Tahran-Riyad geriliminde ‘vekalet’ dönemi bitiyor mu?
İSTANBUL -SELİM CELAL
4 Kasım 2017'de ateşlenen bir balistik füze Suudi başkentinin üzerinden geçti. Suudi makamları ivedilikle saldırıyı “İran'ın Suudi Arabistan'a savaş ilanı” olarak yorumladı. Burada sormamız gereken soru şu: Suudiler saldırıyı neden bu şekilde yorumladı? Birçok analist, Suudi Arabistan'ın bu açıklamasını genç, savaş yanlısı ve deneyimsiz veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın vaktinden erken yaptığı bir "konumunu tayin" çalışması olarak okudu. Halbuki yaşananlar, bu tür açıklamalarla ifade edilenin çok daha ötesinde bir şeyler olmalı.
Bu meseleyi ele almadan evvel, Şia'nın siyaset teorisine (imamiyye) yeniden bakmak icap ediyor. Bu teoriye göre “yetki” 12. Şia imamı olan İmam Mehdî'ye ve tabiatıyla onun gerçek temsilcisi olan Şii dinî otoritesine aittir. Bu fikre dayanarak denilebilir ki, demokratik olsun ya da olmasın tüm Müslüman idareciler, İmam Mehdi'nin temsilcileri olmadıkları için ancak “yetki” üzerinde hak iddia eden birer “müddei” olabilirler.
"Tüm Müslümanların lideri"
İmamiyye itikadı üzere faaliyet göstermekte olan İran, 1979'daki kuruluşunun en başından itibaren, Şiiliği İslamî standartların kaynağı ve "Saf Muhammedî İslâm" (İslâm-ı Nâb-ı Muhammedî) olarak ifade ettikleri halin bir sembolü, İran'ın dini lideri olan zatı da “İslam ümmetinin lideri” olarak lanse etme gayretinde. Dini liderin İslam ümmetinin bütün dünyadaki önderi olduğu iddiası, kendisi için kullanılan resmî unvanda gayet açık bir şekilde görülmekte: "Dünya Müslümanlarının Lideri" (veliyy-i emr-i müslimîn-i cihân). Bu iddia İran anayasasında da yer alır. Anayasa'nın 109. maddesi, "dini liderlik için gereken vasıflar" başlığı altında, "İslam ümmetine önder olabilmek için gerektiği gibi", dini lider namzedinin âdil ve takvalı olması gerektiğinden bahseder.
Devrim ihracı
Bu temel dayanak doğrultusunda, İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu Ayetullah Humeyni "devrim ihracı" doktriniyle göreve geldi. Yıllar içinde bu doktrin farklı yorumlara tabi tutulsa da, İslam Cumhuriyeti'nin ilk on yılında “fiziksel bir devrim ihracı” olarak ele alınmıştır. Buna göre, devrim mesajını hoş karşılayanlar İran'a davet edildiler ve hepsine kalacakları güvenlikli mekanlar sağlandı. Dışişleri Bakanlığı ve Devrim Muhafızları'nda 'Özgürlük Hareketleri Birimi' olarak bilinen özel bürolar kuruldu. Filipinler'den Filistin'e, Lübnan'dan Irak'a, maske takan kişilerin katıldığı bir dizi konferans düzenlendi. Bir yandan da 1981'de Bahreyn'de yaşanan askeri darbe örneğindeki gibi, bazı askeri maceraların startı verildi.
Musevi'nin Hamaney'e mektubu
İran’ın dünyanın dört bir yanında giriştiği maceralar o kadar sıklaştı ki, hükümetin icra kanadı için bir sıkıntıya dönüşerek en sonunda 1989'da zamanın başbakanı Mir Hüseyin Musevi'nin istifasına yol açtı. Bu bağlamda, Musevi'nin şimdiki dini lider olan, zamanın cumhurbaşkanı Ali Hamaney'e hitaben yazdığı istifa mektubunu yeniden okumak gerekiyor. Mektup 2009'daki tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Musevi'nin Yeşil Hareket'in simgesi olarak ortaya çıktığı 2010 senesinde halkla paylaşıldı. Şöyle diyor mektup: "İslam ve ülke düşmanlarının meseleyi kötüye kullanmasına izin vermemek için, medyaya gönderilen istifamda, sebeplerden bahsetmedim."
Daha sonra, "hükümetin dış politikadaki etkisizliğini" istifasının temel sebebi olarak belirterek şöyle devam ediyor: "Bugün Afganistan, İran ve Lübnan'ın durumları sizin elinizde... Yurtdışı operasyonları hükümetin bilgisi ve talimatları olmaksızın yürütülmekte. Bu operasyonların ülkemize ne denli vahim ve yıkıcı etkide bulunduğunu siz daha iyi bilirsiniz. Bundan sonra, bir uçak kaçırılıyor, biz [yürütme erki] sonradan duyuyoruz; bir Lübnan sokağında bir silah ateşleniyor, sesi her yerde yankılanıyor, biz ancak sonradan duyuyoruz. Cidde'de bizim hacılarımızın yanında patlayıcı maddeler bulunduktan sonra bu meseleden haberdar edildim. Ne yazık ki bu tür operasyonlar, ülkede sebep oldukları tüm olumsuz etkilere rağmen yine de herhangi bir an ve zamanda hükümet adına yapılabilmekte... Kabine üyelerine ve milletvekillerine, hükümetin bilgisi olmaksızın ama hükümet adına yürütülen bu operasyonlar konusunda bir cevap veremiyorum."
Bu sözler, bundan otuz sene öncesine, İran'ın Irak'la uzun süredir devam eden savaşı bitirmesinin hemen sonrasına ve elbette İslam Devrimi Muhafızları'nın bugünkü kadar güçlü olmadığı bir zamana uzanıyor.
İran'ın zor yılları
Bunları not ettikten sonra şunu da ifade etmeliyiz ki, dini liderin sözde "Müslüman dünyanın liderliği", “iki Harem”, “iki mübarek belde” olan Mekke ve Medine üzerinde etkin bir kontrole sahip olunmadıkça eksik görüneceğinden, Suudi Arabistan bu "devrim ihracı" doktrininde her zaman özel bir yer işgal etmiştir. Musevi'nin mektubunda da bahsedildiği gibi, İran daha 1986 yılında haddinden erken bir teşebbüse kalkışarak İranlı hacıların bavullarında Suudi Arabistan'a silah sokmaya çalışmıştı. Takip eden yıllarda İran stratejik dezavantajlar yaşamaya başladı. Afganistan Taliban'ın eline düştü ve Irak'ta da iktidarda Saddam vardı. İran “şer ekseni”nin bir parçası ilan edilip de hareket kabiliyetini son derece sınırlandıran yaptırımlara maruz kalınca, Suudi Arabistan'ın istikrarını bozma planlarını ertelemek zorunda kaldı.
İran'ın ilerleme hamleleri
Fakat son on yılda çok şey değişti. İran bölge çapında Şii milisler üreterek stratejik konumunu güçlendirmek için çok uğraş verdi. Şu anda da Ortadoğu'da nispeten üstün bir konumda. Devrim Muhafızları’nın morali oldukça yüksek. Çok büyük kayıplara rağmen Suriye'de başarılı oldular. İran'ın Suriye ve Yemen'de verdiği vekalet savaşları Suudileri tüketmiş bulunuyor. İran şu anda dört Arap başkentini kontrol ediyor: Beyrut, Sana, Şam ve Bağdat. Daha net ifade edecek olursak, Suudi müesses nizamı kuzeyde Irak üzerinden, güneyde de Yemen üzerinden İran tehdidi altında. Ayrıca Umman İran'a daha yakın durduğu gibi, Katar da İran'ın tarafını tuttu. Suudi kraliyet ailesinin içinde yaşanan güç mücadelesini de listeye eklemeliyiz. Kendi teokratik rejiminin popülerliğini azaltmak pahasına da olsa, Arap karşıtı milliyetçilik İran'da yükselişte. Hepsinden önemlisi, Hasan Ruhani hükümetiyle Devrim Muhafızları arasındaki ilişkiler, ABD'nin en son Devrim Muhafızları’nı terörist ilan etme hamlesinden beri gelişme kaydediyor.
Sonuç olarak, şu anda içinden geçilen konjonktür İran için çok cazip. İran Suudi karşıtı söyleminin ötesine geçerek, Suudi Arabistan'ın istikrarını bozma hedefini hayata geçirebilmek için çok uzun zamandır hasretini çektiği fırsata 40 yıl sonra kavuşmuş oldu. Bununla birlikte, bu sorumluluğu doğrudan omuzlamaya ve Suudilerle konvansiyonel bir çatışmaya girmeye istekli değil; bunu, vekilleri vasıtasıyla yapmayı hedefliyor.
Bu nedenle, Suriye'de olduğu gibi, böyle bir savaşın insan kaynakları da Afganistan, Yemen, Irak, Lübnan, Pakistan vb. yerlerdeki İranlı olmayan Şii sempatizanlarından karşılayacaktır. İran bu işin sadece finans kısmını halledecek ve bundan dolayı pek bir şey kaybetmeyecektir. Zira Suudi Arabistan'la yaşanacak herhangi bir çatışma, petrol fiyatlarının muhakkak yükselmesine sebep olacak ve İran da böylece masraflarını telafi edebilecektir. En kötü ihtimalle İran da biraz suçlanmaya maruz kalacaktır. Fakat bu, İran'ın zaten ödemeye hazır olduğu bir maliyet. Ne de olsa İran dışişleri bakanı sosyal medyada aktif ve sağlam İngilizcesiyle bu suçlamalara karşı koyabilir.
Vekâlet savaşlarının zamanı geçti
Görünüşe göre Suudiler İran'ın bu stratejisini okudular ve bu yüzden doğrudan İran'ı suçluyorlar. Suudi makamları İran makamlarına, herhangi bir istikrarsızlık durumunda İran'ın basmakalıp argümanlarına kanmayacakları mesajını net bir şekilde vermiş oluyorlar: "Saldırılar Yemen'deki Ensarullah tarafından gerçekleştiriliyor, İran tarafından değil", "İran Husilere sadece danışmanlık hizmeti veriyor", "İranlı olmayan Şii savaşçılar kendileri gönüllü geliyor, İran tarafından gönderilmiyorlar" veya "Onlar sadece Mekke ve Medine'yi korumak için oradalar"... Suudiler ise şimdiden "terör dengesinden" ve "karşılıklı yıkımdan" bahsediyor. İran şayet Suudi Arabistan'ı istikrarsızlaştırmaya teşebbüs ederse, savaşı İran'ın içine taşıyacakları mesajını veriyorlar. Suudilerin İran'a esas söylediği, vekâlet savaşları zamanının artık geçtiği ve İran'ın artık “konvansiyonel savaş” ile “hiç savaşmama” arasında bir tercih yapmak zorunda olduğu. Bir Farsça atasözü şöyle der: "merg yek bâr, şivân hem yek bâr" (Bir ölüm, bir yas [her gün ağlamaktan iyidir]). Bununla birlikte, önemli bir savaş tecrübesine sahip olmayan Suudi Arabistan'ın ne derece başarılı olabileceğini kestirebilmek güç. Savaş, çok paraya ve modern silahlara sahip olmaktan çok daha fazlasıdır.
[Selim Celal İstanbul’da yerleşik bir araştırmacıdır ve İran dış politikası ve iç siyaseti hakkında çalışmaktadır]
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.