Velhasıl huzursuz dünya!

Velhasıl huzursuz dünya!
 "Beyaz baldıra, sarı mangıra dayanabilen velidir..."Gelişmişi, az gelişmişi ve gelişmemişi; bütün dünya milletleri iç ağrıları çekiyor. Halinden...

 

"Beyaz baldıra, sarı mangıra dayanabilen velidir..."

Gelişmişi, az gelişmişi ve gelişmemişi; bütün dünya milletleri iç ağrıları çekiyor. Halinden memnun olanı yok!.. İştah kabarmış ve şahlanmış, tatmin edilmesine imkân yok. Gelişmiş olan milletler diğer ülke insanlarını biraz daha sömürmek istiyor. Geri kalmış ülkelerde yaşayanlar da bunlara hırsla bakıyor. Velhasıl huzursuz dünya, Ve bütün dünyanın insanları!..

Hiç şüphesiz ki, bizde bu dünyada yaşıyoruz. Diğer milletlerden huzursuzluk bakımından hiçbir farkımız yok, biraz fazlamız var dersek yalan söylemiş olmayız. Çeşitli ideolojik çarpışmalar, bu ideolojik fikirler etrafındaki kümelenmeler, kümelerin birbirine karşı husumetleri. Öte yandan bir ruhî buhran; ruhî buhrandan doğan terörist bir ruh hali. Gittikçe birbirini sevmeyen, nefsine dönük insan ve taklitten öteye geçemeyen münevver tipleri, neticede marazî bir cemiyetin, ruh halini belirten gündelik taze olaylar. Yani çeşitli cinayet şekilleri, gayri ahlaki davranışlar, rüşvet ve yolsuzluk halleri ve Müslüman Milletine yakıştırılamayan birçok hadiseler; hasta bir toplumun hastalığının teşhisine yeter ve artar bile.

 

Esefle kaydedelim ki, bunu hiç kimse umursamıyor. Her siyasi cemiyet veya iş adamı, vazifeli kendi dümenini yürütmeğe çalışıyor. Eğer, hadiselerin akışı, gündelik hayatına bir nakisa getirmiyorsa, hiçbir şeye aldırış etmiyor. Ortalığı gül-gülistanlık görüyor ve câlî davranışlarıyla da göstermeye çalışıyor. Birçoklarının ahlak felsefesi bu. Daha doğrusu bozulma devrimizin teşrihini güzelce dile getiren: “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” deyimi!..



Bu hastalık yalnız idare edenlerde değil, çoğunlukla cemiyetimizin bünyesine işlemiş. Kendisini pahalıya satmak isteyen işadamı da, birçok esnafı da, yüksek perdeden atan aydınlarının çoğu da böyle. İlerisini asla düşünmeyen, her gün kesesini biraz daha kabartmağa çalışan zenginleri de böyle? Ve öyle ki, bakar olupta, göz çanakları nemlerle dolu kimseler de bunun dışında değil!

 

Bunun sebebini bakar kör oluşumuzda, kalp gözümüzü büsbütün kaybedişimizde, en yakın mazimizden dâhi, ibret dersi almak istemeyişimizde aramak lığımız elbette doğru olacaktır. Yattığı yer nur olsun, İbn-i Haldun: ‘Dününü unutanların bu günü olur mu?’ sözünü söylerken geleceği görmüş. İnsanların bir zaman gelip, mazileri ile ilgilerini keseceğini düşünmüş. Tarihin seyrini bu satıra sığdırmış ibret dersi olsun diye. Ne yazık ki alınmamış ve alınmakta istenmemiş. İdare edenler keyfini kaçırmamak için, nefsinden fedakârlığa asla razı olmamış, olmuyor da. Bizim dünümüz var; dünümüze nazaran ve ona lâyık bugünümüz yok! Hep el avuç açmakla geçiyor günümüz. Eğer dünümüze nazaran bugünümüzün olmasını istemiş olsaydık, başka milletlerin bize avuç açmak lığı gerekirdi. Bizim onlara değil!



‘Millet olarak bizim dünümüz acı, tatlı hatıralarla dolu. Bu tatlı, acı hatıralardan dersler alabilseydik, en müterakki milletlerden olurduk. Ciltler dolusu eserler yazılmış, bunlar yetmiyormuş gibi, yurdumuzun tapusu olan tarihi binalarımızda gerçekler en veciz bir şekilde dile getirilmiş; ibret alınsın diye. Biz bunlardan birinin üzerinde duracağız:

Yeşil Bursa’mızda ki Ulu Camiini Yıldırım Beyazıt Han yaptırmış. Ulu kişiler ulamış. Sanatkârlar göz nuru dökmüş. Her yer yerli yerine oturtulmuş. Madde manayı kuşatmış. Ortada şadırvan gönüllere serinlik serper. Camii içindeki kubbeyi duvarları Ayet ve Hadisler süsler. Bir Hadis-i Şerifin meali müminlere şöyle seslenir: ‘Birleşmekte rahmet, ayrılıkta ise azap vardır.’

Evet, müminler camide birleştikleri gibi, dış âlemde de birleşmişler, bir birlerinin sevinçlerine, kederlerine iştirak etmesini bilmişle, camilerin içerisinde olduğu gibi, dışarıda da saflarını sık tutmuşlar, böylece cihan-şümul bir devlet kurmuşlar, el açmamışlar, el açtırmamışlar. Ayrılık gayrılık gütmemişler, birbirlerinin mütemmimi olmuşlar da cihana meydan okumasını bilmişler. Sonraları bu güzel buyruk gönüllerden silinmiş, olanlar ise hepimizce malûm.

Yükseliş devrimizin basamak noktası ve onun sembolü olan Ulu Cami’deki her Ayet ve Hadis ayrı mana taşır. Bunun dışında çıkış kapısının üzerindeki eski harflerle (Üç Vav) harfi en derin hükmü taşır. Camiin deliline sorduğunuz zaman, delil size şöyle izâh eder bunu:

“-Her kes affedilebilinir. Ancak üç kişi affedilmez: Vekil, velî, vasî olanlar.”

Çok derin, düşündürücü, manalı ve şümullü, aynı zamanda da veciz bir ifadedir bu! Öbür dünyada üç kimse af edilemeyecek: velî, vekil, vasî!...Düşünülecek olursa bunlar en büyük mesuliyeti üzerine almış bulunan kimseler. Bunun dışında olan kimse de tasavvur edilemez gibi bir şey. Çünkü herkes kademe kademe, derece derece bu sorumluluklarla yüklü. Hele devleti idare edenler tam anlamıyla bu sorumluluğun içerisindedir. Üzerlerine büyük mesuliyeti almışlardır. Bir milletin bekası, istikbali devleti idare edenlere bağlı. Eğer bir milleti idare edenler tam manasıyla velî, vekil ve vasî iseler o millet elbette ki yükselecek, istikbale emin adımlarla ilerleyecektir. Yok, değilseler, o millet yükseliş kaydedemeyecektir.”(1)

 

Veli, vekil, vasî olan adamları, kademe kademe idare edenler nefsinin esiri olmamalı, doğruluktan, faziletten, adaletten ayrılmamalıdır ki, hakiki manasıyla velilik, vasilik, vazifesini yapabilsinler ve yapabilmiş olsunlar. Aksi halde hiçbir zaman kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar. Bakar kör, hele kalp gözü büsbütün kapalı olmamalıdır devlet adamlarının. Maziden ibret alarak atimizi görebilmeli. Her gün, her an nefsini murakabeye çekebilmeli. Bir milletin vekili, velisi ve vasîsi olduklarını hatırından çıkarmamalıdırlar. Bu mesuliyet hissi aileden başlar, üst kademelere kadar, her vazifelide derecelenir. Yüce mesuliyet duygusuna sahip olan cemiyetler ise yükselir. Bunun aksi olan topluluklarda alçalır. Dünümüz çok şanlı ve ibret alınacak tarafları çok. Yeter ki bu günümüzün sağlam olabilmesi için dünümüzü unutmayalım?



Dücane Cündioğlu’nun Keşf-i Kadim Kitabının başlığında 

‘Kadim olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tarih, bugüne değin, kadim olanı keşfetmek için çaba sarf etmeyen hiçbir toplumun yeni bir şey ortaya koyabildiğine tanıklık etmedi. İşte zaten bu yüzden bu toprakların çocuklarının öncelikli görevi vaz-ı cedid değil, keşf-i kadim olmalıdır!’ diyor.



Bu konuları bir de gönül sultanlarından dinleyelim:

Geçen hafta Adana’da Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hz. Anma Toplantısında, Prof. Osman Öztürk Hocanın Konuşmasını büyük bir kalabalıkla beraber pür dikkat dinledik. Hocamız çok önemli konulara temas ettiler. Fakat konumuzla ilgili olanı ise hocası üstadı Mahir İz'in;

“Beyaz baldıra, sarı mangıra dayanabilen velidir.” sözünü tekrarladı.

Ve Sami Efendi Hz. Nasihat dinlemek istemeyen evlatlarına şu beyitleri okurlarmış:

Sen bu gaflet uykusundan ne acep uyanmadın
Serseri gezdin cihanda, ey deli, uslanmadın
Bunca yıldır ömrünün sermayesini ettin talan
Bir kez olsun bu aşkın şarabına parmağını banmadın

Bazı günler, ellerini açar:
"-Ya Rabbi! Bilmiyorlar da yapmıyorlar, hiçbir evladımdan geçmem! Onları afv et." diye gözyaşı döker, niyazda bulunurlarmış.

 

Yani, Allah'a kulluk hizmeti değil de, dünyaya hizmet edenler için;

Bize bizden yakın olan Rabbil-'âlemîn şöyle buyuruyor:

“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: ‘Allah’ın yolu asıl doğru yoldur. Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” (2)

“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (3)

“Allah sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah dost olarak yeter. Allah yardımcı olarak da yeter.” (4)

"Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır." (5)



İşte böylece, zalime yardımcı olmak zulme ortak olmak demektir. Rasûlüllah (s.a.v) Efendimiz buyuruyor ki:

“Hakkı örtmek için yaptığı bir işte (haksızlıkta) zalime yardımcı olan bir kimsenin, Allah ve Rasûlü ile bir alakası kalmamış ve Allah’ın rahmetinden uzak olmuş olur. Haksız olduğunu bile bile her kim zalimin yanı sıra giderse muhakkak ki İslam’dan ayrılmıştır.” (6) Bu hadîs-i şerif’i Hâkim, Hz. Câbir (r.a)’den rivayet etmiştir.

Âhiret gününde herkes, dünyada izini takip ettiği, iyilik veya kötülükte ortak olduğu kimselerle beraber haşr olacağına göre, dünyada zalime yardımcı olanların da ahrette zalimlerle olacağı şüphesizdir.



Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in de Efendimize:

 “Sen de öleceksin, onlarda ölecektir.”buyuruyor. (7)



Evet, düşünecek olursak bir İran şairinin dediği gibi:

“Ez biyâbân-ı adem tâ ser-i bâzâr-i vücud,

Be telâş-i kefenî âmede üryânî çend!”

“İnsan denen mahlûk, yokluk sahrasından bu varlık pazarına,

Bir kefen satın almak için gelen bir alay çıplaktan ibarettir.” diye bilmeliyiz.

Bir kimse kendi amacı ve düşüncesine uygun gelmeyen ve aklına yatmayan bir işe canı sıkılır, bu sıkıntılardan kurtuluş ancak bir cümle her şeyin ilahi hikmetin kabzası içinde olduğunu bilmek, artık bütün işlerini Allah’a teslim ve havale edip,  tıpkı Kur’an da buyrulduğu gibi: "Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir." (8)

İşte, Allah’tan akıl sahibi olan kimse için hikmetin hükmü budur!

 

Mehmet Yürekli, adanapost

24.02.13, Adana.

 

Kaynakça:

1-    Hüsnü Dikeçligil, İslam Medeniyeti, 11.sayı, 1968

2-    Bakara, 120

3-    Nisa, 144

4-    Nisa, 45

5-    Dûha, 4

6-    Râmuzu’l-ehâdis, Shf. 401

7-    Zümer, 30

8-    Mü’min, 44

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.