'Araba Bahane Gezmek Şahane - Sıla-i Rahim..'

'Araba Bahane Gezmek Şahane - Sıla-i Rahim..'
Babası Hollanda’ya işçi olarak gitmişti. O yıllara kadar Avrupa ülkelerinde çalışan işçiler ailelerinden uzakta, işçi barınaklarında yaşıyor, çalışıyorlardı.

Bir yasa değişikliğiyle o yıllarda aileleri birleştirme projesiyle işçi aileleri babaların çalıştığı ülkelere kabul edilmeye başlamıştı. Muhammet ve Harun’u da babaları yanına almıştı. Yarım asra yakın bir süre gurbet yaşadılar.

“Seyahat ömrü uzatır” derler. Gerçekten de insan ömrünün uzadığını hissediyor. Rize’de bulduğumuz ikinci el bir arabayı almak bahanesiyle uçakla bir buçuk saatte Trabzon’a ulaştık. Dönüşümüzse bazı dost ziyaretleriyle birlikte tam on altı saat sürdü.

Trabzon doğduğum ve ergen çağlarıma kadar yaşadığım şehir. Halalarım, teyzelerim, dayılarım, kuzenlerim orada yaşıyorlar. Gitmişken hepsini ziyaret etmeye çalıştık. Arabayı almak üzere Rize’ye giderken çocukluk çağlarımızda yaşadığımız birçok hatıra da tazelendi. İlkokul sonrası çırak olarak çalıştığımız Değirmendere’den, fındık toplama ameleliği yaptığımız yerlerden geçerken o günleri hatırladım. Trabzon Havalimanının yukarılarında bulunan uçsuz bucaksız fındık bahçeleri bana neler hatırlatır. Her konan ya da kalkan uçağı seyretmek için çocuksu duygu ve heyecanlarımızla fındık dallarının tepelerine tırmanışlarımız, toplanmış kısımlardan “zayatlama” denilen, gözden kaçan fındıkları toplayıp sahil yolu üzerindeki bakkal ve dükkânlara satmamız ve elde ettiğimiz paracıklarla aldığımız horozlu aynalar ve kemik taraklarla, o yaşların sık ve kirli saçlarını tarayıp fiyakalı adımlarla sahillerde dolaşmalarımız geçti gözlerimin önünden. Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene, Of, İyidere, Rize… Rize’nin tam ortasında bulunan taş yapı merkez camii avlusunda gecelediğimiz o saatler bir film şeridi gibi akıyor gözlerimin önünden.

Arabayı aldık, satışını yaptık, yakıt koyduk ve tekrar Trabzon’a doğru yola koyulduk. Sağımızda masmavi bir çarşaf gibi Karadeniz, solumuzda yemyeşil çay ve fındık bahçeleri, yalılar, apartmanlar, çay fabrikaları sıralanıyordu. Hoşuma giden her görüntüyü özgürce sağa çekerek fotoğrafla kaydetmeye çalışıyorum. Gözlerin alabildiğine her şey fotoğraflık güzelliklerle doluydu.

Trabzon’a vardık. Değirmendere’de sanayiye uğradık. Önce lastikleri kar lastiği ile değiştirdik. Fren balatalarını yeniledik, rot ayarı yaptırdık. Motor yağı ve filtre aldık, evde kendimiz değiştirmek üzere evinde konuk olduğumuz arkadaşım Muhammet’in evinin yolunu tuttuk.

Muhammet hem anne tarafından akrabamız, hem de ilkokul arkadaşımızdır. Kardeşi Harun’la aynı sınıftaydık. Muhammet bizden bir yıl ilerideydi. Çok zeki bir öğrenciydi. Öğretmen onu iki yıl sınıf atlatmak istemişti; ama her nedense babası Kemal amca kabul etmemişti. İlkokuldan sonra onu Akçaabat’ta ortaokula vermişlerdi. Keşke okuyabilseydi. Ondan çok iyi bir makine mühendisi olurdu. Babası Hollanda’ya işçi olarak gitmişti. O yıllara kadar Avrupa ülkelerinde çalışan işçiler ailelerinden uzakta, işçi barınaklarında yaşıyor, çalışıyorlardı. Bir yasa değişikliğiyle o yıllarda aileleri birleştirme projesiyle işçi aileleri babaların çalıştığı ülkelere kabul edilmeye başlamıştı. Muhammet ve Harun’u da babaları yanına almıştı. Yarım asra yakın bir süre gurbet yaşadılar. Gerek babalarının bu köydeki arazilerinin değerlenmesi, gerekse Hollanda’da uzun yıllar yaptıkları birikimlerle şimdi kendisinin yaptırdığı, her dairesi yüz seksen metre kare olan dört katlı çok güzel bir ev yaptırdı. Dördüncü katı misafirhane olarak düzenledi. Değil üç gün, üç ay kalsam en ufak bir erinme göstermeyecek, aksine daha çok mutlu olacak dostlarımız onlar. Bir hafta boyunca aşağıda kahvaltı ettik, yemek yedik, sohbet ettik, yukarıda bize tahsis edilen dairede uyuduk. Gündüzleri de elden geldiğince ziyaretler yaptık. Akrabalarımız ortak olduğu için birçok ziyaretimizi de birlikte yaptık. Muhammet’in eşi Sevda Hanım, kızı Nuran (ben ona Nuran Sultan derim hep) da çok güler yüzlü, dost canlısı, insana değer veren, misafirden hoşnut olan, izzet-ikramı zevkle yapan insanlar.

Sevda Yengemizin kahvaltı sofraları, yemekleri bir harikaydı. Bir an bile dur durak bilmeyen çok çalışkan bir kadın Sevda yenge. Dört katlı evin asansörü, merdivenleri, salonları, odaları, balkonları, bahçesi tertemiz. Adeta bal dök yala. Her soframıza eski ortak dostlarımız da geldiler, birlikte oturduk, eski hatıralarımızı yâd ettik, fotoğraflar çektik.

Trabzon ile Akçaabat arasında Yıldızlı diye bir yer var. Yeni stadyum da oraya yakın yere yapıldı. Dağın altından da gidiş geliş tüneller yapılarak trafik stadyumun dışına alınmış. Halamın oğlu Ali Abiyle buluştuk. Trabzon’a doğru giderken, tarihi benim doğduğum ellili yılların öncesine dayanan büyük bir heyelanla Derecik deresinin önü kesilerek oluşan doğal Sera Gölü’ne doğru sürdüm arabamı. Bir zamanlar yaya olarak saatlerce yürüyerek kat tetiğim yolları şimdi altımda Nissan X-Rail jiple gidiyordum. Her karışında ilgin hatıralarım vardı. Rahmetli babaannemle sırtımızda yüklerle o uzak Cevizlik Köyünden Söğütlü’ye kadar yürüyerek gittiğimiz günler geldi aklıma. Yol güzergâhları değişmiş; ama şunu kesinlikle biliyorum ki bugün yüksüz olarak kesinlikle yürümeyi göze alamayacağımız yolları o zamanlar sadece biz değil herkes sırtında yüklerle kat ediyorlardı.

İlkokuldan sonra ortaokula gitmeyi hayal bile edemeyeceğimiz yıllarda ve koşullarda babamız bizi bir fırına çırak olarak vermişti. Fırın dediysem de aslında burası bir ekmek fabrikasıydı. Günlük yirmi ile otuz bin ekmek pişirilen bir yere fırın demek sanırım uygun olmaz. Apartmanların zemin katlarına günde bin ile iki bin ekmek pişiren fırınlar açmak daha sonraki yıllarda adet oldu. Ayda beş yüz on lira maaş alıyorduk ve beş yüz lirasını babamıza veriyor, on lirasını harçlık yapıyorduk. Kazandığımız parayla kendimize üst baş almak, sinemaya gitmek, lokantaya gidip yemek yemek, maça gitmek gibi davranışlarımız yoktu. Aylar sonra ben sinemaya gitmeye başlamıştım ve bunu alışkanlık haline getirmiştim.

Bir akşam dayılarımı ziyarete gittik birlikte. Çünkü benim dayılarım Muhammet ve Harun kardeşlerin de amcaoğullarıydı. Büyük dayım bir kemençe ustasıdır. Kemençe yapar, çok da güzel yapar, kemençe çalar ve güzel de çalar. Bize bir resital verdi. Bir kısmını videoya kaydedip hemen sosyal medyada paylaştım.

Sera Gölü tarafına doğru gittik ve yolumuza devam ettik. Otuz kilometre kadar uzaklıkta bulunan eski köyümüze kadar gittik. Orada fotoğraflar çektim, bazı ilkokul arkadaşlarımı ziyaret ettim, ayaküstü de olsa çok hoş görüşmeler yaptık ve “Sırt” dediğimiz, dağın zirvesindeki, lokantaların, dükkânların, mescidin ve benzeri mekânların bulunduğu mesire yerine vardık. Oradan dağın öte yakasından gene birçok hatıralarımızın olduğu yolardan devam ederek şehre indik. Halamın oğluyla iyi bir peynirciden kuymak peyniri aldık ve vedalaşarak ayrıldık, Muhammet arkadaşımın evine vardık. Muhammet de daha önceden kararlaştırdığımız gibi her şeyi hazırlamış, mangalı da yakmıştı.

Muhammet çok ilginç bir insandır. Dört katlı, yüz seksen metrekareye kurduğu binanın alt katını adeta bir tamir ve bakım atölyesine çevirmişti. Bu dükkânda adeta “yok” yoktu. Aynı zamanda motosiklet tutkusu olan arkadaşımın burada kocaman üç tane de BMV motosikleti vardı. Bir de eski model ama çok güçlü bir karavan minibüs çekmiş oraya. Bu minibüsten çok güzel bir karavan olur ama karavanla tatil yapmak gibi bir zevki olmalı bunu yapacak kişinin.  Muhammet’in tüm tutkusu arabalar, motorlar, tamir, bakım, onarım. Satın aldığım arabanın önce yağını ve filtresini değiştirdi. Sonra bujileri tek tek söktü ve değiştirmeye koyuldu. Tam dördüncü bujiyi değiştirirken aldığımız bujilerin yanlış olduğunu fark etti ve yeniden söktü, eskileri taktı. Böylece bujileri kontrol de etmiş oldu. İyi durumdaydılar. Muhammet’in bu maharet ve becerilerini izledikçe içimden hayıflanıyorum. Keşke okusaydı Muhammet. Ne kadar başarılı bir makine mühendisi olabilirdi. Kaybolmuş, zayi olmuş, yazık olmuş bir yetenek o. Ve onun gibi, yanlış zihniyetlerin, yanlış eğitim sisteminin kurbanı nicelerinin olduğunu, emekli bir öğretmen olarak düşünmeden edemiyorum.

Günlerin en kısa olduğu zaman dilimine rastlayan bu seyahatimizde elimizden geldiğince ziyaretlerimizi yaptık. Bu ziyaretlerde elbette çeşitli insan tiplerine, davranışlarına tanık oldu. İnsanların birçoğu birbirleriyle adeta yarış halindeler. Bu da onlara sürekli bir biriktirme, daha çok şeye sahip olma, daha çok başkalarına fark atma yarışının yaşamayı unutturduğunu hissettim. Bir de akrabalar arasında, babalarından kalma milyarlarca değerdeki arazileri becerip de kardeşçe, herkes hakkını alsın, herkes hakkın arazı olsun ve bu servetleri kendilerine bırakanları rahmetle, minnetle ansınlar istiyor; ama öyle olmuyor. Böyle dünyalık tutkularına duçar olanlarda bir husumet, bir tatsızlık, bir kin ve nefret içten içe sosyal hayatı kemiriyor geldi bana. Bir de, köy dediğimiz, köy bildiğimiz verimli topraklara sahip, daha düne kadar tütün tarımı yapılan, bağ-bahçe yapılan yerlere şimdilerde bir apartman dikme yarışı gözledim. Tarlaların ortasına oturtulan, her katında altı daire bulunan yirmi katlı, otuz katlı binaların dikilmesine çok üzüldüm. Daha bir yıl önce geldiğimde Akçaabat’ı ve sahillerini seyredebildiğim bu evin balkonundan bakınca artık karşımda dağ gibi yükselmiş iki bina duruyordu. Adeta uçsuz bucaksız Karadeniz’in önünü kapatmış bu binalar çağımızın açgözlü insanlarının yol açtığı en büyük çevre katliamlarından sayılmalıdır.

Arkadaşımın bir yakınının eşi hanım abla var.  Hem babasının milyarlık arazilerinden miras hakkı olarak, hem eşinin sahip olduğu baba mirası arazilerden dolayı aslında milyarder bir kadındır. İki katlı bir evde yaşıyorlar. İnek, tavuk besliyor, süt sağıyor, evinin süt, tereyağı, peynir, yumurta ihtiyacını karşılıyor.   Hem de bahçesinden derlediği bazı sebzeleri bin bir zorlukla Trabzon’a semt pazarlarına götürüp satarak evine gelir sağlıyordu. Bu da bana, kim bu dünyada ne kadar zengin ya da fakir olursa olsun sadece ve sadece rızkını yiyor gerçeğini hatırlattı.

Burada değinmek istediğim bir başka sosyal olay da şu: Eskiden beri bu yörelerimizde ve daha birçok yöremizde babadan kalan mirastan kız evlatlar mahrum ediliyor, kızlardan kaçırılan gayrı menkul ya da menkul varlıklar erkek çocuklara mal edilmeye çalışılıyor olmasıydı. Ama yaşlanan ve bakıma muhtaç hale gelen anne babanın bakımı da özellikle kız evlatlarına kalıyordu. Kadına yönelik bu negatif ayrımcılığın bir de yüce İslam Dinine dayandırılması çok düşündürücüdür. Ülkemizin ta doksan üç harbinden bu yana batıya göç eden insanlarında da durum fazla değişmiş değildir. Şunu da belirtmeliyim ki bu tür haksızlıklar yapanların yanına kar kalmamakta, ya çocuklarına dokunmakta, ya felaketlerle kendilerine dokunmaktadır. Ahirette ilahi adalette bu haksızlığı yapanların başlarına neler geleceğini de varsın onlar düşünsün.

Bu seyahat bana bir daha gösterdi ki gerçek zenginlik bir insanın güzel dostlara sahip olmasıdır. Bizim Trabzon’da bir eviniz yok. Varsın olmasın. Oralarda çok değerli dostlarım var. “Hayatta en değerli kazanımlarımız dostlarımızdır” çünkü. Elbette her yakınımız bize öyle candan davranmış değildir. Birçok yerde yazdığım ya da söylediğim gibi, bir kere daha fark ettim ki üç çeşit insan vardır. Birincisi olmazsa olmaz dostluklar, ikincisi olmasa da olur dostluklarımız, bir de olmasa daha iyi olur yakınlıklarımız. Dilerim bizler de dostlarımıza karşı “olmazsa olmaz” dostlardan olalım. Olmasa da olur dost olmaktan ve özellikle de olmazsa daha iyi olur dostlardan olmaktan Allah’a sığınırım.

Hayri Bostan

19.12.2017

Ulu Kanal

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.