Ziya Kemal: Ali Ulvi Kurucu'nun Hayatı
Ziya Kemal: Ali Ulvi Kurucu'nun Hayatı
3 Şubat, Peygamber aşığı, ilim, irfan ve şiir üstâdı Ali Ulvi Kurucu’nun vefat yıldönümü. Namaz kılan gençleri gördüğünde “Sizler benim kabul olunan dualarımsınız!” diyerek mutluluğunu gizleyemeyen Ali Ulvi Kurucu’nun hayatına dair bilgileri kısaca bir araya getirdik. Yazının uzun bir bölümünü ise bizzat anlattığı hayat hikayesine ayırdık.
Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, Türkiye’de ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat… Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden millî, dinî şiirleri ve insanı mânevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir ilim ve irfan önderi… Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bir Anadolu çocuğu… İlk feyzini doğduğu muhitten aldıktan sonra yüksek tahsilini Kahire’de yapmış; son elli altı senesini Medîne-i Münevvere’de yaşamış ve orada vefat ederek, sahâbîlerin yanına uzanmış mes’ud bir insan… İslâm dünyasının mânevî ve siyâsî bindir hâdise ile sarsıldığı yakın tarihi bizzat yaşamış; önemli olay ve şahsiyetlerle tanışmış; bir Müslüman aydının, aydın bakışı ile bunları değerlendirmiş, bir fikir ve mânâ büyüğü… Onun hatıraları, bizler için, bir ilim irfan ve mâneviyat kaynağı olduğu kadar, yakın tarihimiz için de bir ”şifre çözücü” ve geleceğimizi tâyinde bir yol gösterici olacak…
Ali Ulvi Kurucu’nun Hayatı
Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, 1922 yılında doğmuş, seksen yıllık hayatının ilk on sekiz senesini bir Konya çocuğu olarak geçirdikten sonra altı yıl tahsil için Kahire’de bulunmuş ve ömrünün kalan elli altı senesini Medine-i Münevvere’de yaşayarak, 3 Şubat 2002 tarihinde orada vefat etmiştir.
Cumhuriyet sonrasında İslâmiyet’i yaşayan, öğretmek ve yaşatmak için çalışan ve Konya’daki İslâmî uyanışın öncüsü olan bir mücâhid âlimler ailesine mensuptur. Hacı Veyis Efendi’nin torunu ve İbrahim Efendi’nin oğludur. Bugün Konya’da adına bir külliye tesis edilmiş bulunan Hacıveyis-zade Mustafa Efendi, kendisinin amcasıdır.
Ali Ulvi Bey’in babası, üç oğluna dinî tahsil yaptırmak arzusu ile 1939 yılında Medine’ye göç ederek yerleşmişti. Kahire’de El-Ezher’de tahsilini tamamlayan Ali Ulvi Bey, 1946 yılında Medine’ye dönerek, burada bazı memuriyetlerde bulunduktan sonra, Ravza-i Nebevî’nin duvarına bitişik “Mahmûdiye” ve hemen karşısında bulunan “Şeyhülislam Ârif Hikmet Bey” kütüphanelerine müdür olmuş ve 1985 yılında buradan emekliye ayrılmıştır.
Üstad’ın hayatı, İslam dünyasının, o zamana kadar görülmemiş binbir inkilâp ile sarsıldığı bir zamana rastlamıştı. Böyle bir devirde, o dünyanın siyâsî ve manevi iki büyük merkezinde bulunmuş olan Ali Ulvi Bey, bu değişmeleri çok yakından takip etmiştir. O günlerde yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan Osmanlı ilim ve devlet adamları gibi,için için kaynayan ve istiklalin yollarını arayan Müslüman milletlerin fikir ve siyaset önderleri de bu iki şehirde bulunmakta idiler.
İslam dünyasının bütün meseleleriyle derinden ilgilenen sahip olduğu ilim ve irfanla beraber hassas bir şairin gönlünü ve muzdarip bir mü’minin hassasiyetini de taşıyan Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bahsi geçen bu ilim, irfan ve siyaset adamlarının birçoğu ile çok yakın ve samimî dostluklar kurmuştu.
Üstad’ın, Konya’da geçen ilk gençlik zamanına dair hatıraları, hem o günlerin Türkiye’sine bir ayna tutan, hem iman ağacımızın ne fedakârlıklar pahasına yaşadığını ve hem de o devrin mağdur ve mazlum, ancak bir o kadar samimî mü’minlerini gösteren, hüzün dolu sayfalar olarak okunmaya değer bulunacaktır.
Merhum Üstad, Kahire’deki talebelik yıllarında Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zâhid Kevserî ve İhsan Efendiler ile Ali Yakup, Mustafa Runyun ve Miralay Sadık Beyler gibi Türkiye’den gelmiş veya Filistin Müftüsü Şerif el-Hüseynî ve Arap dünyasında “İhvânül Müslimîn” hareketini başlatmış olan Hasanül Bennâ gibi birçok mühim zevatla birlikte yaşamış, çevrelerine katılmış ve onlarla yakın münasebetler kurmuştur.
Medine’de bulunduğu elli altı sene zarfında ise, gerek Anadolu’dan ve gerek İslâm dünyasının her tarafından göç edip buraya yerleşmiş olan veya Hac ve Umre için burayı ziyarete gelen, ilim, irfan ve mâneviyat sahasının tanınmış şahsiyetleriyle beraber bulunmuştur. Aralarında Şeyh Sâmi, Şeyh Mehmed Zâhid, Şeyh Abdülgafûr Abbasî, Ebul Hasen Nedvî, Saatçi Osman, Eğinli Hâfız Hasan, Hâfız Zekai, Mustafa Necati, Said Şamil, Ladikli Ahmed gibi efendi ve beylerin bulunduğu bu muhterem insanların birçoğunu evinde misafir etmiş, birlikte umre ve hac yapıp onların yakınlık ve dostluklarını kazanmıştır.
PEYGAMBERİMİZ’İN (S.A.V.) YANI BAŞINDA
1922 yılında Konya’da doğan, ilk ve orta öğrenimini Konya’da tamamlayan Ali Ulvi Kurucu Bey, Arapça öğrendikten ve hâfızlığını da itmam ettikten sonra 1938 yılında ailesi ile birlikte Medine’ye göç etti. İki erkek ve bir kız çocuğa sahip olan Kurucu Hoca, yüksek öğrenimini Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde tamamladı. Medine’de uzun süre Evkaf Dairesinin İnşaat ve Sicillat Emini olarak görev yaptı. Daha sonra Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi‘nde, bir süre sonra da Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi‘nde çalıştı. 1985’te emekli oldu. Medine’de 60 yılını Peygamber Efendimiz’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanı başında geçirdi.
Emekli olduktan sonra Medine’de dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlardı. Senenin belli bir dönemini, Türkiye’de geçirmeye özen gösterirdi.
Kur’ân hâfızı olan Ali Ulvi Kurucu, geniş bir hadis kültürüne de sahipti. Tarih, mûsikî ve hat konularına özel ilgi duyardı. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirler bestelendi. Ayrıca nesir sahasında da çeşitli eserler verdi. Şiirleri Gümüş Tül ve Alevler olarak, makale ve röportajları da Gecelerin Gündüzü adıyla yayınladı.
3 Şubat 2002 tarihinde Medine’de vefat ederek Cennetü’l Bakî Kabristanı‘na defnedilen Ali Ulvi Kurucu Bey, hayatını, Altınoluk Dergisi‘ne vermiş olduğu bir mülakatta şöyle anlatmıştı:
OĞLUNA ALLAH KELÂMI ÖĞRETENLERİN HAPİS OLDUĞU YILLAR
Doğumum 1922. Hıfzımı pederden ikmal ettim. Sonra kıraat okudum. Kadirî Şeyhi Hafız Ali Efendi‘den kıraat okudum. Ondan sonra pederden ve amcamdan Sarf, Nahiv. Birkaç kere yakalandık, camide okuyoruz. Kara günler, felaketli günler acaib günler. Meyhaneci, kerhaneci, kumarhaneci serbest, oğluna Allah’ın kelamını okutan hoca hapisteydi. Bir gün polis geldi bizi ve pederi götürdü. Peder dedi ki “Oğlum benim aşkım sizi okutmak, seni ben Mısır’a göndereceğim, EI-Ezher’e” dedi. Aynen. Pasaportu aldık.
O günlerde tuhaf bir şeyle karşılaştık. Hicret günlerimizde amcazademin hanımının amcası vardı, Konya’nın ayanından zengin bir zat. Davet yapmış akşam-yatsı arası, o günkü Konya’nın ulemasını çağırmış. Pedere güya ikram. Peder gizli gidiyor. Vehbi Efendi’yi de çağırmış. Merhum Vehbi Hoca gitmeye karşı idi. Hacı Mehmet Ağa saf insan, yemekten sonra diyor ki, “Hocam maaile hicret ediyormuşsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Memleketin size ihtiyacı var. Sonra ben hacca gittim. Bugünlerde hicazda muazzam bir fakirlik var. Sanatınız yok, mesleğiniz yok, ne yapacaksınız orada? Ne yiyip ne içeceksiniz?” diyor. Peder bakmış işin saklamak yanı yok.
“MEMLEKETTE İSLÂM YASAKLANINCA BABAM HİCRETE KARAR VERDİ”
“Hacı Mehmet Ağa yurdumda garip oldum yahu” diye karşılık veriyor. “Mehmet Akif der:
‘Görünmez Aşina bir çehre olsun, rehgü zarımda
Ne gurbettir çöken İslam’a, İslam’ın diyarında.’
İslam’ın diyarında değil, evimde garib oldum. Oğlumu okutamıyorum yahu. Bütün melanet serbest, polisin işi yok gücü yok, beni takip ediyor. Hapse götürüyor. Bir tarlam vardı: Onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Onlar bitinceye kadar bunları okutacağım. Biterse sakkalık yapacağım. Hüccac’a su taşıyacağım. Hammallık yapacağım.”
Bunu tefsir sahibi Vehbi Efendi duyunca: “Hacı Mehmet Ağa, bu hale gelmiş imana aşk derler aşk, bunun önünde durulmaz. Bıraksın gitsin de yavrularını okutsun. Benim iki oğlum var. İkisi de cahil kaldı. Birisi tüccar oldu, birisi hukuk mezunu oldu. Kitaplarım hangi mezatta satılacak onun gamını çekiyorum” demiş. Bir hayır murat etti mi Allah’ın iradesinin önünde kimse duramaz. Neyse biz oradan çıktık. Medine’ye gittik.
İMAM-HATİB’İN AÇILDIĞI GÜNLER
Amcam hakkında bir eser yazmak isterim. Bugünkü davaya hizmet etmek isteyenlere örnek olur. Bu memleketten kimler gelmiş, kimler geçmiş. Âlimi rabbani kimmiş? Amcamın camisinde bulunan bir zat anlattı. İmam Hatip mektebi yapılmış amcamın gayretiyle. Demişler ki, “Hocam siz de bir ders verseniz.” Sevinmiş.
“Oğlum ben bugün için doğdum. 5 ders okutacağım.” diye karşılık vermiş. Aziziye Camii‘nin de imamı aynı zamanda. Derslere girip çıkarken mektep müdürü “Hocaefendi inkılaplardan bahsetmiyor” diye Talim Terbiye’ye rapor etmiş. Ondan da amcamın haberi olmuş. Bu müdür bir gün amcamı ziyarete gitmiş. Aziziye Camii’ne. Halk da gelmiş ziyaretine, oda dolu. Müdür geldi ama yer yok. Bulduğu bir yere oturdu. Amcam demiş ki “Müdür Bey müdürün yeri orası değil, orada da müdürsünüz, burada da.” Müdüre olan bu iltifatı ben çok gördüm. Hepsi gittiler, ikimiz kaldık. Dedim ki “Hocam elini öpeyim. Bu adam değmez bu iltifata.”
BİR TALEBENİN YETİŞMESİ UĞRUNA 1000 MÜNAFIĞIN KAHRI
“Mehmet’im evladım, bilirim. Bunlar beni bu hizmetten men etmek isterler, ben ki yıllardan beri medreseleri kapatanların kapıları kapansın derim. Bugün mektep çıktı. Önüme 5 ders okutma fırsatı geldi. Okutmazsam dünyanın en namert insanı olurum. Ben adam yetiştirme bahçıvanıyım. Allah Teala benden bunu soracak. ‘Ey kulum hani sen seneler boyu talebe olsa da okutsam diyordun, imkan verdim, müdüre küstün, müfettişe küstün.’ Peygamber Efendimizin yeminini edeyim sana, Nefsim yed’i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir talebenin yetişmesi uğrunda 1000 münafığın kahrını çekerim.”
Şu beyti okumuş.
Yar için ağyare minnet ettiğim aybeyleme
Bağıban bir gül için bin hare hizmetkar olur.
“Benim yarim var, dostum Leylam var, sevgilim, davam gayem var… Gayem uğrunda yoluna çıkan engellerin kahrını çekerim.Bahçıvan’ın eli kan içinde kalır. Nedir bu hal? Evladım gül deriyorum, gül yetiştiriyorum. Allah’ın dinini ihya edecek bir kimsenin bahçıvan olması çok mu? Bir alimin memleketi ihya edecek, bir talebenin bir gül kadar kıymeti yok mu?”
Peder 44’te vefat etti. Sormuşlar Peder için, “Hanginiz büyüktü?” diye. Amcam da “O büyüktü fakat ben ondan evvel doğmuşum” diye cevap vermiş. Böyle bir insandı.
LİSE TALEBESİ CAMİYE GELİYOR DİYE CEMAAT AYAĞA KALKARDI
1938-39’da memleketin talim, eğitim, öğretim, dini havasım göstermek için şunu söyleyeyim. Konya’nın Kapu Camiidiye bir camisi vardır. Orada biz ikindiden sonra mukabele okur idik. 3 tane lise talebesi var. Mektepten çıkarlar, o günlerde de kasketlerinde sarı şerit olurdu lise talebelerinin. Bunlar 3 tane, poyraz kapıdan girince Konyalı ayağa kalkar… Allah kurban olduğum Allah nelere kadir değilsin ki sen. Lise talebesi Camii’ye geliyor yahu.
1955’te Eşref Edip Bey‘i ziyaret etmiştim yazıhanesinde. Dosyadan bir kağıt çıkarmış okuyor. Ağlıyor.
“- Hayırdır niye ağlıyorsun?”
“- Buyurun okuyun da siz de ağlayın” dedi.
Şükrü Kaya olacak Allah-u alem, dahiliye vekili imzasıyla bir tamim kaleme alıp gazetelere, dergilere geliyor. “Allah’tan Ahlak’tan bahis yasaktır Ali Ulvi Bey”, dedi, “Allah’tan, ahlak’tan bahis yasak olursa memleketin gençliğinin sonu ne olur yahu? Süleyman Çelebi ‘Her nefeste Allah adın de müdam’ der, bu ömürde bir kere Allah deme diyor. Bir kazanda nasıl kaynatacağız bu işi?”
İMAM-HATİP AÇIP, TALEBE YETİŞTİRECEĞİZ!
O günler böyle günlerdi. Amcam 49 ve 50’de Hacca geldi. İki sene üst üste orada baktım, “İmam-Hatip açacağız, talebe yetiştireceğiz” diye çırpınıyorlar. Ben tabiî memleketi eskisi gibi sanıyorum. Dedim ki, “Amca istikbali meçhul olan bir okula kim evladını gönderir? Herhangi bir solcu iktidarın bir hareketiyle kapanmaya mahkum olan bir müesseseye hangi çocuk gelir amca?” Dedi ki:
“- Oğlum sen hafızsın” Allah, islami bütün dinlere olan hakimiyetini gerçekleştirmeyecek mi? Bunu vadetmiyor mu? Yani İslam’ın hak din olduğunu bütün insanlık kabul etmeyecek mi? Bunu söyleyen Allah dedi. Allah’tan daha doğru söyleyen kim vardır?”
İMAM-HATİB’İ ZİYARET ETTİN Mİ?
1955’de Medine-i Münevvere’den Konya’ya geldim, amcamı ziyaret ettim evinde. Allah rahmet eylesin, şefaatine nail eylesin, koca mücahid, ilmin, İslam’ın aşıkı o insanın ilk sözü, “Ne yaptın, İmam-Hatip mektebini ziyaret ettin mi?” oldu. Biz de sohbetler falan olduğu için gitmedik mektebe, “Gidemedim amca.” dedim. “Olmadı. Arafat’ta seninle, Mina’da çadırda ne dedik? Allahü Teala İslam’ı yeniden dünyaya hakim kılacak, insanlığın ihtiyacı var. Ancak insanlığın bu ihtiyacını ilahî nur kurtaracak. Tatminsizliktendir bu kainatın, insanlığın perişanlığı evladım. Muhammed Mustafa (s.a.v.)nın şahsiyeti bakidir, Allah tekaüde çıkmaz, din bakidir”.
Amcamın bu ısrarı üzerine medreseye gittim, İmam-Hatip mektebine. Karşıladılar, görüştük orada. Sordum:
“Müdür bey, talebe adediniz kaç?” Allah sizi inandırsın, ben “yüz-iki yüz” dese, uçacağım sevincimden. Çünkü aynı Konya’da baba evladını okutamıyordu. Felaket.
Dedi ki müdür:
“- Hocam iki bin altı yüz kayıtlı talebimiz var. Sekiz yüz talebemiz de ağlayarak gitti” dedi.
“-Niye?”
“-Yer yok, hoca yok. Sekiz yüz talebeyi kaydedemedim.”
Ben halbuki amcama,“Amca, istikbali meçhul olan bir mektebe kim evladını gönderir? Herhangi bir solcu iktidarın bir işaretiyle kapanmaya mahkum olan okula hangi çocuk gelir?” demiştim. Allahu Teala çocuğa o aşkı vermiş, babaya o aşkı vermiş. Baba evladını feda ediyor. “İstikbali meçhul olsun, cenneti var ya bunun.” Cennete dikmiş gözünü müslüman. Amcam, bu şekilde çalışan, gayret eden bir insandı, fakir böyle bir evde büyüdüm.
MEDİNE-MISIR SEYAHATİ VE TALEBESİ OLDUĞU HOCALAR
İlk ve ortayı Konya’da bitirdikten sonra, Medine’ye, oradan da Mustafa Runyum Bey’in gayretiyle Ezher’e gittik. Önce Mekke’ye gittik, pederler Medine’ye geçtiler, ben de Medine’ye gitmeden Mısır’a geldim. Orada 5 ay kaldım. Haccettim, hacdan sonra Kahire’ye geldik. Asıl tahsilim Kahire’de başladı. Kahire’de yalnız Arapça okumakla kalmadık, elhamdülillah, orada bizimle candan alakadar olacak hocalar bulduk. İhsan Efendi, Zahid el-Kevseri, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun oğlu İbrahim Bey. Bunlar Osmanlı’nın yetiştirdiği,mümtaz, güzîde kimselerdi. Bunun yanında bir de ahlakları, davaları olan kimselerdi. Yani, din için memleketlerinden uzak kalmış kimseler, din için.
MISIR’A GİTTİKTEN SONRA…
Mısır’a gittikten sonra, benim Konya’da iken -muhitimiz tabii dinî bir muhitti- edebiyata karşı merakım varmış da farkında değilmişim. Mesela ilahî güftelerini, gazel güftelerini bir işitmekle ezberlerdim. Besteleri de öyle. Fakat dini bir muhit olduğu için şiir yazmaya da, şiirle uğraşmaya da vakit yoktu. Hem hafızlık, hem kıraat, sarf, nahiv filan. Mısır’a vardıktan sonra şiir tarafımız gelişti. Odada oturduğumuz arkadaşlar, Ali Yakup Bey, Mustafa Runyun Bey ve diğerleri,“Hafta sonu gelse de (biliyorsunuz Mısır’da Cuma günleri tatildir)birlikte bir hoca efendilere gitsek”derlerdi. Sabri Efendi, merhum Ali Yakup Bey’i, Hüseyin Latif Bey’i, Davudoğlu, İsmail Ezherli gibi Balkanlar’dan gelen talebeleri severdi.
MUSTAFA SABRİ EFENDİ’DEN ÖNEMLİ BİR İKAZ
Mustafa Sabri Efendi feraset deyin, keramet deyin, görüş deyin… 1943 veya 44. Alman harbi bütün şiddetiyle devam ediyor. Rus orduları Macaristan’a girdiler. Macaristan’da Alman orduları müthiş harpler yapıyorlar. Alevler içinde kainat. Hocaefendiye gittim. Akşam üzeri, akşamla yatsı arası. Şeyhülislam, Türk radyosunu dinliyor. Nurettin Artanıkonuşuyor. Selam verdim. Selamımı aldı, dinledi. Dedi ki “Azizim, Almanya gidiyor.” Halbuki biz de Almanya’nın galip gelmesini istiyoruz. “Fani teselliler sizinkiler” dedi. “Rus ordusu Macaristan’a gelmiş ayol. Bundan ne çıkar? Demek ki Ruslar Japonya hududundan emin olmuş. Japonya’nın vurmayacağından da emin olmuş, Japon hudutlarındaki askerlerini de getirmiş Rusya. Yalnız, adam üç kelime kullandı anlayamadım” dedi. Daha yeni çıkıyordu, “taşıt” gibi kelimeler…
Dedi ki: “Azizim, gerçi siz de, ‘bu hoca artık vehme kapıldı’ diyeceksiniz ama, keşke ben yanılmış olsam. Türk’ün başına gelen bu dil faciası nereye gidiyor biliyor musunuz? Bozula bozula dejenere olacak. On sene evvel yazılan kitaplar anlaşılmayacak. Nesil birbiriyle anlaşamaz olacak. En nihayet bir yıkıcı daha çıkacak, diyecek ki,bununla ne telif, ne tercüme hiçbir şey olmuyor. Ne şiir yazabiliyorsun, ne kitap tercüme edebiliyorsun. İlim, edebiyat lisanından çıktı, artık, dillikten çıktı. Binaenaleyh dil vasfını kaybetti, medeni milletlerden birinin dilini almamız lazım’diyecek. O devirdeki hakim dil neyse, ona gidiyor bu iş. “ dedi.
MUSTAFA SABRİ EFENDİ’NİN FERASETİ
En nihayet ben Türkiye’ye geldim. Bu işleri yapan kimmiş? Agop Dilaçar. Sürüye kurdu koymuşsunuz çoban diye. Kurdu çoban diye koyarsanız canınıza okur böyle. Tarihin başında kim vardı? Enver Ziya Karal. Çoban-kurt. Türk konservatuarında Türk musikîsi yasak.
Bir gün Kadir Mısıroğlu hacca geldi. 5 sene evvel falan. Mina‘dayız, görüşüyoruz. Bir genç de onu arıyor, hemşehrisi. Görüştüler, kucaklaştılar. Kadir Bey’e dedi ki “Abi çok sert gittiniz. Bu kadar sert çıkışların felaketleri olacaktı.”
Mısıroğlu dedi ki:
“Delikanlı, benim bildiklerimi siz bilseniz deli olursunuz, insanı deli yapar, dedi, Türk’ün başına gelenler. Elhamdülillah ben deli olmadım. M. Sabri Efendi, mantığıyla ispat etmiş bu meseleleri, benim elimdeki vesikaları görseydi de öyle ölseydi”
Ne mantık, ne feraset yahu. Onun için Efendimizin’ bir hadisi var: “ittegû firasete’l-mü’min” (Müminin bir görüşü var, firaseti var, sezişi var, ona dikkat edin.) “Mü’min eşya ve hadiselere Allah’ın nuruyla nazar eder.” Onun görüşü de alelade bir görüş değil, basiret. “Bu iş Türkçe’yi bu hale getirir, dejenere eder, ne telif, ne tercüme yaptığınız eser anlaşılmaz. En nihayet birisi daha çıkacak, daha cesur biri, “bu dille ne telif, ne tercüme bir şey olmuyor, binaenaleyh medeni milletlerden birinin dilini almak lazım. Ya İngilizce, ya Almanca, ya Fransızca. Hangisi hakimse o zaman.” demişti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.