Suudi siyasetinde dini otoritenin rolü
İSTANBUL - Mehmet Ali Büyükkara
21 Haziran günü babası Kral Selman’ın veliahtı ilan edilen Prens Muhammed, düzenlenen merasimde Suudi Arabistan’ın dini hiyerarşisinde en tepedeki iki alimin arasında fotoğraf vererek devlet erkanının biatlarını kabul etti.
Bu isimlerden ilki olan Başmüftü makamındaki Abdülaziz Alü'ş-Şeyh, musafaha etmek suretiyle "Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti üzere" Muhammed bin Selman’a biatını arzetti. İkinci alim Büyük Alimler Heyeti’nin duayen ismi Salih el-Fevzan’dı. Suudi Selefiliğinin son elli yılında önce gelen birkaç alimden biri olan Şeyh Fevzan’ın biatına Prens Muhammed onu alnından öperek mukabele etti. Diğer alimler de Suudi ailesi ve devlet erkanıyla beraber sırasıyla biatlarını sundular.
Halen Suudi dini hiyerarşisindeki en üst isim olan Abdülaziz Alü'ş-Şeyh’in büyük dedesi Muhammed bin Abdülvehhab ile Prens Muhammed’in büyük dedesi Muhammed bin Suud 18. yüzyılın ortalarında Suudi Arabistan’ın temelini atmışlardı. Devlet 1744 tarihli Dir’iyye ittifakı zemininde yükseldi ve bugüne taşındı. Bir Selefi alim ile bir bedevi aşiret reisinin anılan işbirliği, Suudi devletinin resmi sembolü olan iki çapraz kılıcın üzerindeki hurma ağacıyla temsil edilir. Emirler ve alimlerin kılıçları işbirliği halinde ağacın simgelediği vatanı ve rejimi korumaktadır. Bu ittifak aynı zamanda Vehhabilik dediğimiz Selefi kökenli akımın da doğuşudur. Vehhabilik ile beraber Selefilik siyasallaşır ve Suudi rejiminin mezhebi haline gelir. Tekfirin aşırı kullanımı ve akabinde tekfir yoluyla dışlanan kesimlere yönelik tedhiş, Vehhabiliğin karakteri olarak tarihe geçer. Bu özgün karakterin doğurduğu militer fanatizm, iki defa yıkılan Suudi devletinin 20. yüzyılın başında üçüncü defa varolmasına imkan vermiş ve ülkenin bugünkü sınırlarının oluşmasını sağlamıştır.
Suudi tarihinde din-devlet ilişkileri
Söz konusu din-devlet ilişkisi sorunsuz şekilde işlemiş midir? İlişkilerin yer yer sıkıntılar üretse bile genel olarak sorunsuz yürüdüğünü söyleyebiliriz. Örneğin üçüncü Suud devletinin kuruluşundaki en etkili askeri güç olan Necd İhvanı’nın bir kesim ulema tarafından da desteklenen “dini içerikli” siyasi talepleri Kral Abdülaziz tarafından kabul görmemiş, bu durum 1920’lerin sonunda Vehhabi İhvan’ı isyana sevketmiş, fakat isyan yine Vehhabi ulemanın verdiği onayla kanlı bir şekilde bastırılmış ve İhvan tasfiye edilmiştir. Başka bir deyişle “Suud devrimi kendi çocuklarını yemekten çekinmemiştir.”
Petrolün çıkması 1950’lerden başlayarak Suudi toplumunun sosyal yapısını dramatik biçimde değiştirmiş, buna paralel olarak devletin işleyişindeki zorunlu sekülerleştirme müdahaleleri Vehhabi ulemanın muhalefetine rağmen gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte Hanbeli fıkhının “maslahat” prensibi kullanıma girer. Kur’an ve hadis metinlerine sıkı ve literal bağlılığıyla bilinen Selefi ulema, dini metinlerin hakkında birşey söylemediği konularda oldukça esnek bir usul takip etmiş, böyle meselelere şer’i yasak getirmeyi istememiştir. Bu görüş, dini metinlerin hükmettiği konular dışında yöneticilerin birçok alanda kendi tasarruflarına meşruiyet kılıfı geçirmektedir. Yine İbn Teymiyye’nin meşhur “şer’i siyaset” doktrini, alimler ve emirleri meşru iktidarın en üst düzey iki erki kabul eder. Buna göre devlet yöneticiliği, dinin selameti ve müminlerin menfaati için yerine getirilmesi vacip olan dünyevi bir vazifedir. Şeriatın ve ümmetin yararına çalışan bir siyasi otorite, iktidarı elde etme biçimi nasıl olursa olsun, kendisine itaatin vacip olduğu bir devlet hüviyetindedir. Bu minvalde alimler, devlet amirlerine itaat etmekle mükelleftirler. Hayatın şeriata göre tanzimi için onlara rehberlik ederler, yardımda bulunurlar.
Ulema dengeleri gözetmek mecburiyetinde
Dışarıdan bir isyan ve tedhiş hareketi imajına sahip olan Vehhabilik söz konusu karakteriyle içeride aslında bir istikrar unsuru olarak işlev görmektedir. Suudi rejiminin din ile olan bu şekildeki ilişkisi onu siyaseten avantajlı hale getirir. Üstelik Suudi kraliyet ailesi ile Alü'ş-Şeyh (Şeyh Ailesi) denilen İbn Abdülvehhab soyu arasındaki hala sürdürülen akrabalıklar din (Vehhabilik) - devlet münasebetini sağlam bir zemine oturtur. Üçüncü bir unsur olarak kabileler gerçeği bu ittifaka eklenerek rejim güçlendirilir. Üç unsurdan sadece birisi olan ulema, ne kadar itibarlı bir mevkide olursa olsun, adımlarını reel politiği gözeterek atmak, kararlarını buna uydurmak, yani dengeyi tutturmak mecburiyetindedir.
Kral Abdülaziz’in en büyük oğlu olarak 1953-1964 yılları arasında ülkeyi yöneten Kral Suud’un azledilmesi konumuza uygun bir örnek oluşturur. Suud’un usulüne uygun veya usulsüz icraatları daima ulemanın fetvalarıyla meşrulaştırılmıştı. Fakat Suud’un tahttan azline hükmeden fetvayı verenler yine aynı ulemaydı. Suud’un aşırı müsrif davranışları ve tahammülleri aşan kötü yönetimi nedeniyle artık durdurulması gerektiği hususunda kraliyet ailesinde genel kanaatin oluşmasında bu alimler bir rol oynamadılar. Onlar sadece iş son raddeye gelince aile meclislerine davet edildiler. Yapılması gereken şey ve gerekçesi kendilerine izah edildi. Yani kazanacak taraf belli olduktan sonra alimler devreye girdiler ve verdikleri fetvayla fiili durumu meşru hale getirdiler. Kral Suud apar topar çıktığı Avrupa gezisinden bir daha ülkesine dönmedi, Atina’da sürgünde hayatını kaybetti.
Aykırı seslere müsamaha yok
1979 yılı sonundaki menfur Ka’be baskınının lideri Cüheymân el-Uteybî, aslında İbn Baz ve Elbânî gibi Suudi Selefi alimler çevresinin en merkezindeki isimlerin teşvikleriyle ve muhtemelen devlet kademesinin de onayıyla Tebliğ Cemaati’nin bir nevi Selefi versiyonu olsun diye kurulmuş bir davet grubunun üyesiydi. Fakat baskın hadisesi sırasında ve sonrasında bu grubu lanetleyenler aynı alimlerdi. Gayrimüslim Fransız askerlerin de rol aldığı Ka’be’ye dönük kanlı kurtarma operasyonunun fetvası aynı ulema çevresinden alındı. Sağ ele geçirilenler aynı kişilerin imzalarıyla idam edildiler. 1990 sonrasında ise devletin 1. Körfez Savaşı’ndaki ABD yanlısı tutumu Vehhabi ulemanın bir kesimi tarafından tenkit edildi. Selman el-Avde, Sefer el-Havali gibi tanınmış isimler bu tavırlarından dolayı şiddetle cezalandırıldı. Görevlerinden alınmakla kalmadılar, yıllarca hapis yattılar. Vehhabi müesses nizam kendi içlerinden çıkan aykırı seslere hiç müsamaha göstermedi. Bizzat İbn Baz gibi, Şeyh Fevzan gibi üst düzey alimler bu çıkışları ağır fitne ve bid’at olarak değerlendirdiler, din diliyle bu Selefi şeyhleri mahkum ettiler.
Vehhabiliğin veya başka deyişle Suudi Selefiliğinin çok kullanılan meşruiyyet argümanları ustalıkla ve seçmeci biçimde tarihten devşirilir ve kamuoyuna arzedilir. Selefiyye köklerinin dayandığı Hadis Ehli’nin büyük imamı Ahmed bin Hanbel (ö. 855) bu argümantasyonda “bid’atçı” Abbasi yöneticilerine karşı çıkıp yıllarca hapis yatmayı göze alan bir alim olmanın yanısıra, kendisine ve inancına yapılan tüm saldırılara rağmen gidip bu yöneticilerin arkasında Cuma namazlarını kılan ve hiçbir şekilde devlete biatını bozmayan bir alim kişilik olarak tanınır.
Diğer önemli isim İbn Teymiyye (ö. 1328) de Suudilerin gözünde artık el-Kaideci Selefilerin görmek istediği şekilde kılıcı elinde Moğollara karşı cihat eden bir kahraman olmaktan ziyade, istikrarın bekçisi bir alim olarak tarihte belirir. O, Şam’ı kuşatmış Moğol hükümdarı Mahmud Gazan Han’ın huzuruna çıkıp eman dilemiş ve bu uzlaşmasıyla şehir halkını muhtemel katliamdan kurtarmıştır. İbn Abdülvehhab (ö. 1792) gibi birisinin ve onun izinden gelen alimlerin Suud yöneticileriyle sürekli ittifak halinde olmaları zaten en güçlü argümandır. Bu bakışa göre dünya üzerinde “sahih akide”nin temsili ancak bu yolla mümkün hale gelmiştir ve bu büyük avantaj Suudiler himayesinde bundan sonra da devam etmelidir.
Dini otoritenin onayı sembolik
Yeni veliaht Muhammed bin Selman’ın verdiği ilk fotoğraf bu bakımdan hayli önemlidir. Aslında bir saray darbesiyle makamı yükseltilen ve işler yolunda giderse uzun sürmeyecek bir zamanda kral olması kuvvetle muhtemel Prens Muhammed, Vehhabi nizamın meşruiyet onayını da almış olmaktadır. Anlaşıldığı gibi gösterilen muvafakat aslında semboliktir ve alınmış olan kararın tasdikinden ibarettir. Aile içinden karşı bir darbe olmadığı müddetçe Vehhabi nizamın desteği bakidir. Eğer doğruysa bugünlerde haberlere yansıdığı şekilde devrik veliaht Muhammed bin Nayif’in ev hapsine alınması aynı sürecin bir parçasıdır. Rejim, yeni statükonun devamı için gereken ne ise yapacaktır.
Muhammed bin Selman’ın liberal bir politika izleyeceği varsayımından hareketle ülkedeki müesses Vehhabiliğin gücünü tedricen zayıflatacağı iddiasının ne derece gerçekleşeceğini önümüzdeki günler gösterecektir. Böyle bir değişime ulemanın tepkisinin nasıl olacağı ayrı bir sorudur. İslamcı kimliğiyle tanınan Kral Faysal bin Abdülaziz’in, yaklaşık on yıl süren (1964-1975) iktidarı süresince Vehhabi nizamın devletin işleyişindeki etkisini kendisinden önceki ve sonraki hiçbir kralın yapamadığı şekilde azalttığı bilinen bir gerçektir. Alimlerin iknası hiç de zor olmamış, çeşitli İslami argümanlarla ve yukarıda sıralanan mezhebin usulüne mebni gerekçeler üretilmek suretiyle bu kesimin kabulü alınmıştır.
Muhammed bin Selman’ın da benzer adımları atmasının önünde Vehhabi nizam açısından bir mani bulunmamaktadır. Mesela dini olmaktan çok örfi temellere dayanmakla birlikte, dönemin ulemasının talebi üzerine Kral Suud bin Abdülaziz zamanında çıkarılan kadınlara araba kullanma yasağının kaldırılması beklenebilir. Zaten sürekli spekülasyonlara konu olan bu anlamsız yasak, yine “maslahat” kuralına binaen alimlerce verilecek bir fetvayla yürürlükten pekala kaldırılabilir. Hayli sembolik olan bu kararla Suudiler liberal dünyaya onlarla birlikte olduklarına dair anlamlı bir mesaj iletmiş olurlar.
Katar krizi ve riskler
Sonuçta şunu söyleyebiliriz. Müesses Vehhabi nizam ancak Suud ailesinin sözünü dinler. Dinlememesi durumunda alternatif bir yaptırım gücü zaten bulunmamaktadır. Dinlemeyenler nizamın dışına itilirler.
1990’lı yıllarda ortaya çıkan İslamcı eğilimli Sahve (uyanış) ulema çevresi Vehhabi nizam içerisinde bu türden bir ayrılığın ürünüdür. Bu kesim klasik hadis usulündeki cerh (ravi tenkidi) teknikleriyle itham edilip dışlanmışlardır. Eğer hala cezaevinde değiller ise resmi görevlerden uzakta kendilerini davet ve tebliğ çalışmalarına adayarak itibarlarını yüksekte tutmaya çalışmaktadırlar. Diğer taraftan “saray uleması” olgusu Suudi rejimini bütünüyle reddeden cihadi Selefiliğe de ister istemez bir meşruiyet temeli sağlamaktadır. Sahve bu noktada toplumsal dindarlığın kızgınlıklarını absorbe eden bir işlev görmekte, devlet ricalinin haksızlık ve yolsuzlukları karşısında oluşacak umumi rahatsızlıkları “cihadi” bir hüviyete bürünmeden bünyesinde eritmektedir. Suudi rejiminin zorluğu da buradadır. Katar krizi ile başgösteren İslamcılık karşıtı atmosferin Sahve Selefiliğini de içine alan boyutu, yönetilmesi hiç de kolay olmayan bir süreç ile Suudi rejimini karşı karşıya bırakmıştır.
[Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesidir.]
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.