Akif'in vefatının 81. yıl dönümü.
Türkiye, 28 Birincikânun 1936 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yer alan şu haberle İstiklâl Marşı şâirinin vefâtını öğrenir:
“Mehmed Âkif’i kaybettik. Büyük şâir, dün akşam vefât etti.”
Haberin, iç sayfadaki devamı şöyledir:
“Mehmed Âkif’in cenâzesi, bugün Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndan kaldırılacak; namazı, öğleyin Beyazıd Câmii’inde kılındıktan sonra Edirnekapı’daki makberesine defnedilecektir.”
Ertesi gün, aynı gazetede, “Mehmed Âkif’in cenâzesi merâsimle kaldırıldı. Gençlik, büyük şâirin tabutunu eller üstünde taşıdı. Her sene Âkif için ihtifâl yapılacak; mezarı gençlik tarafından yaptırılacak.” Haberde, cenâzeye katılan herhangi bir devlet yetkilisinden bahis yoktur.
İç sayfada ise hakkında güzel bir yazı kaleme alınır:
“Hayır aziz ölü, hayır! Seni, herkes ve her zaman anacak; adın, târihde olduğu gibi yüreklerde de yaşayacaktır.”
Bir sonraki gün ise Peyâmi Safa’nın Âkif hakkındaki yazısı neşredilir. Bir paragrafı, hayli sitemkârdır:
“Tesâdüfle îzâh olunamayacak kadar muayyen, tek bir sebepden ileri geliyormuş gibi sâbit bir kader, vatan şâirlerimizin hepsini ya sürgünlerde yahud zarûret, hüsran ve muhitin tüyler ürpertici tasasızlığı içinde öldürdü. Mehmet Âkif de bu korkunç ananeden kurtulmuş değildir. Son defa Mısır’dan İstanbul’a geldiği zaman, Fransızların Marseyyez’ini yazan Rouget de Lile’in yüzüncü yıldönümüydü. Sosyalist, komünist, nasyonaist, ruvayalist bütün Fransa onun mezarına diz çöküyordu; bütün Fransa yüz sene sonra Marseyyez şâirini ve bestekârını anarken, Türkiye on sene içinde istiklâl şâirini unutmuştu. Âkıbeti göz önünde olan hastalığında bir Mısırlıdan başka ona tek bir Türk’ün yardım eli uzanmadı; bilakis, bazı gazetelerde, aleyhine yazılar çıktı.”(30 Birincikânun 1936)
GÖNÜLLÜ(!) SÜRGÜN
Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin şâiri ne yapmıştır da bu saygısızlığa lâyık görülmüştür?
İstiklâl Harbi başlayınca, hemen Anadolu’ya geçen; İstiklâl Marşı’nın ilk dörtlüğünü, Tâceddin Dergâhı’nda kaldığı odanın duvarına çakısıyla kazıyan; ilk Meclis’de vekilik yapan Mehmet Âkif, 1923’de tüm muhâlifler gibi Meclis dışında bırakılır. Devlet memurluğuna alınmaz. Emekli maaşı bağlanmaz. Beş çocuğu vardır ve geçim sıkıntısı başlar. Arkasına polis hafiyeleri takılır. “Mürteci Âkif, Arab Âkif” gibi sözlerle ta’ciz edilir.
Bugün İstiklal Marşı şairi Mehmed Akif Ersoy'un vefatının 81. yıl dönümü. İşte Akif'in hayatıyla ilgili daha önce görmediğiniz fotoğraflar ile bilmediğiniz anekdotlar...
Türkiye, 28 Birincikânun 1936 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yer alan şu haberle İstiklâl Marşı şâirinin vefâtını öğrenir:
“Mehmed Âkif’i kaybettik. Büyük şâir, dün akşam vefât etti.”
Haberin, iç sayfadaki devamı şöyledir:
“Mehmed Âkif’in cenâzesi, bugün Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndan kaldırılacak; namazı, öğleyin Beyazıd Câmii’inde kılındıktan sonra Edirnekapı’daki makberesine defnedilecektir.”
Ertesi gün, aynı gazetede, “Mehmed Âkif’in cenâzesi merâsimle kaldırıldı. Gençlik, büyük şâirin tabutunu eller üstünde taşıdı. Her sene Âkif için ihtifâl yapılacak; mezarı gençlik tarafından yaptırılacak.” Haberde, cenâzeye katılan herhangi bir devlet yetkilisinden bahis yoktur.
İç sayfada ise hakkında güzel bir yazı kaleme alınır:
“Hayır aziz ölü, hayır! Seni, herkes ve her zaman anacak; adın, târihde olduğu gibi yüreklerde de yaşayacaktır.”
Bir sonraki gün ise Peyâmi Safa’nın Âkif hakkındaki yazısı neşredilir. Bir paragrafı, hayli sitemkârdır:
“Tesâdüfle îzâh olunamayacak kadar muayyen, tek bir sebepden ileri geliyormuş gibi sâbit bir kader, vatan şâirlerimizin hepsini ya sürgünlerde yahud zarûret, hüsran ve muhitin tüyler ürpertici tasasızlığı içinde öldürdü. Mehmet Âkif de bu korkunç ananeden kurtulmuş değildir. Son defa Mısır’dan İstanbul’a geldiği zaman, Fransızların Marseyyez’ini yazan Rouget de Lile’in yüzüncü yıldönümüydü. Sosyalist, komünist, nasyonaist, ruvayalist bütün Fransa onun mezarına diz çöküyordu; bütün Fransa yüz sene sonra Marseyyez şâirini ve bestekârını anarken, Türkiye on sene içinde istiklâl şâirini unutmuştu. Âkıbeti göz önünde olan hastalığında bir Mısırlıdan başka ona tek bir Türk’ün yardım eli uzanmadı; bilakis, bazı gazetelerde, aleyhine yazılar çıktı.”(30 Birincikânun 1936)
GÖNÜLLÜ(!) SÜRGÜN
Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin şâiri ne yapmıştır da bu saygısızlığa lâyık görülmüştür?
İstiklâl Harbi başlayınca, hemen Anadolu’ya geçen; İstiklâl Marşı’nın ilk dörtlüğünü, Tâceddin Dergâhı’nda kaldığı odanın duvarına çakısıyla kazıyan; ilk Meclis’de vekilik yapan Mehmet Âkif, 1923’de tüm muhâlifler gibi Meclis dışında bırakılır. Devlet memurluğuna alınmaz. Emekli maaşı bağlanmaz. Beş çocuğu vardır ve geçim sıkıntısı başlar. Arkasına polis hafiyeleri takılır. “Mürteci Âkif, Arab Âkif” gibi sözlerle ta’ciz edilir.
Mehmed Âkif, bu akıl ve insaf dışı davranışa katlanamaz. Vatan hâini muâmelesi görmek, vatan şâirine ağır gelir. Yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın dâveti üzerine Mısır’a gitmeye karar verir. Zâten, bu yıllarda gidip aylarca kaldığı olmuştur. Eşini ve iki oğlunu yanına alır. Kâhire Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Türkçe dersleri; Abbas Halim Paşa’nın çocuklarına, özel dersler verir. Mısır’ın aydınları ile avunarak ve öğrenci yetiştirerek cennet vatanına olan hasretini dindirmeye çalışır.
Aslında, sıradan bir suç isnâdı ile hapse atmak veya Ali Şükrü Bey misâli ortadan kaldırmak vak’a-i âdiyyeden olduğu hâlde, Âkif’e bu yapılmaz. Çekip gitmesini temin etmek; kaçtığını, vatanını terk ettiğini yaymak rejimin daha işine gelir. Fes giymeyi bırakmak istemediği için kaçıp gittiği dedikoduları yayılır.
GURBETİN AĞIRLIĞI
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/Lâkin vatandan ayrılışın ızdırâbı zor” diyor ya Yahya Kemâl. Vatanını bu derece seven insanlar için sağlığında, ondan uzak kalmak nasıl bir ızdırabdır acaba? On yıl bu ızdırâbı çeken Âkif’in, 1935 ilkbaharında sağlığı bozulmaya başlar. Bir sabah eşi İsmet Hanım, “Sarılık olmuşsun.” deyince aynaya bakar ve gözlerinin akının bile sarardığını fark eder. O gün doktora gider. İlaç ve perhiz tavsiye edilir. Bir iki günde zayıflar; sararıp solar. İştahsızlık, ateş, titreme nöbetleri ve ağrılarla seyreden hastalığına, karasu humması ve nihâyet, siroz teşhisi konur. Mısır’ın havası, bu hastalıklara iyi gelmediğinden, tebdil-i hava tavsiye edilir.
Temmuz ayında Beyrut’a gider. Yolculuğuna eşlik eden ve ihtiyaçlarını karşılayan Enbû’ş-Şarkıyye Gazetesi Müdürü Abdülilah Bey, onu başka doktorlara götürür. Siroz ve sıtma teşhisi netleşir. Rakımı yüksek bir yerde istirahat tavsiye edilir. Abülilah Bey, Mehmed Âkif’i, Âliye yakınındaki Sûkü’l-Garb Köyü’ne götürüp bir otele yerleştirir. Fakat, sıtma nöbetleri peşini bırakmaz.
VÎRÂNELERİN YASÇISI OLMAK
Mehmed Âkif’in Lübnan’da olduğunu duyan Antakya eşrâfından Bereketzâde Cemil Bey, Âkif’in talebelerinden Ali İlmî Bey’i Beyrut’a yollayarak Antakya’ya dâvet eder. 9 Ağustos’da Antakya’ya gider. Cemil Bey’in Âsi Nehri’ne bakan konağında üç hafta kalır ve nispeten rahat eder.
Fakat, hiçbir serinliğin, bayrağının gölgesi kadar rahatlatması mümkün değildir. Hele de kışlada Fransız bayrağı dalgalanırken… Bir gün Antakya için bir şiir lütfetmesi istenir.
Bir gün Antakya için bir şiir lütfetmesi istenir. Antakya da kendisi gibi anavatandan uzaktır. Dudaklarından, şu mısralar dökülür:
Vîrânelerin yasçısı
baykuşlara döndüm
Gördüm de hazânındabu
cennet gibi yurdu
Gül devrini bilseydim onun
bülbül olurdum
Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu
Antakya’da üç hafta kalır. Dönüşünde hastalığı tekrar ağırlaşır. Kendi ifâdesiyle sehiv secdesi yapmadan namaz kılamaz olur. Zihni, her dâim memleket ile meşgûldür.
CENÂZEYİ, MİLLET KALDIRIYOR
Sağlığında, Pergamberimizin (SAV) vefât ettiği yaşta vefât edeceği için mesut olduğunu ifâde eden Mehmed Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936’da, 63 yaşında, gözlerini kapatır. Cenâzenin Bayezıd Câmii’nden kalkacağını duyanlar, oraya gittiklerinde herhangi bir merâsim ile değil, sanki terkedilmiş, üzeri örtüsüz bir tabut ile karşılaşırlar. Haberi duyan gençler akın akın câmiye gelirler. Tabutu görenler hüngür ağlarlar; hattâ tabuta sarılanlar olur. Etrafa dağılarak buldukları bayraklar ile dönerler. Ka’besi belli, bayrağı belli şâirin tabutunu, Ka’be örtüsü ve bayraklarla donatırlar.
En tepeden verilen emir gereği, tek bir devlet yetkilisi cenâzeye katılmaz. İyi ki de katılmazlar. Aslında bu saygısızlık, Mehmet Âkif’in ruhunu şâd edecek bir hâldir. Onun, böyle yapmacık gösterilerden hoşlanmadığını herkes bilir. Namazdan sonra on binlerce gencin omuzlarında Edirnekapı Kabristanı’na götürülür. Kalabalığın önünde Edebiyat Fakültesi’nin çelengini taşıyan gençler yürümektedirler. Definden önce hep bir ağızdan İstiklâl Marşı okunur. Milletin şâiri, Kuran-ı Kerim okunarak defnedilir.
1938’in sonuna kadar, Mehmet Akif Ersoy’un arkasından herhangi bir ihtifal merâsimi yapılmaz. Bu târihten sonra, kabri, üniversite gençliği tarafından yaptırılır.
Gençliğin, Mehmed Âkif’in cenâzeşine sâhip çıkmasını, “bir protesto çeşidi olarak Cumhuriyet târihinde bir ilk” olarak değerlendirenler var. Oysa, bu cenâze merâsiminden üç yıl önce, yine Edebiyat Fakültesi gençliği, unutturulmak istenen bir başka millî meseleye daha sâhiplenmiş ve devletin tehdidine rağmen, Çanakkale ihtifâli başlatmıştır.
Birkaç gün sonra, cenâzeye katılan gençler, Mustafa Kemal tarafından azarlanır. Bu cenâze merasimi, devlete başkaldırı gibi telakki edilir.
Milli Şairimiz Mehmet Âkif'in yaşamının son dönemlerinde hastanede çekildiği fotoğraf yorgunluğunu gösler önüne seriyor.
VATANA DÖNÜŞ
Birgün sokakta, Hüseyin Suad ile karşılaşır. Mısır’ın iklimine yabancılığından bahsedince, Hüseyin Suad, “Niçin İstanbul’a kalkıp gelmiyorsun?” diye sorar. İstanbul onun vatanıdır. Birdenbire içinde dayanılmaz bir İstanbul’a dönme isteği belirir. Vatan şâirini, eskilerin deyimiyle toprak çekmiştir.
1936 yazında, ağır hasta olarak İstanbul’a döner. Vapur Çanakkale’den geçtiğinde ve İstanbul câmileri göründüğünde ağlar. İstanbul’daki hayatı hastane, Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu’ndaki apartman dâiresi ve Paşa’nın Alemdağı’ndaki çiftliği arasında geçer. Hizmetine, bir Rus hemşire ta’yin edilir. Hastane tedâvisi sırasında bile tahkir edilir. Âilesine ve ziyâretçilerine münâsebetsiz davranışlarda bulunanlar olur. Herşeye rağmen, hastanede İstiklâl Marşı şâirini hatırlayan doktorlar, yalnız bırakmayan yazarlar, gençler vardır.
Bugün, Çanakkale’nin ve İstiklâl Harbi’nin şâirinin vefâtının 79. yıldönümü. Ankara’daki gönül dostları, saat 10.30’da, Tâceddin Dergâhı’nda olacak. Resmî bir merâsim değil. TYB’nin ananevî ihtifâli.
Kerime Yıldız-Vahdet Gazetesi
Yazar Abdülhak Hamid Tarhan, Cenap Şehabettin, Mehmet Akif Ersoy, Mithat Cemal Kuntay, Samipaşazade Sezai bir yemekte.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.