Bekir Koçlar - Ömer Ertürk: Sezai Karakoç’un Türkiye Cumhuriyeti’ne yüklediği tarihî misyon
1914 yılında başlayan I. Cihan Harbi’nde İttifak grubu içerisinde yer alan Osmanlı Devleti birçok cephede savaşmış, Çanakkale ve Kût’ül Amâre gibi zaferler kazanmış; ancak tüm bunlara rağmen 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesini imzalayıp savaştan mağlup ayrılmıştır. Osmanlı Devleti savaştan ayrıldıktan sonra, bu kez Milli Mücadele döneminde Misak-ı Millî olarak tanımlanan toprakları İtilaf Devletlerinin hedefi haline gelmiş, başta Musul olmak üzere birçok toprağımız işgal edilmeye başlanmıştır. Bu tablo karşısında bir grup Osmanlı subayı devlet topraklarının işgalini engellemek ve Misak-ı Millî sınırlarının korunması için 1919 yılında Anadolu’ya çıkarak başlattıkları milli mücadele sürecini 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasıyla kesin sonuca ulaştırmışlardır. Bu sonuç her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasını sağlamışsa da Osmanlı Devleti’nin büyük ölçüde sağlamış olduğu İslâm birliği de bu safhayla tamamen sona ermiştir.
Sezai Karakoç’a göre bu sonucu bizzat Cumhuriyetin kurulmasına bağlamak hatadır. O, bu sonucu Diriliş düşüncesi kapsamında birçok sebebe bağlamaktadır. Bu sebeplerin belki de en önemlisi; millet kavramının 19. yy Batı terminolojisi üzerinden tanımlanmasıdır. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulus millet anlayışı millet tanımını dilsel ve ırksal bir çerçeveye sığdırmıştır. İslâm’ın millet tanımı ise, ırk özelinin aksine özellikle Kur’ân çerçevesi içerisinde “din” anlamında kullanılmakta ve Müslümanları da tek bir millet olarak kabul etmektedir. Sezai Karakoç da burada zikredilen ikinci tanımın Türkiye ve diğer İslâm ülkeleri için daha uygun olacağı ve Batı’ya karşı durulacak pozisyonun belirlenmesinde de tek hayatî nokta olacağını savunur.
Bu bağlamda; İslâm ülkelerini dinî, tarihî ve kültürel bir zeminde tekrar bir araya getirmek için “Kutlu Millet” tezini ortaya atan Karakoç, İslâm’ın, millet kavramına yüklediği birleştirici tanımını yeniden hayata geçirecek olan kuvvetin de Türkiye dışında başka bir devlet olamayacağını ve Kutlu Millet idealini gerçekleştirme vazifesinin Türkiye Cumhuriyeti’ne yüklendiğini gerekçeleriyle ortaya koyar.
Anahtar Kelimeler: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu, Sezai Karakoç, Kutlu Millet, İslâm, Diriliş Kutlu Millet İdeali
İslâm inancını kabul eden her insan, İslâm’da sınıflar ayrılığının olmadığını da beraberinde kabul etmiş ve Efendimiz’(a.s.)in Veda Hutbesi’nde buyurduğu; "Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” sözleri, dünya üzerinde yaşayan tüm Müslüman’ların kardeş ve dolayısıyla tek bir millet olduğunu göstermiştir. Ki, bu kardeşlik, Allah û Teâla’nın, Kur’ân’da buyurduğu; “Müminler ancak kardeştirler…” (Hucurat Sûresi-10. Âyet-i Kerime) âyetiyle de sabittir.
Bu bağlamda, Sezai Karakoç, millet kavramına yüklediği anlamı, İslâm’ın millet kavramına yüklediği bu anlamla destekleyerek millet ve medeniyet kavramlarını bir bütün olarak ele alır ve Batı kavmiyetçiliğinden ayrılan yönlerini şöyle açıklar: “İslâm Medeniyetinin toplumunun bir ismi vardır: İslâm Milleti. Evet, biz bir milletiz. Yani İslâm inancını taşıyan ve İslâm Medeniyetine dâhil olan bütün insanlar, ırkları ne olursa olsun, Arap, Türk, Kürt, İranlı, Arnavut, Boşnak v.b. olsun hepsi bir millet teşkil ederler. Hâlbuki Batı’da, böyle değil. Batı’da, kavimcilik (nasyonalizm) esastır. Nasyonalizm (nationalisme), Türkçeye çevrilirken, milliyetçilik kelimesiyle karşılaşmışlar; ancak bu, aslında yanlış bir çeviridir. Fransa’da Franklık, İngiltere’de İngilizlik, Almanlarda Almanlık, Cermenlik, toplum için temel birlik sebebi kabul edilmiştir. Hâlbuki: bizim medeniyetimizde, Araplık, Türklük ve İranlılık esastır dememişlerdir, bunu esas kabul etmemişlerdir. Esas olan, inanç ve medeniyet beraberliğidir. Sadece inanç değil, aynı zamanda medeniyet beraberliği. Çünkü ahlâk, güzel sanatlar, güzellik idealine ilişkin her oluş, doğruluk anlayışımız, bilimlerimizle, hayat tarzımızla, yani hepimizin yaşantısının her vechesiyle aynı medeniyete mensubuz.”[1]
Ayrıca Sezai Karakoç, millet görüşünü, bir yanıyla da küfür ve İslâm milleti olarak birbirinden kesin çizgilerle ayırır ve İslâm inancına mensup bireylerin, kime karşı olursa olsun, kan bağından çok inanç bağıyla bir bütün olduklarını da şöyle açıklar: “İslâm’ın millet görüşü, açık millet görüşüdür. Yahudilikte olduğu gibi kapalı millet telakkisi bu görüşle bağdaşmaz. Bu millete katılma her insan için mümkündür; yeter ki, o milletin üyelerini öbür insanlardan ayıran karakteristiği taşıyacak bir ruh değişim ve oluşumuna uğrayarak gelsin. Nasıl ki, İslâm’ın başlangıç yıllarında katılanlar, Müslüman olmayan anne, baba, kardeşleriyle savaşmaktan çekinmemişlerdi. Çünkü: Onlar ayrı bir milletten oluyorlardı; kendileri ayrı bir milletten. İslâm, pozitif millet oluyordu, küfür negatif millet. Böylece, aslında, İslâm, insanlığı bir tek millet yapmak istiyor ve milletlik vasfını kaybettirmeyecek bir ölçüde kapıyı açık tutuyor.”[2]
İslâm bütün insanlığı bir tek çatı altında, hakikatle buluşturmak ve onu bütün insanlar arasında yaymak için geldiği ilk günden beri, bütün insanlığa hitap etmiştir. Bu, son peygamber olan Hazreti Muhammed’in (a.s.) ve dolayısıyla Kur’ân’ın diğer peygamberlerden ayrı olarak tüm insanlığa gönderilmiş olmasından gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. İslâm, statüden doğan bir ayrıcalığı hiçbir Müslüman’a vermediği gibi, kendine yeni katılmış, helal ve haramlarını kabul etmiş hiçbir insanı da Müslüman olması bakımından bir kademe farkına tabi tutmamıştır. O, İslâm dairesine adım attığı ilk andan itibaren, Allah’ın kendine bahşettiği kardeş olma hakkını hiçbir eksik olmaksızın elde etmiş oluyor.
Nitekim, padişah olan Kanunî Sultan Süleyman ne kadar İslâm’a ait bir değerse, Yavuz Sultan Selim döneminde devşirme olarak alınan Mimar Sinan da Müslüman kimliği ve İslâm’a kazandırdığı muhteşem eserlerle İslâm medeniyetine ait bir değerdir. Yine, Selahaddin Eyyubî Haçlılara karşı hangi ruhla mücadele etmiş ve muzaffer olmuşsa, Fatih Sultan Mehmed de aynı ruhla cihad etmiş ve Bizans’a karşı muzaffer olmuştur ve böylece, farklı zaman ve zeminlerde, aynı şuur ve inançla İslâm medeniyeti ve o medeniyetin insanı olan İslâm milleti, İslâm’a hizmet noktasında birleşilerek meydana getirilmiştir.
Sezai Karakoç, İslâm milletini ve medeniyetini bir ideal etrafında meydana getirmiş tüm bu parçaları bütün olarak ele almış ve birbirlerinden zaman ve mekân farklılıklarıyla ayrılamayacaklarını şöyle dile getirmiştir: “Bütün bu karakteristiğiyle İslâm Milleti, tarih içinde yerini almıştır. Birbirine bitişik coğrafya parçalarında oturduklarından bir yurt beraberliği vardır. Ülkü birliği ise bu milletin temel taşıdır. Şarap ve öbür alkollü içkilerin içilmemesi, domuz etinin yenilmemesi gibi yasaklarlar Batı halklarının ruh ve fizik yapılarından, et yeme yasağının bulunmamasıyla da hint vücut yapısından ayrılan bir Müslüman halk doğmuştur. Bu halk birbirileriyle kaynaşmış, ırklar birbirine karışmış, dış çizgileriyle de bir millet meydana gelmiştir. Giyinme ve örtünme ölçüleri de İslâm milletini öbür halklardan ayırmaktadır. Kurulan İslâm devletleri hep bu birliği hedef almış ve birçoğu da ufak tefek istisnalarla bir devlet bir millet olma hedefini gerçekleştirmişlerdir. Asr-ı Saadet, Hulefa-i Raşidin, Emevî, Abbasî, Büyük Selçuk ve Osmanlı Devletleri İslâm Milletlerinin bir bütün halindeki devlet ifadeleri olmuştur. Devletler zayıfladığı veya parçalandığı zaman da millet bütünlüğü bozulmamıştır.[3]
Sezai Karakoç, Osmanlı Devleti’nin –ki Karakoç, bu devleti İslâm milletinin son devleti olarak kabul eder.- yıkılmasının ardından, İslâm millet anlayışının, batı etkisiyle ekseninden kaydığı ve ırk temeline dayanan anlayışın, bir zehir gibi tüm İslâm dünyasını nasıl zehirlediğini şöyle anlatıyor: İslâm’ın “millet” anlayışı, Batının millet anlayışının çok üstünde, adeta onun erişemeyeceği bir anlayıştır. İnsanları, doğuştan getirdikleri, kendi niyet ve iradelerinin katkısı olmayan özelliklerle ayırma, gerçekte ilkel bir bölünme ve parçalanma düşüncesine dayanmaktadır. Boş gurur, böbürlenme ve övünme nefsaniliği, bu psikolojinin temelini oluşturur. Oysa İslâm’ın millet kavramı, kardeşlik, tevazu, hoşgörü, özveri gibi insanî özelliklerin toplamından doğan bir ruhî özdeşleşme bilincinden kaynaklanmaktadır.
Ancak, ne yazıktır ki, Avrupalılar, kendi dar, parçalayıcı, bölücü milliyetçilik anlayışlarını, İslâm halklarına da aşılamayı başardılar. Yüksek ve medeni millet kavramının yerini, kavim ve ırk kavramları aldı. Arap, Türk, Acem, Arnavut v.b. gibi sayısız ırk iddiaları çıkmazına saplandı İslâm âlemi.
Bin dört yüz yıl ırk ayrımı yapmayan İslâm milleti anlayışı çerçevesinde bütün bu ırklar kaynaşmış olduğu ve saf ırk bulunmadığı halde, Müslümanlar Batının kötü niyetle İslâm diyarına ihraç ettikleri bu aldatıcı ideolojiye yakalarını kaptırmaktan kendilerini alamadılar.”[4]
Ancak o, tüm bu olumsuzluklara rağmen, İslâm var oldukça İslâm milletinin de var olacağını, bugün yıkılmış gibi gözükse de bir gün mutlaka dirileceği inancını hep taşımıştır. Batılılaşma faaliyetlerinin İslâm dünyasında başlamasıyla, yitirilmiş olan İslâm millet ruhunun şimdilik unutulmuş olduğunu ve fakat hiçbir zaman tam anlamıyla yok edilemeyeceğini, bilakis fırsatını bulduğu ilk anda yeniden bütün Müslümanları bir bayrak altında toplayacağı inancına sahiptir. Buna olan inancı şu sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır:
“Şu yirminci yüzyılda, bütün düşman propagandasına ve aydınların avrupaî, Marksist, batıcı veya ırkçı teorilerine kapılmalarına ve saplanmalarına rağmen İslâm halkları birbirine düşman edilememiştir. Ve bir millet olma vasfı bozulmamıştır. Siyasî parçalanma yapmadır; geçicidir ve yabancı devletlerin empoze ettiği ve bütün güçleriyle yürütmeğe çalıştıkları bir zorlamadır. Gerçek millet liderleri geldiği gün, artık her bakımdan birleşmeyi kimse önleyemez ve önleyemeyecektir.”[5]
Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle, İslâm milletinin Batı’nın çizdiği sunî sınırlarla devlet adı altında parçalandığını vurgulayan Karakoç, bu parçalanmışlığın bugün İslâm topraklarında görülen yıkımın çözümüne değil olsa olsa bu yıkımı daha da ileriye taşıyacağı görüşündedir. İslâm millet ideali(Kutlu Millet)nin gerçekleşmesi için İslâm ülkelerinin yeniden bir araya gelerek bu ideale saldıran ve/veya saldıracak tüm güçleri caydırıcı bir birlik haline gelmeleri gerektiğini savunur. Bu birliği kuracak gücün de Türkiye’nin tarihî ve stratejik öncülüğü olacağı kanaatindedir.
Kutlu Millet İdeali ve Türkiye
Osmanlı Devleti, Sezai Karakoç düşüncesinde, Ortadoğu’nun ve dolayısıyla da İslâm dünyasının şahdamarı konumundadır. O, Osmanlı tanımını ve onun tarih sahnesinden çekilişinin İslâm dünyasında neye mâl olduğunu şöyle dile getirir: “Osmanlı İmparatorluğu adını verdikleri devletimizin asıl adı, Devlet-i Âliyye (Yüce Devlet) idi. Hiçbir zaman ne hedefleri, ne yapısı itibariyle imparatorluk denebilirdi ona. Baştan sona her kuruluşunda İslâm insanının devlet anlayışını gerçekleştirmek düşünce, inanç ve heyecanı görülüyordu. Müslümanları bir bayrak, bir devlet kanadı altında toplamıştı batıya karşı. Müslümanları doğrudan doğruya, Asya’yı da dolaylı olarak koruyan, tarihî, siyasî, askerî sosyal bir Çin Seddi idi. Yalnız maddî anlamda bir set değildi, aynı zamanda manevi alanda da Kur’an-ı Kerimde anılan Zülkarneyn Seddi gibiydi. Yüzyıllarca yukardan Rusların, Batıdan Avrupalıların, Doğudan İranlıların durmak bilmez saldırılarıyla yıkmak istedikleri bu devlet, üç kıtanın kavşak noktasında bütün dünyaya insanlık dersi veren, adaletin, merhametin, faziletin kalesi bir İslâm ve bir Ortadoğu devletiydi. Ne zaman ki düşmanlarımız onu yıktı, o zaman, Ortadoğu’ya ve bütün İslâm ülkelerine zillet yağdı; çirkef, bendi yıkılmış baraj suları gibi boşandı üstümüze.
‘Yüce Devlet’i, Avusturya imparatorluğu, Rus Çarlığı gibi günü geçmiş bir devlet sayarak Birinci Cihan Savaşında yıkılışını tabii görenler, basit, fakat hain bir propagandanın zihni kurbanı oluyorlar, Rus Çarlığı yıkıldı; ama yerine daha korkunç bir komünizm imparatorluğu kuruldu. Avusturya-Macaristan imparatorluğunun yerini Almanya aldı. Ama “Yüce Devlet”in yerini alan bir devlet kurulmadı. Daha doğrusu kurdurulmadı. İslâm devletleri irili ufaklı lokmalar halinde batılıların iştihasına terk edildi.”[6]
Ve böylece, görünürde sadece bir devlet yitirilmişse de aslında; “kaybedilen sadece bir devlet yahut siyasi güç değil, aynı zamanda bir ideal, bir büyük mefkûre, bir jeopolitik tasavvur, hafıza ve tarihtir.”[7]
Osmanlı Devleti’ni Müslümanların son büyük devleti olarak gören Sezai Karakoç, onun yıkılışını da İslâm dünyası için bir felaket olarak görür. Ve tarihî yıkımların getirdiği travmanın atlatılmaması halinde, sadece Osmanlı özelinde değil, köklü bir tarih birikimine sahip her milleti, sürekli bu yıkılmışlığın herc ü merci içinde sarsacağını şöyle ifade eder:
“Belki ahım şahım bir tarihi olmayan bir ülke insanı için tarihin yok oluşu, yaşanır olmayışı daha iyi. İlerde büyük bir tarihe imkân kapsını aralamak için böylesi daha iyi. Ama büyük tarihî dönemler yaşamış ülke insanları için, tarih, kaçınılmaz bir hayat anlamı gibi yapışıktır insanın alınyazısına.”[8]
Bu bağlamda, büyük tarihî dönemler yaşamış İslâm dünyası, son büyük devleti olan Osmanlı’yı yitirdikten sonra, bir yıkımın, parçalanmışlığın alınyazısını yaşamaya mahkûm olmuştur. “Ortadoğu, önce İslâm Medeniyetinin canlı havasından çıkması, sonra büsbütün ölü hale gelmesi, daha sonra her şeyi ayakta tutan devletinin (Osmanlı Devletinin) çökmesi, en sonra da Batı’ya özenip kendi kişiliğini bütün katları ve özellikleriyle yitirmesi yüzünden, önce batılı, şimdi de hem batılı, hem doğulu emperyalistlerin at oynattığı bir alan haline geldi. Haçlılar devrinde vahşi batı sürülerinin yaptığı cinayetler, günümüzde de tekrarlanıp duruyor.
Kendi medeniyetini yitirmiş, süper güç oluşturacak bir devlet ya da en azından bir federasyona sahip olmaktan mahrum kalmış her insanlık alanının yazgısı, kaçınılmaz olarak budur.”[9]
Kutlu Millet adını verdiği İslâm milletinin bu parçalanmışlığına birçok çözüm getiren Karakoç, bu çözümleri icra edecek devletin de Türkiye olduğunu sebepleriyle anlatmaktadır.
Sezai Karakoç’a göre; I. Cihan Harbiyle tarih sahnesinden çekilen Osmanlı Devleti’nin yerine, Milli Mücadele sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kaybedilmiş bu ideal, mefkûre ve hafızanın yeniden kazanılmasının tabiî yüklenicisidir.
Bu tezi, Türkiye’yi ırksal olarak Osmanlı Devleti’nin devamı görerek dile getirmez. Osmanlı’nın Sezai Karakoç’taki karşılığı, yukarıda da belirttiğimiz üzere -İslâm milletini birleştirici ana unsur olduğundan- son İslâm devleti olarak kabul görür. Ne İran medeniyeti ne Mısır medeniyeti İslâm dünyasında bu birleştiriciliği üstlenmediği/üstlenemediği için Osmanlı Medeniyeti’nin devamı olan Türkiye bu görevin doğal üstlenicisi olmak zorundadır.
Burada İran ve Mısır medeniyetlerinin bu birleştirici görevi üstlenemeyeceğini söylememiz elbette ki onları farklı ırklardan gördüğümüz için değil, bilakis bu, tarihleri itibariyle bu iki medeniyetin İslâm dünyasında Osmanlı örneğini teşkil eden bir birleştiricilik rolü üstlenmemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. İlber Ortaylı da bu coğrafyadaki devletlerin geneline bakıldığında “İslâm âleminde Türkler için bir model yoktur” [10]der. Bu durum da devlet geleneği açısından Türkiye Cumhuriyetini başat aktör olarak kabul etmemizi gerektirmektedir.
Karakoç Kutlu Millet idealinin gerçekleştirilmesi vazifesini tarihî perspektiften değerlendirdiğinde bu görevin Türkiye’ye ait olduğunu söyler, ancak bunun için Türkiye’nin de yaşadığı bir medeniyet krizinin varlığına işaret eder ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şu şekilde özetler: “İslâm ülkeleri içinde, en umutlu ve en umutsuz, en umut veren ve en umut vermeyen ülke Türkiye’dir. Bir yandan ekonomik bir canlılık gösteren, askerî bir güç ifade eden ülke, öte yandan, yazısını, kültürünü yitirmiş, batılılaşmayı en sığ taklit düzende deneyip duran, hep çıkmazdan çıkmaza saplanan, geçmişini ciddi bir şekilde yeniden ele almaya girişmeyen, yanaşmayan, tek hakiki varlık gücü olan İslâm’ı, en basit ilkel bir idrakten öte bir kavrayışla gündeme getirmeyen, basını, bürokrasisi ve aydın kitlesiyle halkından kopmuş ülke.
Anlaşılıyor ki, İslâm Âleminin kaderi, Türkiye’deki kördüğümün çözülmesine bağlı. Sır, Türkiye’nin kaderinde gizli.”[11]
Bu durumda Sezai Karakoç’a göre Türkiye’ye düşen; geçmişine yeniden dönmek, onu irdelemek, onunla yüzleşmesi gerekiyorsa yüzleşmek ve ondan alması gerekeni da almak mecburiyetindedir. Alfabesi değiştirilmiş, kılık kıyafeti Batı’ya uyarlanmış, inancı kısıtlanmış bir Türkiye’nin, geçmişinden, medeniyet algısından ve doğal olarak İslâm millet şuurundan kopararak Batı’nın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağını idrak etmelidir. Ona göre Türkiye, kendine vurulmuş bu esaret zincirini kırmak zorundadır.
Türkiye üzerine düşen bu vazifeleri yalnızca kendi bekası için değil bütün İslâm âlemi ve hatta bütün bir insanlık için yapmak zorundadır. Bu görevin neden herhangi bir devlete değil de Türkiye’ye yüklendiği elbette merak konusudur. Sezai Karakoç bunu şöyle açıklar: “Osmanlı Devleti –ki İslâm Milletinin son gerçek devletidir- Yıkıldığında ardında irili ufaklı birçok devletçik bıraktı. Bunlara, hele bugünün teknolojisi çerçevesinde devlet demek mümkün değildir. Zaten bunların çoğu, düşmanlarımızca, İngilizler, Fransızlar tarafından sözde coğrafi bir temele dayanarak hudutları çizilmiş, suni devletçiklerdir. Sonraları bunlar görünüşte bağımsız olmuşlardır, gerçekteyse şu ya da bu devletin veya süper gücün boyunduruğunda can çekişmektedirler.
Arazi, devletin unsurlarından biridir, tek başına devlet kurmağa yetecek bir unsur olamaz. Kaldı ki, Ortadoğu ve Afrika’da yerden biter gibi ortaya çıkmış bu devletçiklerin birçoğunda coğrafî anlamda tabii sınırlar bile yoktur. Bir kısmının sınırı, cetvelle çizilmiş gibi dümdüzdür.
İslâm’ın ilâhî, evrensel ve insancıl kardeşlik ilkesinden uzaklaşan Araplar, müfrit ırkçılık bataklığına saplanmışlardır; fakat bu iddiaları da kendi aralarında bir birilik oluşturmaya, tek bir Arap devleti kurmağa yetmemiştir. Anlaşılıyor ki, Arap, serazatlığı seviyor. Bir araya gelmekten doğacak sorumluluğu üstlenmek, omuzlamak istemiyor. Bedevilik döneminden gelen bu aşırı özgürlük tutkusu, büyük bir disiplin isteyen büyük bir yapı oluşturmaya engel teşkil ediyor Arap dünyasında. Arap, ruhça, İslâm öncesi durumuna dönmüş gibi gözüküyor. İslâm dönemi ise, aşk, şevk, disiplin, düzen, sorumluluk, eser dönemidir. Şimdiki Araplar, sanki o eşsiz dönemin sahipleri kendileri değil de başka bir halkmış gibi soğuk ve ilgisiz gözüküyorlar geçmişin ihtişam dönemine. Bugün ne büyük devlet fikri, ne de büyük millet fikri var Arap’ta. Adeta paramparça oluştan hoşlanıyorlar. Oysa böyle ufak ufak devletçiklerden örülü bir Arap mozaik dünyasının sonu yoktur.
Acemler de dünyayı her zaman ikiye ayırarak tanımlamışlardır: İran ve dünya. İrancılık, acemin ruhuna işlemiştir. İran’ı çevreleyen dağları ufuk çizgisi olarak idrak etmişler bunun dışındakileri düşman gibi görmüşlerdir. Bugün, propaganda olarak “İslâm Devrimi”nden bahsederken, aslında kendi yorumlarıyla sınırlı bir İran İslâmcılığını kastetmektedirler. Evrensel İslâm hareketi onları pek ilgilendirmiyor. Hele, Ortadoğu’yu kapsayacak bir İslâm devleti veya bir İslâm devleti federasyonu, onların düşünce, hatta hayal gündeminde bile değil. Devlet, gerçek devlet, Ortadoğu denen İslâm ülkesinin ekmek gibi, su gibi ihtiyacı bugün.”[12]
İşte tüm bu sebeplerden ötürü, daha önce Osmanlı gibi bir dünya devleti kurmuş olan Türkler ve onun varisi olan Türkiye bu görevin birinci derecede vazifelisidir.
İslâm dünyasının I. Cihan Harbinden yenik çıkması belki Müslümanları son derece yıpratmış, yormuş, hatta belli bir süre için umutsuzluğa da itmiş olabilir. Ancak yine söylemek gerekir ki, tarih yenilgileri içinde barındığı gibi, yenildikten sonra yeniden dirilmek ve düştüğü zamanki halin çok daha ötesine gitmek de devletler için tarihin bir gerçeğidir. Sezai Karakoç, İslâm dünyasının içine düştüğü umutsuzluğun kendilerini ancak daha geriye götüreceğini, bu yüzden bunu atlatması ve yeniden ayağa kalkmak için mücadele etmesi gerektiğini şöyle dile getirir: “Suriye ve Irak halkı bizden kopmamışlardır. İsyan edip de bizden ayrılmış değillerdir. Biz de onları reddetmiş değildik. Biz, İngilizlerin, Fransızların silah zoruyla oralardan çıkarıldık. Çıkarıldığımız zaman oranın halkı ağlamıştır ve bir gün mutlaka dönmemizi beklemişlerdir.
Aradan 70 yıl geçmiştir, biz, o yenilgiye uğradığımız ve yere serildiğimiz durumda değiliz. Hâlâ kendimizi o şekilde görürsek, Batılılar da “artık bunlar dirilemeyecek bir ülke haline gelmiştir, var olma haklarını yitirmişlerdir” diye düşünebilirler. Türkiye’nin parçalanması düşüncesi onlara buradan gelmektedir. Oysa “Biz 1918’lerdeki ülke durumunda değiliz, o yere serilmiş halk değiliz” dersek, diyebilirsek, o günkü haklarımızın birçoğunu bugünün şartlarıyla ve diliyle ortaya korsak ve bunu milletlerarası plana getirirsek, o zaman değil Türkiye’nin parçalanmasını düşünmeleri, artık Türkiye karşısında korku duymaları ihtimali varıdır.”[13]
Tarih, geçmişten bugüne kadar birçok kez Türk halkının sırtına İslâm milletinin koruyuculuğu ve birleştirilmesi yükünü yüklemiştir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in Şii Büveyhoğulları’nın esareti altında bulunan Abbasi halifesini kurtarmasından, Osmanlı’nın son dönemine kadar Türkler adeta her daim İslâm milletinin koruyuculuğunu yapmıştır. Bu görev Osmanlı’yla birlikte sona ermiş gibi anlaşılsa da Sezai Karakoç bu görüşe katılmadığını şöyle belirtir:
“Biz Türkleri çağıran o kadar milletlerarsı ve Anadolu dışı problemler var ki… Ortadoğu devletlerinin ve İslâm ülkelerinin kurtuluşu ve bloklaşması, Asya ve Afrika kurtuluş hareketlerinde öncülük işleri, Avrupa, Amerika, Afrika, Asya’ya İslâm kültürünün yayma ve canlandırma teşebbüsleri… Şüphe yok ki, bunların arasında en önemli bir yeri de Rusya boyunduruğundaki Müslüman Türklerin kurtarılması çalışmaları tutar.” dedikten sonra, son derece haklı ve bir o kadar da çarpıcı bir soru sorar: Yamyamların bile istiklâllerini aldıkları bir çağda, Rus kelepçesine vurulmuş, masum Müslüman Türk ülkelerinin, canım Türkistan’ın, sevgili Azerbaycan’ın acısıyla içi kanlanmayan bir Müslüman, Müslüman olabilir mi, bir Türk neden Türk’tür?”[14]
Türkiye uzun yıllar bu vazifesini adeta unutmuş ve ondan kaçmış bir vaziyette, neredeyse İslâm dünyasını kendi kaderine terk etmiştir. Bugün bu umutsuzluk bir nebze de olsa kırılmış, Türkiye adeta yeniden tarihin geçmişte sırtına yüklediği görevi sırtlanmak ve bunu devam ettirmek gayreti içerisine girmiştir. Ancak bu da yine sınırlı ve dolayısıyla da yetersiz kalmaktadır.
İslâm dünyası kavramlarını Batı’ya göre şekillendirdiği için problemlerinin çözümü için ne kadar gayret ederse etsin, yine gelip bir noktada tıkanıyor. Mesela Orta Doğu tabiri. “Bilhassa 19.yy’ın sonlarına doğru ve 20.yy’ın başlarında Emperyalizm’in iyice kök salmasıyla, bölge Batılı güçler tarafından terminolojik olarak yeni bir adlandırmaya ihtiyaç duymaya başladı. ‘Orta Doğu’ ( Middle East) kelimesini ilk olarak ortaya atan kişi 1902 yılında Amerikalı amiral Alfred Thayer Mahen olmuştur. Mahen Middle East kelimesini ilk defa “The Persian Gulf and International Relations” isimli bir makalesinde kullanmıştır. Mahen Ortadoğu’yu Doğu’da Hindistan, Güneyde Süveyş Kanalı’yla sınırlı tuttu.
Mahen’den sonra bu kelimeyi kullanan kişi ise Sir İgnatius Valentine olmuştur. O da Orta Doğu’yu Mahen gibi kabataslak sınırlarla belirleyip bırakmıştır. Orta Doğu kelimesi İngiliz yayılmacılığı ile doğrudan bağlantılıydı. Kelimenin bilhassa 20.yy’ın başında önem kazanması ve İngiltere’nin bölgeye I. Dünya Savaşı ile askeri olarak giriş yapması elbette tesadüf değildi. Daha önce de 19.yy’da İngiltere’nin Hindistan ve Çin’e olan ilgisinin artması neticesinde ‘Uzak Doğu’ kavramı türetilmişti. Yakın ya da Orta Doğu (Near East/Middle East) diyebileceğimiz yaklaşımlar da Asya’ya Emperyal bir bakış açısının tezahürü olarak görülebilir.”[15]
Bu tabirler terminolojik olarak kullanılabilir belki; ama Türkiye kendini bu coğrafyadan soyutlayarak hemen yanı başında bulunan ve yaklaşık dört asır Osmanlı’ya bağlı yaşamış Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve bu coğrafyada bulunan diğer Müslüman devletlerden ayrı görerek kullandığı zaman, kendisiyle İslâm milleti arasına Batılılaşma sevdasını koymuş oluyor.
Sezai Karakoç, Türkiye’nin bir Batı devleti değil bir Ortadoğu devleti olduğunu savunur ve şöyle der: “Biz Ortadoğuluyuz. Ortadoğu’nun bir parçasıyız. Ayrılmaz bir parçasıyız. Burada büyük bir millet yaşamaktadır. Bu milleti, Türkler, Araplar, Kürtler, İranlılar teşkil etmektedir. Hatta Müslüman Afrikalılar buna katılmışlardır, Afrikalılar da bu milletin bir parçasıdırlar. Ve bugün uyanan Afrika, ancak İslâm Medeniyeti’nin dirilişi için bir yöneliş bulursa bir kurtuluşa erebilir. Yoksa Avrupalıların onları paramparça edişi devam edip gider. Yani, Afrika, Afrikalılarındır, hepsi kardeştir, çoğu Müslüman’dır, İslâm Medeniyeti’nin, toplumunun üyeleridirler, İslâm Milleti’nin üyeleridirler, denilecek bir noktaya gelirlerse, o zaman bir kurtuluşa ererler.
Biz, Ortadoğu’dan, Ortadoğu’daki halklardan, İslâm Milleti’nin parçalarından soyutlanamayız. Hatta Afrika’dan da soyutlanamayız. Bütün bu halkları dikkatle izleyerek, onlarla diyaloğumuzu kesmeden, onlara yardımcı olarak ve onların da yardımını alarak, yeni baştan, İslâm Medeniyeti’ni, erdem (fazilet), iyilik, güzellik, doğruluk, mutlak hakikatler, mutlak güzellik ve mutlak iyilik üzerine yeni baştan tesis etmemiz gerekli. Bunu tesis ettiğimiz zaman ve burada yeniden büyük İslâm toplumu doğduğu zaman, İslâm Milleti yeniden büyük gücüne, siyasî, askerî ekonomik gücüne erdiği zaman, bu tüm insanlığın yararına olacaktır.”[16]
Ve O, ülke algısın şu şekilde ifade eder: "Ülkemiz deyince, artık anlıyorsunuz ki, bütün İslâm Âlemini kastediyorum. Bilhassa Ortadoğu’dakini. Ve tüm İslâm milletini kastediyorum, milletimiz deyince. Ve medeniyet deyince de onun medeniyetini.”[17]
Sezai Karakoç, Türkiye, burada ifade ettiği şuuru yakalar, kendi gerçeğini görüp; ne olup ne olmadığına karar verirse bütün problemlerini bir bir çözeceği inancındadır. Millet denildiğinde tüm İslâm milletini, yurt denildiğinde, Avrupa dayatmasıyla çizilmiş cetvel sınırlarını aşarak bütün bir İslâm yurdunu algıladığı zaman, Allah’ın izniyle bir daha çökmemek üzere dirilecektir. Bunun Türkiye için böyle olmasını dile getirdiği gibi, diğer Müslüman devletler için de böyle olması gerektiğini savunur.
“Araplar bugün, coğrafya, ırk, dil, din, kültür ve tarih birliği içinde oldukları halde, bir araya gelip de bir devlet oluşturamıyorlar. Arapçılık iddiaları bunu sağlayamıyor. Avrupa, Arapları bin parçaya böldü ve bizi de şimdi paramparça etmek istiyorlar. İşte, düşünelim, buna karşı çare nedir? Zehire karşı panzehir nedir? Onun zıddıdır. Mademki, Avrupa bizi bölmek istiyor; bizde akıl varsa, bunun anlamını idrak etmeliyiz. Ve tersini yapmalıyız. Bunun tersi bütünleşmektir.
Nedir bütünleşme? Onlar Türkiye’yi mi parçalamak istiyorlar, bizim dememiz lazımdır ki, sadece değil Türkiye, Suriye de bizimdir, Irak da bizimdir, Arabistan da bizimdir. Buralar da oradakilerindir aynı zamanda. Çünkü: eskiden olduğu gibi hükmeden bir hanedan bulunmadığı için, hanedanındır diyemiyoruz. Bütün bu topraklar, bu topraklarda yaşayan milletindir. Bu milletin bir ismi var. Bu milletin ismi, İslâm Milletidir. Irklardır gerisi. Türkler vardır, Araplar vardır, Kürt vardır veya Çerkez vardır, Çeçen vardır. Fakat bunların hepsi, bir olmuş bir tek millettir. Bu milletin adı İslâm Milletidir. Bu milletin bir vatanı vardır; bu vatan, Türkiye, Suriye, Irak, Arabistan, Mısır, Kuzey Afrika, ne kadar İslâm ülkesi varsa, hepsidir. Hepsi birden ve tüm olarak bu milletin vatanıdır. Bağdat’ta, tren istasyonunun altında yatan şehitler, sadece Araplar mıdır? Bağdat Garı’nın toprağını biraz kazarsanız, altından, hep Mehmetçiklerin kemikleri çıkacaktır. Neden? 1. Cihan Harbi’nde Bağdat istasyonunda İngilizlerle çarpışıp şehit oldular ve oraya gömüldüler, o toprağa gömüldüler de ondan.
Bu yüzdendir ki, ne Bağdat sadece Arap’ındır, ne Şam. Ne de İstanbul sadece bizimdir. Hepsinin hepsinde, göz nuru, emeği ve kanı vardır. O halde burada bir millet var. O millet yaşıyor. Ancak, şimdi, suni olarak, medya vasıtasıyla, yani basın vasıtasıyla, televizyon vasıtasıyla, Türk, Arap, Kürt diye birbirinden ayırıp hepsini birbirine düşürüp paramparça etmek istiyorlar.
İşte, bu oyuna gelmemek için, “benim bir vatanım var. Bütün İslâm ülkesidir o. Bir tek milletim var, o da İslâm Milletidir. Benim medeniyetim var, İslâm medeniyetidir. Ve ben taklitçi değilim. Ne Avrupa’nın başıboşluğunu, ne de diktatörlüğünü benimserim. Onların, ne o haline, ne bu haline özenirim; benim kendi disiplinim, kendi özgürlüğüm var. Kendi ahlâkım var” demeliyiz.”[18]
Sezai Karakoç’a göre, ırkçılıkla bir şeye mâlik olmayı bekliyorsak, bu yanılgı, tarihin sonuna kadar bizi ancak parçalanmışlığa mâlik kılar. İslâm dünyasını birbirine bağlayan bir inancı, altı asır İslâm dünyasının kahir ekseriyetini tek çatı altında barındırmış, İslâm’ı götürebileceği her yere götürme gayreti göstermiş Osmanlı ve bu süreçten doğmuş ortak bir medeniyeti varken, Batı aldatmacalarına kapılıp ırk temeline dayalı bir millet kavramı geliştirmek, İslâm dünyasını tam da Batı’nın istediği gibi kırk parçaya bölmekten başka bir işe yaramamıştır O’na göre. Ve yarayacağına da inanmaz.
İslâm’ın Müslümanlara emrettiği idrak bellidir. “Birlik olun!” Bu emre boyun eğip bu yolda hizmet eden hangi ırktan olursa olsun İslâm nezdinde şereflidir. Bu emre aykırı davranıp dili, ırkı, kültürü İslâm çatısı altında birlik olmaya engel sayan, kendini öz, diğer Müslümanları öteki diye adlandıran herkes tarih huzurunda şerefini kaybetmeye mahkûmdur demek kanaatimizce, Karakoç’un Kutlu Millet anlayışının temelini yansıtmak noktasında doğru bir tespit olacaktır. Bu tespitimiz O’nun şu sözleri desteklemektedir:
“Haçlılara karşı birleştiğimiz zaman, Artuk Beyi Belek Gazi kumandasında, Haçlı Ordularını yendik. Avrupa kökenli Kudüs kralını ve nice kont, senyör ve kale kumandanlarını esir etti Belek Gazi. Urfa’da kontluk kurmuşlardı, Urfa’yı kurtardı Kudüs’e kadar gitti. Selâhaddin-i Eyyubî gibi, Belek Gazi gibi değerlerimiz, geçmişte bu birliği sağladılar. İdris-î Bitlisî gibi Kürt asıllı bir büyüğümüz, Türk, Kürt ve Arap ayrımı yapmaksızın kardeşliği pekiştirdi. Yavuz Sultan Selim’e mektup yazdı, yardım istedi ve Güneydoğu’yu İran Şahı İsmail’in tasallutundan kurtardı. Yahya Kemal de İdris-i Bitlisî’yi övüyor ve bize birliğin timsali olarak gösteriyor. Şimdi, biz, İdris-i Bitlisî gibi bizim kültürümüzde ve tarihimizde böylesine önemli bir rol oynamış bir zatı dışlarsak, Kürt asıllıdır diye dışlarsak, bundan biz kaybederiz. Bütün bu değerlerimize sahip çıkmalıyız. Nitekim, Yahya Kemal ki, aynı zamanda bir Türk milliyetçisidir, İdris-i Bitlisî’yi, bu birlik şuurundan ve Yavuz Sultan Selim’i İslâm birliğini kurmaya çalışmasından dolayı öven büyük şiirini, Selimnâme’yi yazmıştır.”[19]
O’na göre Türkiye’nin üzerine düşen görev şudur : “Yapılacak tek iş, din, tarih, kültür, şartlar, tabiî, coğrafî yakınlığımız hatta birliğimiz olan İslâm ülkelerini en kısa zamanda, bir Blokta birleşmeğe çağırmak ve bu Blokun lideri olarak, bütün bölgenin haklarını aramak ve korumak için Batının karşısına çıkmak, Batıyla eşit şartlarla anlaşmaktır.
Tek çare budur!.. tek çıkar yol budur.”[20]
Osmanlı’ya bakıldığında, sadece değil Müslümanların sorunlarına çözüm getirmek, O, kendi dininden olmayan, kendi dilini konuşmayanların da yardımına koşmuş ve adeta bir insanlık devleti olduğunu her fırsatta göstermiştir. Ancak onun yıkılmasından sonra, Müslümanlar da geriye kalan tüm insanlık da büyük bir zulümle karşı karşıya kalmışlardır Karakoç’a göre. Türkiye bugün ilk iş olarak zulme uğrayan Müslümanları kurtarmaya memurdur. Sezai Karakoç bu konudaki görüşünü şöyle dile getirir:
Bugün “Merkezî İslâm bölgesinin sahibi olan biz, her taraftaki Müslümanları düşünmek zorundayız. Yarın Çin dev gibi büyüdüğü anda veya orada Okyanus Ülkesi denen yeni bir dünya büyüdüğü zaman, Endonezya, Malezya, Bangladeş ve oradaki İslâm ülkeleri istila edilmeğe çalışılacaktır. İşte şimdiden bunu düşünmek zorundasınız. Yalnız kendinizi ve kendimi değil. Hem kendimizi kurtarmak zorundayız, hem uzak doğudaki o Müslüman kardeşlerimizi. Şimdiden düşünmeliyiz ki, elli sene, yüz sene sonra, problem çıktığı zaman hazırlıklı olmuş bulunalım. Bu kadar büyük sorumluluğun yükünü taşıyor omuzlarımız.” [21]
Sezai Karakoç’a göre bu yük her ne kadar Türkiye’nin sırtında olsa da diğer İslâm ülkelerinin de buna destek olmak gibi tarihî bir vazifesi vardır. Nitekim Sezai Karakoç Diriliş Dergisi’nin 119-120. ortak sayısında bulunan “İslâm Ülkelerinin Başında Bulunanlara Çağrı” isimli yazısında şöyle demektedir:
“Size sesleniyorum.
İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, krallar, size sesleniyorum.
Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.
Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan dededen size geçen veraset hakkıyla, ister kuvvet zoruyla halkınızın yönetimini ele geçirmiş bulunun, size sesleniyorum ve diyorum ki, tarihin en kritik göreviyle, en ağır sorumluluğu ve ödev ile karşı karşıyasınız. Bu görevi çoktan yerine getirmeniz lazımdı şimdiye kadar. Şimdi, hülûl etmiş vadenin son deminin son demidir.
Bu görev nedir?
Bu görev, derhal bir araya gelip bir SAVUNMA ANLAŞMASI yapmanız ve bunu harfi harfine uygulamanızdır. Yani herhangi bir İslâm ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı koyma hususunda anlaşmak durumuyla karşı karşıyasınız.
Neden böyle bir anlaşmaya ihtiyaç vardır? Batı ülkeleri, Körfez’in petrol bölgesini işgale başlamıştır da ondan. O işgal bitince hep birden Irak’a saldıracaklardır. Bunun için de bahane hazırdır. Bu bahaneyi, Irak, Kuveyt’i işgal etmekle bizzat kendi vermiştir. Irak’ın işi bittikten sonra, teker teker birer bahaneyle sizin ülkeleriniz aynı batılı ülkelerin hava, deniz ve kara kuvvetlerinin saldırısına uğrayacaktır. Tıpkı Moğolların İslâm ülkelerini zaptetmeleri gibi. O zaman, ülkenin biri alındığında, komşusu seyirci kalıyordu. Ama hemen ardından sıra kendisine geliyordu. Tıpkı Endülüs’teki parçalanmadan sonra olduğu gibi. Bir beylik, İspanyolların vahşi saldırısına uğradığında öbürleri hareketsiz ve cansız, kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.
Ülkelerinizi aynı duruma düşürmeyiniz, tarihten ibret alınız, ey başkanlar, cumhurbaşkanları, krallar!”[22]
Yine Karakoç, Kutlu Millet idealinin bütün bir İslâm dünyasında nasıl bir kenetlenmeye karşılık geldiğinin anlaşılması için şu tarihî olayı aktarıyor: “Bir savaşta yenilen Müslümanlardan esir alınanlara, muzaffer kumandan, sırf eğlenerek, işkence ederek öldürmek için kura çektirmiş. Kendisine ölüm ya da af çıkmış Müslümanların kendi aralarında müthiş bir çekişme ve birbirilerinin elindekini kapma mücadelesi içinde olduğunu görünce, birbirilerinin elinden af kurasını almak için çarpıştıklarını sanmış ve onlara ölüm anında olsun biraz mütevekkil olmaları gerekeceği yolunda nutuk çekmek istemişse de çekişmenin sebebini öğrenip gelen adamları, ona, ebediyete kadar şaşırtıcı hakikati söylemişler: Müslümanlar birbirinin elinden af değil idam kararını (ölüm kararını) kapmağa çalışıyorlar. Her biri, kendi ölümü pahasına öbürünün kurtulmasını sağlamak istiyor. İdam kurasını çekenler ise kurasını elinden kaptırmamak için savaşıyorlar. Orda kumandanın resmi yapılsaydı, tarihin en korkunç bir şaşkınlık resmi olurdu bu resim herhalde. Bu hikâyenin diğer bir anlatımı, Müslüman halk-zalim gayr-ı Müslim hükümdar şeklindedir ki, özü ve sonucu değişmiyor”[23]
Sonuç
Osmanlı Devleti’nin yıkılışı, Sezai Karakoç’ta aynı zamanda İslâm’ın son devletinin de yıkıldığı anlamını taşır. İslâm medeniyetinin belki de en büyük parçasını oluşturan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, İslâm milleti bir medeniyet krizine girmiştir. I. Cihan Harbinden yenik çıkan ve ardından 1922’de de resmen son bulan Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İslâm dünyasını birleştirici gücünü şu veya bu sebeplerle unutmuştur. Başta Ortadoğu coğrafyasındaki Müslümanlar olmak üzere Balkan, Kafkas ve Orta Asya coğrafyasındaki Müslümanların yeniden bir araya gelmesi gerektiği tezini savunan Sezai Karakoç, bu görevi tarihî birikim ve rolüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yapması gerektiği kanaatindedir. Bu, salt bir devletten yana saf tutmak değil, bizzat tarihî bir okumanın Sezai Karakoç düşüncesindeki tezahürüdür. Osmanlı’nın üstlendiği birleştirici ve inşa edici vasfı, gerek kökleri açısından ve gerek deneyimi açısından Türkiye Cumhuriyeti’nin görevidir. Karakoç bu görevi Türkiye’nin bekası için olduğu kadar, insanlığın kurtuluşu için de bir tek çıkar yol olarak görür.
SEZAİ KARAKOÇ’S HISTORICAL MISSION WHICH GIVEN TO TURKISH REPUBLIC TO MAKE REAL BLASSED NATION PURPOSE
The Ottoman Empire in the First World War Alliance group, which started in 1914, fought on many fronts and won victories like Çanakkale and Küttül Amâre; but on 30 October 1918 the Mondros Armistice was signed and defeated by the war. After the Ottoman Empire left the war, this time the lands defined as Misak-ı Millî during the National Struggle became the target of Entente States and many of our lands, especially Mosul, were started to be occupied. In the terms of this event, a group of Ottoman officers reached the final result of the initiation of the national struggle which they started in Anatolia in 1919 for the protection of the National Pacts with the Treaty of Lausanne signed on July 24, 1923 to prevent the occupation of the state lands. These results, although it ensured the independence of the Republic of Turkey , the Islamic unity which Ottoman Empire reached substantially came to an end completely at the same time.
According to Sezai Karakoç, it is a mistake to link this result to the establishment of the Republic itself. He connects this result to many results in notion of Rebirth. Perhaps the most important of these reasons is that the definiti on of nation is done through the 19th century Western terminology. The concept of nation-nation brought by the French Revolution has put the definition of nation into a linguistic and racial framework. But the definition of nation in Islam, unlike the meaning of race, is used as ‘religion’ in the framework of the Quran and regards rthe muslims as a single nation.
Seza Karakoç also suggests that the second definition is more suitable for of Turkey and other Islamic countries and also advocates that tis should be the single crucial factor in determining the position against the West. Karakoç who puts forward the thesis "Blassed Nation to bring Islamic countries together in the cultural, historical and religious ground ; express that there are no other countries except Turkey to make real again the connective defintion which is given to nation concept and that the duty to achieve the ‘Blassed Nation’ is given to Turkish Republic with reasons.
Islam, the force of the recombinant expression imposes the concept of nation will spend life again also can not be a state other than Turkey and the duty to perform a Blassed Nations ideals It reveals the reasons that loaded the Republic of Turkey.
Key Words: Turkısh Republic, Ottoman Empire Sezai Karakoç, Blassed Nation, Islam, Revival
KAYNAKÇA
Kitaplar:
Kalın, İbrahim (2013). Akıl Ve Erdem Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi, (Birinci Baskı). İstanbul: Küre Yayınları.
Karakoç, Sezai (2010). Yapı Taşları Ve Kaderimizin Çağrısı I Başyazılar, (Üçüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları,
------------, (2012). Tarihin Yol Ağzında İki Röportaj. (Dördüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2011). Farklar Günlük Yazılar I. (Altıncı Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2010). Sûr Günlük Yazılar III. (Beşinci Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları
------------, (2012). Çıkış Yolu I Ülkemizin Geleceği. (Dördüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2012). Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi. (Dördüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2011). Çıkış Yolu III Kutlu Millet Gerçeği. (Üçüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları
------------, (2008). Fizikötesi Açısından Ufuklar Ve Daha Ötesi II Diriliş Şoku. (Üçüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2009). Fizikötesi Açısından Ufuklar Ve Daha Ötesi III Doğum Işığı. (Üçüncü Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2011). Dirilişin Çevresinde. (Altıncı Baskı).İstanbul: Diriliş Yayınları.
------------, (2012). Kıyamet Aşısı, (Onuncu Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.
Ortaylı, İlber, Küçükkaya İsmail (2017). Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı 1923-2023 (Birinci Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
Dergi Makaleleri:
Karakoç, Sezai (1983). “Başyazı Varolma Sancıları”, Diriliş, Sayı:78, s.1.
------------, (1991). “İslâm Ülkelerinin Başında Bulunanlara Çağrı”, Diriliş, Sayı:119-120, s.29.
Web Kaynakları:
Özdemir, Doğaç (2014). “Orta Doğu Kavramının Kısa Tarihi”, (Çevrimiçi:
http://www.gazetebilkent.com/2014/10/04/orta-dogu-kavraminin-kisa-tarihi/
[1] Sezai Karakoç, “Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi Dört Konferans”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 85-86.
[2] Sezai Karakoç, “Dirilişin Çevresinde”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2011, s, 122.
[3] Sezai Karakoç, a.g.e. s, 123-124.
[4] Sezai Karakoç, “Fizikötesi Açısından Ufuklar Ve Daha Ötesi II Diriliş Şoku”, Diriliş Yayınları, İstanbul:2008, s, 131-132.
[5] Sezai Karakoç, “Dirilişin Çevresinde”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2011, s, 124.
[6] Sezai Karakoç, “Sûr Günlük Yazılar III”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2010, s, 36-37.
[7] İbrahim Kalın, “Akıl ve Erdem Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi”, Küre Yayınları, İstanbul: 2013, s, 55.
[8] Sezai Karakoç, “Kıyamet Aşısı”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 98.
[9] Sezai Karakoç, (12 Ocak 1983) “Başyazı Varolma Sancıları” Diriliş, Sayı:78, s.1.
[10] İlber Ortaylı- İsmail Küçükkaya, “Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı 1923-2023”, Timaş Yayınları, İstanbul: 2017, s, 30.
[11] Sezai Karakoç, “Fizikötesi Açısından Ufuklar Ve Daha Ötesi III Doğum Işığı”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2009, s, 24.
[12] Sezai Karakoç, “Fizikötesi Açısından Ufuklar Ve Daha Ötesi III Doğum Işığı”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2009, s, 75-76.
[13] Sezai Karakoç, “Tarihin Yol Ağzında İki Röportaj”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 16-17.
[14] Sezai Karakoç, “Farklar Günlük Yazılar I”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2011, s, 132.
[15] Doğaç Özdemir, “Orta Doğu Kavramının Kısa Tarihi”, Gazete Bilkent, Ankara, 4 Ekim 2014.
[16] Sezai Karakoç, “Çıkış Yolu I Ülkemizin Geleceği İki Konferans”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 89-90.
[17] Sezai Karakoç, a.g.e. s, 116.
[18] Sezai Karakoç, “Çıkış Yolu III Kutlu Millet Gerçeği Dört Meydan Konuşması,” Diriliş Yayınları, İstanbul: 2011, s, 165-166-167.
[19] Sezai Karakoç, “Çıkış Yolu I Ülkemizin Geleceği İki Konferans”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 104-105.
[20] Sezai Karakoç, “Farklar Günlük Yazılar I”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2011, s, 63.
[21] Sezai Karakoç, “Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi Dört Konferans”, Diriliş Yayınları, İstanbul: 2012, s, 141-142.
[22] Sezai Karakoç (18 Ocak 1991). “İslâm Ülkelerinin Başında Bulunanlara Çağrı”, Diriliş, Sayı:119-120, s.29.
[23] Sezai Karakoç, “Yapı Taşları Ve Kaderimizin Çağrısı I Başyazılar”, Diriliş Yayınları, İstanbul 2010, s, 108-109
Bu makale Türkiye Günlüğü Bahar 138. Sayısında yayımlanmıştır.
* Prof. Dr. Bekir Koçlar, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, bekirkoclar@yyu.edu.tr
* Arş. Gör. Ömer Ertürk, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, omererturk@yyu.edu.tr
Kaynak: Türkiye Günlüğü
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.