazmak istediği şahsiyetlerden birisidir. Orada, Haçlı saldırılarından başlayarak dönemi anlatacaktır (Eşref Edib, 1962, 256).
Âkif’in yazmayı düşünüp de elinin kaleme varmadığı eserlerden biri de, “Bize Neler Oldu” piyesidir. Babanzade Ahmet Naim’in vefatı onu yıkmıştır. Mısır’da, Mustafa Sabri ile birlikte, ortak dostlarını anıp ağlaşmışlardır. Âkif, “Naim deyince, zaten içimde bir yanardağ tütüyor. Naim Beylerle başımıza neler geldi yahu! ‘Bize Neler Oldu’ diye bir piyes yazmak isterdim, Asım gibi.. Ama olmadı..” demiştir (Düzdağ, 2007/2, 115-116). O, Mısırda bir volkan susmasını yaşamıştır. Sükûtu hayale uğramıştır. Olanlar, gelişmeler yüreğini dağlamaktadır. Türkiye, fiilî esaretin zincirlerini kırmış, kültürel benzeşmenin, askerî işgalden daha kalıcı girdabına kapılmıştır. İçinde yanardağlar kaynamakta, ama etki dışarıya çıkmamakta, gürleyen sesi kalemiyle topluma yansımamaktadır. Gelişmeler karşısında âdeta nutku tutulmuştur.
Hastalanması
Âkif, son yıllarında, sürekli vatan hasreti içindedir. Onun için “Kahire’de dolaşırken bir Türk’le karşılaşmak, Türkçe bir ses, bir kelime duymak” büyük bir mutluluktur. Bu manevi hazzı hissetmek için, Kahire’ye inişlerinde Hacı Bekir’in “Hılvıyyet” dükkânına uğrayıp hal-hatır sorarak İstanbul hasretini gidermeye çalışır. Han Halili’deki bu küçük dükkân, onun için “vatan”a dönüşmüştür. Mithat Cemal’e göre, “burası Âkif’in on sekiz milyon Türk’le görüştüğü yerdir. Hacı Bekir yazılı lokum kutuları, bir fincan kahve içimi konuşulan Türkçe ve bu dükkân vatandı.” Aynı hanın ikinci sokağındaki Fişavi Kraathanesinde zaman zaman arkadaşları ile naneli çaylar içip, nargile fokurdatır, memleketten gelen son haberleri alır, edebi sohbetler yapardı (Sılay, 2009, 171).
Âkif’in 1935 İlkbaharında sağlığı bozulmaya başlamıştır. Bir sabah hanımı, “Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun!” diye uyarır. Aynaya baktığında gözlerinin akı bile sararmıştır. Hekime gider. Tedavi olmaya çabalar. Son teşhis bir karaciğer hastalığı olan sirozdur. Fakat sirozdan başka, malarya denilen sıtmanın da olduğu ortaya çıkar. Mısır’ın yakıcı tropikal sıcağından uzak, serin bir yere hava değişimi yapmasına karar verilir. Hava değişimi için en yakın ve uygun yer Beyrut’tur.
O, rahatsızlığı artınca, İskenderiye’den kalkan bir yolcu vapuruyla Beyrut iskelesine iner. Beyrut’ta İslam’ın büyük müçtehidlerinden Evzai’nin türbesini ziyaret etmeyi ihmal etmeyen Âkif, oradan 1935 Temmuz’unda Cebel-i Lübnan’a gider. Cebel-i Lübnan’ın, havası bol oksijenli, suyu kaliteli meşhur yaylası Suku’l-Garb köyüne çıkar. Orada Funduk el Haccara’ya yerleşir. Kendisini Şerif Abdülmecid ve diğer dostları ağırlar. 25 Temmuz’da Cünye’de kalan Filozof Rıza Tevfik’i ziyaret eder. Kendisinin Lübnan’da bulunduğunu haber alan Antakya ileri gelenlerinden Bereketzade Cemil Bey, Âkif’in eski talebelerinden Ali İlmî Fani Bey’i Beyrut’a göndererek Antakya’ya davet eder. Oradan 9 Ağustos’ta Antakya’ya geçer. Üç hafta kadar Cemil Bereket Bey’in konağında misafir kalır (Sılay, 2009, 174-175).
Âkif, yurt dışında iken istihbarat tarafından sıkı takip altında tutulmuştur. Arşive giren 28 Ağustos 1935 tarihli üç sayfalık, 6 Eylül 1935 tarihli iki sayfalık raporlar bunu göstermektedir. “117” kodlu istihbaratçının, 28 Ağustos 1935 tarihli raporunda, sadece bilgi değil niyet okumaları da genişçe yer alır. Uzun rapora göre, üç haftadır Antakya ve civarında dolaşan Âkif, Antakya’da tanınan “Arabcı Türklerden Cemil Bey Berekât tarafından davet edilmiştir.” Bu Cemil Bey, Suriye millet meclisi başkanlarından, Arap vatanseveri Suphi Berekât’ın küçük kardeşidir. O da “ahmak, aptal, fakat ağabeysi gibi Arap millicisi ve Türk düşmanıdır.” Âkif, Antakya’nın bu türden “Arap millicisi ve Fransız uşağı”, hepsi de “İslâmlık ve Hilâfet meselelerinde pek mutaassıp” ileri gelenleri ile düşüp kalkmış, onların kendisi için verdikleri davetlere katılmıştır. Onlara hilafetin din, akıl ve siyasi yönden gerekliliğinden bahsetmiş, “hilfet lehinde ve bahusus halife Abdülmecid lehinde pek müessir propagandalarda” bulunmuştur. Bunlardan birisi, Abdülmecit’e yabancı devletlerin yardım teklifleri ile ilgili tavrıdır. Abdülmecit, yabancı devletlerin yardımı, gayr-i müslim ordularının desteği ile “ecdadının tahtına ve peygamberin postuna oturmağı bir zul, bir günah” sayarak, teklifleri geri çevirmiştir. “O ancak Türk ve Müslümanın omuzuna eska ederek makamı meşruına çıkmak isteyor bu gün de uzak değildir..” Ayrıca Âkif’e, Türkiye’deki değişiklikler ile ilgili sorular sorulmuş bunlara, “küfür, mekruh” gibi cevaplar vermiştir. Buna göre, “şapka geymek, doğrudan doğruya Avrupalıya benzemek maksadıyla yapıldığı gibi temamen küfürdür. Türkçe ezan ise katiyen mekruhtur. Nemaz caiz değildir.” Latin Harfleri ise, “şeran mekruhtur”. Üç sayfalık, istihbarat raporu, âdeta sağlık aramak için dolaşan Âkif’i, Türkiye aleyhine kumpas kuran bir propagandacı olarak göstermeye hasredilmiştir. Aynı kodlu istihbaratçının, 6 Eylül 1935 tarihli raporunda, Âkif’in, 31 Ağustos 1935 tarihinde aldığı bir telgraf üzerine Antakya’dan ayrılıp Lazkiye-Beyrut yoluyla Mısır’a döndüğü belirtilir. Ayrılmadan Antakya’da, “Türkiye idarei hazırası aleyhinde zehirler saçmıştır.” Rauf Orbay, Atatürk’ü birçok yerde kurtarıp iyilik yaptığı için, onun Atatürk tarafından mahvedilmek istendiğini anlatmış, halifeliğin kaldırılmasının, “en büyük bir dinsizlik” olduğunu belirtip, halifenin “çok geçmeyerek makamına” döneceğini söylemiştir. İstihbarat raporları, Âkif aleyhine yönetimi tahrik etmek üzere özellikle belli cümle ve söylemler tercih edilerek doldurulmuş kışkırtma metni gibidir. Âkif’in bilinen üslup ve tavrı ile bir ilgisinin olmadığı açıktır. Ama dönem itibarıyla bu tür jurnallerin verilebilmesi, bir yönden mevcut atmosferin değerlendirildiğini göstermektedir.
Âkif, Mısır’a geri döndüğünde çok sıkıntıdadır. Görüştüklerine: “Korkuyorum, buralarda öleceğim de memleketime gidemeyeceğim” demektedir.
Ama hayalini kurduğu ülkesine son günlerini geçirmek üzere gelip kavuşur. Gelişi, 16 Haziran 1936’dadır. Fakat Âkif’in gelişi üzerine İçişleri Bakanlığı, adeta teyakkuz haline geçer. Emniyet İşleri Umum Müdürlüğü, “İrtica 906” koduyla Millî Şairi takibe alır. İçişleri Bakanlığı’nın İstanbul Valiliği’ne verdiği 26 Haziran 1936 tarihli şifre emirde, Âkif’in geliş sebebi, durumu ve takip altına alınması istenir. Bu takip, bir yönü acı da olsa, Âkif’in son zamanları ile ilgili bütün detayın öğrenilmesini ve durumun tarihe geçmesini de sağlayacaktır. İstanbul Valiliğinden İçişleri Bakanlığına yazılan 29 Haziran 1936 tarihli şifrede istenilen bilgiler bakanlığa verilir. Buna göre Âkif, “kansere mübtelâ olduğundan tedavi için İstanbul’a gelmiştir. Maçka’da İzmir Palas’ta oturan Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin himaye ve yardımile 19/6/936’da Teşvikiye Sağlık evine yatırılmıştır. Halen orada tedavi altındadır. Mısır’a dönemeyeceğini ve bundan böyle memlekette kalacağını ziyaretçilerine söyleyen bu şahsın durumu tarassut altına aldırılmıştır. İstanbul’a gelişinde başka bir maksadı olup olmadığı da tahkik edilmektedir. Sonu arzedilecektir. Vali N. H. Karataban”
Bu yazının üstüne el yazısı ile büyük bir soru işaretinin altına şöyle not düşülmüştür: “g II. 1-Suriye ve Mısır’dan gelen istihbarat tetkik edilecektir. –İstanbul’dan ne zaman ve ne suretle ayrıldı sorulacak” Bakan veya daha üst bir makamın emri olan bu not, 30 Haziran 1936’da Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne havale edilir.
“7.7.936” tarihli, “Dâhiliye Vekili n. S. Çitak” imzası ile İstanbul Valiliğine iletilen resmi yazıda, el yazılı sorunun daktilo edilmiş şekli vardır: “Şair Mehmed Akif’in İstanbul’dan ne vakif ve ne suretle ayrıldığının geçmişi hakkında mevcut veya derlenecek malûmatla beraber bilgi verilmesini rica ederim;”
Âkif’in on bir yıl önceki hayatına dönük emrin cevabı çok gecikmez. Mısır’a ne zaman nasıl gittiğinin detayı araştırılır:
“2- Şair Mehmed Akif 341 senesinde ve Teşrinievvel nihayetlerinde Mısır’a gitmiş ve Mayıs ayı zarflarında geri gelmiştir. Bundan evvel iki defa Mısır’a gidüp geldiği anlaşılmıştır. En son olarak vilâyetimizden aldığı 15/10/31 tarih ve 10363 sayılı pasaportla memleketimizden ayrılmıştır. Bu pasaportuna müsteniden Kahire Konsolosluğumuzdan tebdilen verilen 2/7/935 tarih ve 364/2915 sayılı bir pasaport alarak buna 6/6/936 ve 30989/1700 sayılı vizeyi yaptırmak suretile 16/6/936 da İstanbul’a gelmiştir.
3- Buraca siyasî fenalığına dair tespit edilmiş malûmat mevcut değilse de kendisinin Antakya ve civarında dolaştığı bir sırada Hilâfet ve Halife lehinde ve Türkiye Cümhuriyeti aleyhinde bir çok propagandalar yaparak muhitinde müsait dinleyiciler bulduğu 30/9/35 gün ve 83405/1771 sayı ile İstanbul Komutanlığından alınan Genel Kurmay Başkanlığının 28 Eylül 935 gün ve 59750 sayılı yazı örneği münderecatından anlaşılmıştır.
4- Hasta olarak yattığı Teşvikiye sağlık evinden 10/7/936 da çıkıp Beyoğlu’nda Mısır Apartmanının beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin vekili Avukat Fuad’ın yanına gitmiştir halen oradadır arz. Vali N. H. Karataban”.
Bu yazıdaki araştırma sorusu, iki tarafa taşan “Prenses Emine” kısmının altı çizilerek aşağıya okla “bu ailenin hüviyeti?”dir. “Prenses Emine ve vekili Avukat Fuad” hakkında İçişleri Bakanlığının araştırma emrine dönüşen işarete cevap gecikmez. Başlıksız, sadece “21/7/936 gün ve EM. İŞ. U. M. 8338-15750 sayılı yazıya karşılıktır” ifadeli istihbarat raporuna göre:
“I- Avukat Fuad Şemsi 1299 İstanbul doğumlularından olup Beyoğlu İstiklâl Caddesinde 303 sayılı Mısır Apartmanının 22 sayılı dairesinde ve mevsim dolayısıyla İstinye vapur iskelesi üstündeki kendi yalısında oturmaktadır. Mısır eski Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın ve Paşa’nın hemşiresi Prenses Hatice’nin ve Mehmed Ali Paşa’nın Berlin eski sefiri ölü Kemaleddin Sami Paşa’nın karısının vekili umumisidir.. Galatasaray Lisesinde ve bilahare gayri müslim mekteplerde Tarih, Coğrafya muallimliği yapmıştır. Vekâleti dolayısile müteaddit defalar Mısır’a gidip gelmiş ve son defa 30/3/936 da dönmüştür. Arablığa mütmayil ve arablılarla teması olduğu, İzmir suikastı esnasında Mustantıklık..sıfatile dinlenmiş ve uzun müddet takip edildiği halde siyasa..lığına dair malûmat elde edilemediği dosyasının tedkıkından anlaşılmıştır.
II- Prenses Emine: 1899 İstanbul doğumlularından olup Abbas Hilmi Paşa’nın kızı ve eski Berlin Sefiri ölü General Sami’nin karısıdır. Maçka’da İzmir Palas apartmanının 3 sayılı dairesinde oturmakta ve mevsim dolayısıyla Heybeliada’da bulunmaktadır. Siyasal fenalığına dair malûmat mevcut değildir. Arzederim. İstanbul Valisi n. H. Karataban”.
Yalnız yurduna dönen hasta şair ile ilk basın yolu ile aleyhte haber faaliyetleri de bu arada başlar onlardan birisi, bakanlık dosyasında yer alan Antakya’da çıkarılan Yenigün gazetesinin 28 Haziran 1936 tarih ve 1484 sayılı nüshasında yayımlanan “Şair Mehmed Akif” haberidir. Haber metni, niçin yazıldığını da ortaya koymaktadır. Yoldan çıkmış olan şairin tabir yerinde ise imana geldiği vurgulanır:
“Şair Mehmed Akif nihayet İstanbul’a dönerek orada yerleşti. Son posta ile gelen İstanbul gazetelerinde, kuvvetli Türk inkılâpları karşısında gözleri kamaşarak 10. sene evvel Türkiye’yi terkle Mısır’a hicret eden şair Mehmed Akif’in İstanbul’a döndüğü haber verilmektedir.
Hâlbuki geçen sene şehrimize de gelerek beş on gün kalan şair burada kendisile görüşen ve adetleri parmak sayısını geçmeyen malûm bir kaç kişiye Türk İnkılâbı, latin harfleri ve dil işleri aleyhinde atıp tutmuş ve işlerin hiçbir zaman sökmeyeceğini söylemiştir. Şairin yeni Türkiye’yi gözlerile gördükten sonra hakikatla karşılaşarak yola geldiği anlaşılıyor.”
Zehir Hafiye Takibatı
Bundan sonra sıra, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, şairi takip işini istihbarat teşkilatına yıkmasına sıra gelmiştir. Emniyet İşleri Umum Müdürü, Millî Emniyet Hizmeti Reisliği’ne yazdığı 18 Temmuz 1936 tarihli yazı ile Âkif’in yapacağı görüşmelerin takibe alınmasını ister. Yazının içeriği, Âkif’in Türkiye’den ayrılmak zorunda hissettiği 1925 yılından çok farklı olmadığını göstermektedir. Yalnız o zaman Âkif, sağlıklıdır. Şimdiyse hasta olduğu belgeye yansımıştır. İstihbarat, hasta, tedavi olmak isteyen daha doğrusu vatanda ölmeye gelen vatan şairini takip edecektir:
“Millî Em. H. Reisliğine
Yurdumuza dönen ve tedavi için yattığı hastaneden çıkıp Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’nın beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin Vekili Avukat Fuad’ın yanında oturan Şair Mehmed Akif’in hariçle yapacağı muhaberesini lütfen kontrol ettirilmesine müsaadelerini saygı ile arz ve rica ederim.
Emniyet İş. U. Müdürü”
Takip yine “irtica” faslından yapılacaktır. Bu arada İstanbul Valiliği, Âkif’e Mısır’dan gönderilen Safahat’lardan üçünü ekleyerek İçişleri Bakanlığına bunlar hakkında ne yapılması gerektiğini sorar. Aynı sıra yine İstanbul’da İçişleri Bakanlığı’na “acele” kaydıyla bir telgraf çekilir. 26 Ağustos 1936 tarihli, üzerinde çok işlem yapılan telgraf metni şöyledir:
“ACELE
Mehmet Akif’in kitapları hakkında.
1-Şehrimizde bulunan şair Mehmet Akif’in Mısır’da Matbaatüşşebap’ta eski Arap Harfleri ile bastırdığı (Safahat’ın- Yedinci Kitabı, Gölgeler) ismindeki kitabından 2175 tane kendi namına gelmiştir. Gümrükte bulunan bu kitabın dışarıya çıkarılıp çıkarılmayacağının acele bildirilmesine müsaade buyrulmasını rica.
İstanbul Valisi N.
Hüdai Karataban”
Evrak üstündeki el yazılı ifade kitapların akıbeti ile ilgili fikir vermektedir: “Arapça harflerle Türkçe yazılmış olduğuna göre memnu’ olmak lazımdır. Kanuna göre müsadere veyahut mahrecine iadesi keyfiyetlerinin tetkiki. 27.8.1936”. Yan yazıda, daha üst bir yetkilinin fevkalade bozuk yazısının son satırı “imha olunsun”dur. 26.8.1936 tarihli İçişleri Bakanlığı’nın yazısında ise, “eski Arap Harfleri ile basılmış olduğundan gümrükten dışarıya çıkarılması Türk Harfleri kanun hükümlerine muhalif” olduğu bildirilmiştir.
28.8.1936 tarihli yazıda, 1933’te basılan kitapların, “Türk Cürümleri Kanunu hükümlerine mugayir” bulunduğu için “gümrükten çıkarılması muvafık” bulunmaz. İş ciddi ve büyüktür. İçişleri Bakanı, 31.8.1936 tarihli İstanbul Valiliği’ne gönderdiği yazıyla, “Şair Mehmet Akif’e ait Safa(h)at kitabının Matbuat Kanunun 51. Maddesine dayanılarak müsaderesile on tanesinin Vekâlete yollanması, diğerlerinin usulen imhası ve sonucun bildirilmesini” emreder.
Bu arada işin basınla ilgili formalite tarafını da tamamlamak üzere Emniyet İşleri Umum Müdürü, Matbuat Umum Müdürlüğüne “Çok Acele” kaydıyla, 01.9.1936 tarihli yazıyı gönderir. Yazıda istenilen, Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’in mahkûmiyet, sansür formalitesinin tamamlanması talimatıdır: “Bu kitapların eski Arap Harflerile basılmış ve muhteviyatı irticai propagandalarla dolu bulunduğu görülmüş olduğundan gümrükten çıkarılmasına müsaade edilmeyerek mahrecine iadesi İstanbul Valiliğine bildirilmiştir. Zararlı yazıları ihtiva eden sözü geçen kitapların yurdumuza sokulmaması ve her hangi bir surette sokulacak olanların toplattırılması için müstacelen karar istihsalini saygı ile arz ve rica ederim.”
Bu yazıdan iki gün sonra, 3 Eylül 1936 tarihli “çok acele şifre” yazısı ile İçişleri Bakanı, İstanbul Valisine, kitapların gümrük işlemleri bitirilir bitirilmez geçişine izin verilmesini ve “alınacak tertibat ile şehre çıkarılır çıkarılmaz derhal müsadere edilmesini ve sonunun bildirilmesini” emreder.
Sıcak takip devam etmektedir. Emniyet İşleri Umum Müdürü, bakanlık emrinin matbuat ayağını tamamlamak üzere, 4 Eylül 1936 tarihli yazısı ile Matbuat Umum Müdürlüğünden, Âkif’in kitapları için, “Matbuat Kanununun 51 nci maddesine istinaden toplattırılması hakkında” Bakanlar Kurulundan bir karar çıkartmasını ister. Bu isteğe Matbuat Umum Müdürlüğü’nün cevabı ilgi çekicidir. Zira Safahat’ın Gölgeler kitabı hakkında Basın Kanununun 51. Maddesini uygulamak için Bakanlar Kurulundan karar çıkartmaya gerek yoktur. “Bu eser için, Türk Harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki 1030 numara ve 3 Teşrinisani 1928 tarihli kanun hükümlerinin tatbiki daha muvafık olacağı kanaatini” Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör (1897-1985) ileri sürer.
Kitapların akıbeti ne olmuştur? Emniyet Genel Müdürlüğünün yazısından 26 gün sonra, İstanbul Valisi, İçişleri Bakanlığına, sonucu bildirir. Nihayet Safahat’tan, Türkiye kurtarılmıştır. Valinin 27 Eylül 1936 tarihli gizlilik derecesi yüksek yazısına göre, Âkif’in gümrükte duran kitapları, “İskenderiye’ye iade olunmak üzere Romanya vapuruna teslim” edilmiştir.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivine Emniyetten gönderilerek 1948 yılında tasnif edilmesi sağlanan belgelere göre, ilk soruşturma, Âkif’e kimin ülkemize girmesi için vize verdiğiyle ilgilidir. 13 Temmuz 1936 tarihli ibretlik yazı şöyledir:
“İskenderiye, Kahire Konsolosluklarına
1936 Haziran ortalarında memlekete dönen şair Akif’e ne zaman ve hangi konsoloslukça vize verildiğinin bilinmesine zaruret hâsıl olmuştur. Bu malûmatla beraber şair Akif’e vize verilmesi hakkında herhangi bir makamdan tebliğat yapılıp yapılmadığının acele bildirilmesini rica ederim.
Em. İş. U. Müdürü”
Âkif ise bu sıralar, canı ile uğraşmaktadır. Sağlığını vatanda bulmak için gönlünde umutlar büyütmüştür. Alemdağı’nın sakin, tenha çamlıklarında, serin gölgelikleri altında yaşayacak, berrak sularından içecektir. Buraya, “bir hasta bakıcının refakatinde, davul gibi şiş bir karın, etleri erimiş bir külçe kemik halinde” gelebilmiştir. Millî şaire resmî zevatın uzak durmakta, kuşkulu hatta devrim hasmı gözüyle bakıp, ürkmektedir. Onun için kimin ne zaman şaire vize verdiğinin sorgulanmasının hemen ardından, Âkif’in yurt dışında nerelere gittiği, Türkiye aleyhine kimlerle irtibat kurduğu konusu araştırılmaya başlanır. İstihbaratla ilgili yazıyı okuyan, Âkif’in, vatan şairi değil, vatan haini olarak görüldüğünü hissedecektir. Hakkındaki araştırma yine “İrtica” faslından “906” koduyla yapılır. 20.7.1936 tarihli yazı şöyledir:
“Be(y)rut, İskenderiye Bş. Ko. Halep, Şam, Kudüs, Kahire Konsolosluklarına
Umum müddet Mısır’da ikametten sonra iki ay önce yurda dönen şair Mehmet Akif’in Mısır’da ve bilhassa geçen sene Antakya’ya seyahati esnasında inkilâp ve rejimi(mi)z aleyhinde çok kötü sözler sarfettiği ve hilâfet propagandası yaptığı ve ayrıca 150’lik, firari ve sair muhalif eşhasla da sıkıca temasta bulunduğu haber alınmıştı. Bu haberlerin sıhhatı derecesi ile Mehmet Akif’in hariçte geçirdiği zamana ait konsolosluğunuzca tesbit edilmiş ve edilecek diğer bilcümle malûmatın iş’arını diler saygılarımı yenilerim.
Em. İş. U. Müdürü”
Konsolosluklardan istenen bilgiye ilk cevaplardan biri, Halep Konsolosluğundan gelir. Konsolos Salih Gezmen, “Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne” gönderdiği “gizlidir” ibareli yazıda, Âkif’in kimlerle neler görüştüğüne dair elde edilen bilgiyi verir:
“Geçen yıl Antakya’ya gelip Suphi Berekâtın kardeşi, kendi halinde bir adam olduğu söylenen Cemil yanında misafir kalmış olan Şair Mehmet Akif’in Refik Halit (Karay) ve bazı muhaliflerle görüşmekle beraber Konuşmalarında her zaman Türkiye ve Atatürk lehinde sözler söylediği ve ancak bazı teferruat üzerinde münakaşalarda bulunmuş olduğu, Cemil Berekât’ın, bundan evvel, kendisini tedavi ettirmek üzere Mısır’a gittiğinde şair ile orada tanışmış bulunduğu yapılan incelemeler sonunda öğrenilmiştir.
Keyfiyeti arzeder, öz saygılarımı yenilerim.
Halep Konsolosu Salih Gezmen”
Karteksine ilave edilerek dosyalanan bu yazıyı, 5 Ağustos 1936 tarihli Şam Konsolosu’nun yazısı takip eder. Şam Konsolosu, “işittiklerinden” hareketle, Âkif’le ilgili işe yarayabilecek bazı malzemeler sunmaktadır. Buna göre: “Yapılan tahkikat neticesinde: Şair Mehmet Akif’in geçen sene Antakya’ya yaptığı seyahat esnasında Hoybon Cemiyet mensuplarından Nizamettin Kibar ve Kürd Celadet Han ile çok görüştüğü, Yüzellilikler’den Ali İlmî’nin evinde misafir kalıp mutaassıp g(ü)ruhunu teşkil eden ağalarla da temas ettiği anlaşılmıştır.
Antakya’dan evvel gittiği Amman ve Şam’da Çerkeslerle buluştuğu ve Halep’te Refik Halid’in misafiri olduğu ve A..(yok) dan, Ali İlmî’nin, Fransız nüfuzuna tabi, ağalardan aldığı .. ile Mısır’a yolcu edildiği işidilmiştir.
Antakya’da bulunduğu sırada kendisi ile temas eden (terak) ki perver gençlere sadece Türkiye’nin bugünkü idaresinden olmadığını söylemiş ve ona muhalif fikirde bulunan gençle.. ilminin Akif hakkında neşrettirmek istediği makaleyi basm… imyina etmişlerdir.
Keyfiyeti saygılarımla arzederim.
5 Ağustos 1936
Şam Konsolosu Fethi Den..”
Şam Konsolosunun yazısı yanına el yazısı ile düşülen “İstanbul’u tenvir edelim” notu, hangi makamı kastetmektedir? Farklı kalemle, “İstanbul’a yazıldı. 25/Y” notu, devlet büyüklerinin bilgilendirildiğini düşündürmektedir.
Kudüs Konsolosluğunun, Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne gönderdiği 20.8.1936 tarihli yazısı, Şam’a göre çok daha saygılı ve temkinlidir:
“Uzun zaman Mısır’da ikâmet etmiş olan şair Mehmet Akif’in yurdumuz aleyhinde çalışanlarla temas ve muhaberesi hakkında Konsolosluğumuzda bilik yoktur. Burada cumhuriyetin lehdarı fakat layıklığın aleyhdarı, çok müteassıp bir şahsiyet olarak olarak tanınmaktadır. Geçen yıl, tedavi ve tebdili hava için Mısır’dan Lübnan’a giderken Kudüs’e de uğramış bir iki gün kalıp burada, konsolosluğumuzu da ziyaret etmiştir.
Bu adam hakkındaki kanaatım, Yurdumuz ve Rejimimiz için tehlikeli bir unsur olmadığı yolundadır.”
Beyrut Başkonsolosluğu, 29 Ağustos 1936 tarihli cevap yazısında diğerlerinden daha ileri gider. Mısır’dan bilgi sunamasa da İskenderun’dan elde ederek ilettiği bilgi hepsine bedeldir. Üzerinde çok işlem yapıldığı görülen belgede, basılmamış kitap hakkında hüküm nettir. Yazarlarından hareketle eserin zararlı olduğu vurgulanır. Âkif’in bu kitabı hasta haliyle inceleyip üzerine notlar düştüğünün iddia edilmesi, Millî Şair hakkındaki olumsuz düşünceleri kışkırtıcak mahiyettedir:
“Sözü geçen Şair Mehmet Akif’in Mısır’daki durumu hakkında bilgi edinmek kabil olmamış ise de ilgilinin İskenderun’da bulunduğu sıralarda 150’liklerden Zeynelabidin ve yeğeni Ali, yine 150’liklerden sabık Karahisar mebusu Ömer Feyzi, firari Radi Azmi, Adanalı Mahmut Hoca, Kadı Asım ile temas ettiği ve hükümetimiz aleyhinde bazı hezeyanlarda bulunduğu gibi Ömer Feyzi ve Zeynelabidin tarafından yazılıp henüz bastırılmamış olan müzür (muzır) bir kitabın kendisine gösterildiğinde büyük bir dikkatla mütalaa ederek kendi elile bazı ilaveler koymuş olduğu yapılan soruşturmalar sonucunda anlaşılmıştır. Keyfiyeti arzeder, öz saygılarımı yenilerim.”
Be(y)rut Başkonsolosu v.”
Prens Halim, ona yüksek bir ilgi ve şefkat gösterir. Kendi otomobilini tahsis ederek Alemdağı’ndan otomobil içinde vapurla karşıya gidip-gelmesini sağlar. Âkif böylece karın ve ciğerlerinde toplanan suyu, on beş-yirmi günde bir aldırıp kendini toparlamaya çalışır. Ama tasarladığı eserlerini yazacak mecali bulamaz (Eşref Edib, 1962, 235, 268).
Âkif’i, vefatından önce Mısır dönüşü hasta yatağında Yedi Gün yazarı Feridun Kandemir ziyaret eder. Onunla son röportajlardan birini yapar. Anlattıkları, duygularını yansıtmaktadır. Mısır’dan üç gecede gelmiş, üç gecesi “otuz asır kadar sürmüş”tür. “On bir yıl kaldığı” ülkede, bir an olur ki; “on bir gün daha kalsa çıldıracak” hale gelir. Vatan hasreti dayanılmaz hale gelmiştir. Toprağı çekmektedir. Yorgun bitkin şaire, Kandemir sorar: “İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?” Yavaşça yatağından doğrulup yastıklara dayanan Âkif’in sesi canlanır. Onun tarihe geçen bu sözlerinin tekrar okunmasında yarar vardır: “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın.. Bu, ümitle, imanla yazılır! O zamanı düşünün.. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, İstiklâl Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur, ancak tarihi bir değeri vardır.” (Kandemir, 1966, 309-310).
Eşref Edip, gönül dostu olarak Âkif’i, Mısır’da defalarca ziyaret etmiş, İstanbul’daki son günlerinde de onu yalnız bırakmamıştır. Fergan’ın aktardığı hatıra, sadece İstiklâl Marşı’nın mahiyeti değil, şairinin yürek yapısını da çok içten anlatır. Âkif, ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik halinde Beyoğlu’nda Mısır Apartmanının loş ve sakin bir odasında yatmaktadır. Sevdiği bazı arkadaşları ziyarete gelmişler, söz Millî Mücadele günlerine, İstiklâl Marşı’na gelir. Zira bu marşın değiştirilmesi için defalarca yarışma açılmış, aleyhte kampanyalar hazırlanmıştır. Zihinler, bunca çabaya rağmen daha iyisi bulunamadığı için değiştirilemeyen milli marşın şairinin ne böyleyeceğine odaklanmıştır. “Gözleri büyüyen ve parlayan” Üstad, hasta bakıcının yardımı ile doğrulur: “İstiklâl Marşı.. O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz.. Onu kimse yazamaz.. Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..” der (Fergan, 1962, 164).
Vefatı
Bir ara Şişli’de Sağlık Yurdu’nda yatar. Kendisini ziyarete giden o zaman için genç edebiyatçılardan Abdülbaki Gölpınarlı, hastane civarının Âkif’i görmek için gelenlerle dolu, nöbet bekleyen kalabalıkların izdiham oluşturduğu bir ortam hayal eder. İstiklâl Marşı şairini, Çanakkale Destanını yazan edibini insanlar yalnız bırakmayacaktır. Fakat hastaneye dinginlik içinde girer. Kimseler yoktur. Başhekimden şairin ölüme mahkûm olduğu bilgisini alarak yapayalnız çıkar. Sokaklar doludur. Taksim’e koşuşanlar, maç, sinema heyecanı ile hareketlenen kalabalıklar, millî şairinden habersizdir (Çantay, 2008, 348).
Âkif’in vefatı ayrı bir dramdır. Üzerinde bir örtü, işaret, yazı bulunmayan tabutu, Bayezit Camii avlusuna bırakılıvermiştir. Tam da Yunus’un, “Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar..” tarifi gibi bir durum vardır. Gençliğin, haber aldığı çıplak tabutu, yakınlarda bulunan bir lokantadan elde edilen Albayrak’la sarılarak yine hiç resmi zevat olmadan onların omuzları üstünde Edirnekapı’ya, ebedî istirahatgâhına götürülür.
Vefatında konuşma yapan üniversite öğrencisi, sorguya çekilmiş, cenazesine resmi kişilerin katılması yasaklanmıştır. Âkif’i dışlayan tavrın kalemlerinden olan Berkman, şöyle saldırır: “İnkılâbı benimsemeyen ve benimsemek istemediği için de onun içinden uzaklaşan bir şairi, inkılâp gençliğine bir millî şair timsali olarak tanıtmak, hatta onun için merhamet dilenmek bile yine inkılâp namına affedilemeyecek hatalardandır.” O, Âkif’i, “inkılâp hükümleri” ile “bir sıfır” olarak değerlendirir (Kara-İbanoğlu, 2011, 57-59).
Âkif’in basında yer alış tarzı da bir gariptir. Millî şair, tek parti-tek lider-tek ideoloji anlayışının öne çıktığı devrin parti/devlet gazetesi Ulus’un ikinci sayfasında bir küçük haber olarak yer alır. 28 Aralık 1936 tarihli, tek sütunda yer alan “Şair Akif’in Ölümü” başlıklı kuru haber, şöyledir:
“Dün akşam telefonla İstanbul’dan haber aldığımıza göre bir müddetten beri İstanbul’da hasta yatmakta olan şair Mehmed Akif, dün saat on dokuz buçukta vefat etmiştir. Kendisi altmış üç yaşında idi. Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu olarak bulunmuş ve İstiklâl Marşının güftesini yazmıştır. Şair Akif, son Osmanlı edebiyat devirlerinde, müstakil bir edebî çeşni sahibi olarak temayüz etmiştir. Nazımdaki tahkiyesi bilhassa kuvvetli idi. Ölümü edebiyat âleminde derin bir teessür uyandıracaktır.”
Ulus’un haberinden daha kuru bir şifreli vefat raporu, 28 Aralık 1936 tarihinde İstanbul Valiliğinden İçişleri Bakanlığına gönderilir. Rapor, “27.8.36 gün ve em: 18973/19675” numaralı yazıya cevap mahiyetindedir:
“Şair Mehmed Akif 27/12/936 da ölmüştür. Cenazesi 28/12/936 da Beyoğlundaki Mısır Apartmanınından kaldırılarak namazı Bayazıt Camiinde kılındıktan sonra Edirnekapı Mezarlığına defnedilmiştir. Arzederim. Vali n. Salih Kılıç”.
Rapor, Âkif’in takip altında tutulması ile ilgili emrin rutin cevabı durumundadır. Fakat asıl rapor, bundan sonra 5 Ocak 1937 tarihinde sunulacaktır. Çünkü İstanbul istihbaratına vefat haber alındıktan sonra “28/12/936 Gün ve Emniyet 35285/m 33608 sayılı şifre” ile resmi zevatın katılması gereken cenazeye kimlerin katıldığının tespit edilmesi istenmiştir. Âkif’in, hasta bedeni değil, ölüsü de sakıncalı addedildiği için, cenaze namazına katılanlar, defin işlemi sırasında yapılanlar hakkında bilgi istenmiştir. “T.C. İstanbul Vilâyeti Emniyet Direktörlüğü Birinci Şube” antedini taşıyan, “Yüksek İç Bakanlığa” hitabeden yazı, cenazenin kaldırılması ile ilgili merak edilen detayları verir:
“Mısır Apartmanından otomobil ile Beyazıt Camisine getirilen şair Mehmed Akif’in cenazesi, namazı kılındıktan sonra el üstünde Edirnekapı Mezarlığına götürülmüş ve orada Şehidlik karşısındaki kabrine defnolunmuştur. Cenaze merasimine Saylavlardan Şemseddin, Fadıl Ahmed, Yahya Kemal, Profesör Muhiddin, ölü General Deli Fuad oğlu Esad Fuad, muhalif rüesaden ve tarassud edilenlerden Çolak Selâhaddin, tüccardan Emin Vasfı, Kuleli Askerî Lisesi Edebiyat Muallimi Tahirülmevlevi, Şehremininde oturan Suudulmevlevi, Fuad Şemsi, gazeteci Feridun ve daha bir çok kimselerle Üniversite ve Askerî Tıbbiye talebeleri iştirâk etmiştir. Mezarlıkta alçı ile yüzünün kalıbı alınmış ve bazı kimseler şiirleri ve bestelediği İstiklâl Marşı münasebetile kendisinden sitayişle bahsetmişlerdir. Bilgi olarak arzederim. İstanbul Valisi n. İmza (Salih Kılıç)”.
Cenazeye katılanların takibi hangi sonuçları getirmiştir? Sadece edebiyat Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi bir üniversite talebesinin, millî şaire duyduğu hasbî duyguları dile getiren mezarı başındaki konuşmasının daha sonra sorguya çekilme sebebi olması durumu özetlemeye yetecektir.
Vefatından hemen sonra 30 Aralık 1936 tarihli Cumhuriyet’te Peyami Safa; Fransızların, millî marşları Merseyyez’i yazıp besteleyen Rouget de Lisle’in ölümünün yüzüncü yılında sosyalisti, komünisti, nasyonalisti.. ile hepsinin mezarı başında diz çökerek anışları ile Âkif’in vefatını kıyaslar. Türkler, millî şairlerini daha on yılda unutmuşlar, ölümcül hastalığında ona bir Mısırlıdan başkasının eli uzanmamış, tam tersi gazetelerde aleyhine yazılar yazılmıştır. Ömrünü bayrağındaki hilâlin şerefini müdafaaya harcayan şair için ardından söylenecek olan da ancak kendi mısraıdır: “Bir hilâl uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor!” (Safa, 2002, 93).
Resmi tavır ile ilgili değişimin ilk belirtisi, Âkif’in vefatından yaklaşık üç yıl sonra verilir. Çünkü Veteriner Fakültesi Talebe Cemiyeti, Ziraat Enstitüsü konferans salonunda Mehmet Âkif’in ölüm yıldönümünde anma toplantısı yapmak üzere izin ister. Vali, izin verildiğini ve “toplantıda büyük şairin ruhî için nutuklar söylendiğini” İçişleri Bakanlığına arz eder. 12 Ocak 1939 tarihli yazı, Mustafa Kemal’in vefatından ardından, Türkiye’deki değişimle ilgili fikir vermektedir.
Fakat İslam Medeniyeti karşıtlığını kendine vazife edinenlerin devlette varlığı tehlikeli boyuttadır. Adeta Hıristiyan Medeniyeti adına kendi kültür ve değerleri ile savaşan bu gönüllü kültürel köleleşmenin araçları, Âkif üstünden mücadeleyi sürdürürler. 26 Aralık 1940 tarihli bir istihbarat raporu, içişleri bakanlığını harekete geçirir. Çünkü raporda, İstanbul Üniversitesi Top ve Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin Mehmet Âkif’in mezarını yaptırmak üzere aralarında bin lira topladıkları, 28 Aralık 1940 Cumartesi günü mezarı başında gösteri yapıp nutuklar çekecekleri haber verilir. Öğrencilere önayak olan Askeri Tıbbiye talebesi Fethi Teveh’tir (Tevetoğlu). Edebiyat Fakültesi dekanının da durumdan haberi vardır. Zaten “bir müddetten beri üniversite talebesi ve umumiyetle gençlik arasında Mehmet Akif’in ismi ve hatırası hakkında bariz bir propaganda faaliyeti cereyan etmektedir. Bu şairin dinci ve ümmetçi olması nazarı dikkate alınırsa bu faaliyetin Türk gençliği arasında dincilik ve ümmetçilik cereyanını uyandırmağa matuf olması muhtemeldir.”
Bu tehlike uyarısı karşısında İçişleri Bakanlığında “acele” kaydı ile Fethi Teveh (Tevetoğlu), Nihal Atsız mercek altına alınır. İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valiliğine gerekçeyi belirterek durumun incelenmesini, iki gencin durum ve temasları, siyasi eğilimleri hakkında bilgi toplanmasını emreder. İstanbul Valilisi yerine Raşit Demirtaş’ın imzası ile İçişleri Bakanlığına yaklaşık bir buçuk ay sonra 19 Şubat 1941 tarihinde gönderilen gizlilik derecesi itibarıyla iki hilalli istihbarat raporunun “öz”ü, “Fethi Teveh ile üniversite talebesi arasında dedikodu olmadığına dair”dir. Rapor iki konuyu öne çıkarır, Fethi Teveh’in şüpheli bir durumu yoktur, öğrenci arasında para toplanmadığı gibi, dedikodusu yapılan türde gelişmeler de olmamıştır:
“I- Fethi Teveh, Askerî Tıbbiye mektebinin son sınıfında 152 numaraya kayıtlı talebedir. Aynı zamanda Üniversitenin Edebiyat Fakültesine de devam etmekte ve Haseki Hastahanesinde stajyer olarak çalışmaktadır. Sabahları, Haseki Hastahanesindeki vazifesinin hitamından sonra Üniversiteye gelmekte ve Üniversitedeki dersleri müteakib de Askerî Tıbbiye okuluna dönmektedir. Şimdiye kadar şüpheli hal ve temasları görülmemiştir.
II- Üniversitenin Tıp ve Edebiyat Fakülteleri talebesi arasında bildirilen şekilde bir dedikodu mevcut olmadığı gibi Şair Mehmet Akif’e mezar yapılmak üzere para da toplanmadığı ve 28/12/940 günü şairin mezarı başında yapılan ihtifalde Fethi tarafından nutuk söylenmediği öğrenilmiştir. Arzederim.”
Aynı İçişleri Bakanlığına 1950’den itibaren yine gizlilik seviyesi yüksek çift Hilalli resmi yazılar gelir. Bunlardan birisi, “Samsun Valisi Haşim İşcan” imzasını taşımaktadır. 28 Aralık 1950 tarihli yazının “Öz”ü, “Büyük Türk Şairi Mehmet Akif Gecesi H.”dır. Gençlerin Samsun’da düzenlediği anma toplantısında yapılanları vali son kısımda şöyle anlatmaktadır: “Sahnede ‘Çanakkale Şehitleri’nin temsili bir tablosu yapılmış, gençler bir ağızdan vezinli olarak ve misrağ sonlarının Âmin Allahuekber sözleriyle biten ilahi şeklindeki mersiyeyi de okuduktan sonra bir erin şehit düşmesiyle sahne arkasında bir gencin ezan okuduğu diğer gençlerin de bu sırada İstiklâl Marşı’nın parçalarından olan ‘Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli ebediyen yurdumun üstünde inlemeli’ mısraını okuyarak anma törenine son verildiği görülmüş olduğunu arzederim.”
Sosyal taban, öze dönüşten yanadır. Ölümüne kadar hatta ölümünden sonra da takibe alınan Âkif’in öne çıkardığı değerlere şairi ile birlikte sahip çıkma duygusu yok edilemediği gibi yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu konuda emniyet raporlarına yansıyan en anlamlı toplantı, 28 Aralık 1962 tarihinde Eminönü Öğrenci Lokalinde gerçekleştirilir. Bu toplantı, İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Cumhuriyet Savcılığına, suç duyurusu şeklinde bildirilmiştir. İstanbul Valiliğinin gerekçesi şudur: “Mehmet Akif Ersoy’u anma töreninde oynanan temsildeki konuşmaların Devlet icraatını tenkit eder ve dikkati çeker mahiyette görüldüğünden, bu hususa dair alınan memur raporu ilişikte sunulmuştur.” Toplantıda suç olacak nitelikte yapılanlar nelerdir? İstiklâl Marşı’nın söylenmesinden sonra Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencisi Bekir Topaloğlu, Mehmet Âkif’in edebî hayatını yazılarından parçalar okuyarak anlatır. Lâika Karabey korosu, Âkif’in Bülbül adlı parçasını sunar. Sonra “Şairin yakın arkadaşı, eski Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Çantay söz alarak hatıralarını” anlatır. Ardından Tarık Buğra, bazı şiirlerini okur. Sorun da buradadır. Zira Buğra, “şiirleri okuduktan sonra, radyoya temasla, radyo kimlerin elinde sorun. Hesap sorarcasına sorun. Niçin Asım’dan, Akif’ten bahsedilmiyor. Demesi üzerine, dinleyicilerden biri, Noel’den bahsediliyor dedi (alkışlar). İçinizde ne nurlu gençler ve bayanlarınız var. Bunlara söylüyorum. Doğacak çocuklarına Asım ismi koysunlar. Bu memleketin Asımlara ihtiyacı var. Asım ordusuna ihtiyaç var” der. Buğra’dan sonra gençler, Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım kısmından bir perdelik piyes canlandırırlar. Bu arada suç oranını yükselten bir şiir okunur:
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım ama severim mazlumu.
İrticanın şu sizin lehçede manâsı bu mu?”
Bu şiirden sonra kürsüye çıkan Nurettin Topçu, “Ben fazla bir şey konuşacak değilim” der ve merhuma bir Fatiha okunmasını isteyerek kürsüden iner.
Polis raporuna göre, 17’de başlayan anma töreni saat 20’de sona ermiştir.
27 Mayıs darbesi ardından gelen zaman diliminde, resmi yapıda tek parti devri refleksleri canlanmış olmalı ki, İstanbul dışındaki Âkif anma toplantıları da belgelere yansır, takip altına alınır.
Günümüzde Âkif’i anmanın, kurumlar için resmen görev haline geldiği düşünülürse, Türkiye’nin değişim çizgisinin hayret verici olduğu fark edilecektir. Fakat iş, içeriğin samimi ve güçlü hale getirilmesindedir.
SONUÇ
Âkif’i anlamak, Âkif’te dirilmek bir ihtiyaç haline dönüşmüştür. Vatana, milleti birlik haline getiren kültür ve medeniyet değerlerine sahip çıkmak için, İtalyan, Yunan, İngiliz, Fransız ve içimizdeki maşalarının işgal faaliyetlerini görmek, o acıları yeniden yaşamak mı gerekmektedir? Millî felaketlerin uyandırıcı, silkeleyici, sarsıcı etkileri vardır. Bu etkiler bazan, güçlü emperyalist güçten yana tavır alarak çözülmeyi, çoğunlukla da direniş ruhunu canlandırmayı sağlar. Âkif, “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz./ Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;” derken aslında zorluklar karşısında ayakta kalmanın yolunu göstermiştir. Dayanılmaz sanılan, saldırı, ihanet gibi durumlarda dimdik ayakta kalmanın yolu nedir? Âkif bu konuda kardeşlerine, milletine güvende sınır tanımaz. Aslında onu okuyarak, sözü ona vererek sözü tamamlamak gerekir:
“Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,/
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!”
Mehmet Âkif’e, son anında sahip çıkan gençliğin, üstüne düşen bir görev daha bulunmaktadır. Âkif’i anlamak, onda dirilmek yani kültür ve değerlerde bütünleşmeye ihtiyacımız vardır. Ama burada kalmak, durağanlık, gerilik demektir. Bir adım ilerisi ise artık onun düşünüp-tasarladığı, planlar kurduğu eserlerinin diriltilmesine gayret edilmesidir. Gençliğin, sahip çıkma yanında millî şairin ruhunu dinlendirecek eserler vermesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA). İlgili belgeler metin içinde verilmiştir.
ARABACI Caner, 2004, Eşref Edib Fergan ve Sebîlürreşad Üzerine, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 6 İslâmcılık, Editör: Yasin Aktay, İletişim yayını, İstanbul, s. 96–128.
CÜNDİOĞLU Dücane, 2000, Bir Kur’an Şâiri –Mehmed Âkif ve Kur’an Meâli-, Bîrun yayını, İstanbul.
DEVELLİOĞLU Ferit, 1984, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara.
DÜZDAĞ M. Ertuğrul, 2002, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar II, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi yayını, İstanbul.
DÜZDAĞ M. Ertuğrul, 2007, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar–1–2, Kaynak Yayınları, İzmir.
DÜZDAĞ M. Ertuğrul, 2004, Mehmed Âkif Ersoy, Kaynak Kitaplığı, İstanbul.
Eşref Edib (FERGAN), 1381–1962, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, C. I, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul.
ŞENGÜLER İsmail Hakkı, 1992, Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmed Âkif Külliyatı, C. 9–10, Hikmet Neşriyat, İstanbul.
· Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1]Bkz. Sait Halim Paşa, 1998, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, İstanbul.
[2] Düzdağ, 2007/1, 331 vd.. İhsan Efendi, İKÖ Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babasıdır (Düzdağ, 2007/1, 352).
[3] Âkif’in, Mısır’daki çileli durumunu, kendini en iyi anlayan İhsan Efendi’ye şöyle anlattığı bir başka yerde nakledilmektedir: “Bitkinim yahu! Hâlim kalmadı. Biz, memleket bu hale gelmesin diye, on beş sene koştuk, çalıştık, yazdık.. Olan oldu. Şimdi elden ne gelir?” (Düzdağ, 2007/2, 154).
KAYNAK: https://mehmetakifarastirmalari.com//2020/03/16/caner-arabaci-mehmet-akifin-son-gunleri-ve-vefati/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.