Songül Kundakçı Cansız: Kısa Bir Ömrün Uzun Hikâyesi

Songül Kundakçı Cansız: Kısa Bir Ömrün Uzun Hikâyesi
Öğretmen, muharrir; neşeli, nüktedan, muzip, çalışkan bir vatan evladı… Dalları meyve dolu bir ağaç… Taşlanan ama yılmayan, durmayan bir mücadeleci… Yiğit, mert, sert bir dava adamı; sanki Pembe İncili Kaftan’ın Muhsin Çelebi’si…

O sarışın, mavi gözlü, çiçek bozuğu yüzlü bir teğmen, bir savaş kahramanı…

Ülküsünün peşinde Türkçü bir aydın…

Türkçenin üvey evlat muamelesi gördüğü zamanlarda “Türkçe bizim manevî ve mukaddes vatanımızdır” diyebilen Türkçe sevdalısı bir kalem…

Yaşadığı dönemde rağbet görmeyen Türkçeye çiçekler açtıran bir hikâyeci.

Öğretmen, muharrir; neşeli, nüktedan, muzip, çalışkan bir vatan evladı…

Dalları meyve dolu bir ağaç…

Taşlanan ama yılmayan, durmayan bir mücadeleci…

Yiğit, mert, sert bir dava adamı; sanki Pembe İncili Kaftan’ın Muhsin Çelebi’si…

Otuz altı yıllık kısa hayatında karınca gibi çalışan ve edebiyatımızı 160’tan fazla hikâye ile şenlendiren bir kılavuz edebiyatçı: Ömer Seyfettin.

 “Mustafa Kemal Nesli” diye adlandırılan nesilden olan, esareti de ihaneti de gören, kısacık bir ömre büyük işler sığdıran Ömer Seyfettin’in bu yıl ölümünün 100. Yıldönümü.

1884’te Gönen’de doğar Ömer Seyfettin. Babası Yüzbaşı Ömer Şevki Bey, Gönen’de redif taburunda görevlidir. Ömer Seyfettin, Gönen’de geçen çocukluk yıllarından, ailesinden, çevresinden, yetişme koşullarından “İlk Namaz”, “Ant”, “Kaşağı” adlı hikâyelerinde bahseder. Bu hikâyelerdeki çocuk, yazarın kendisidir.

Yazarın “İlk Namaz” hikâyesinde tanıttığı anne Fatma Hanım; namaz kılan, Kur’an-ı Kerim okuyan ve bunları oğlu Ömer’e de öğreten bir annedir. Beş yaşındaki Ömer’e abdest aldırarak sabah namazı kıldıran şefkatli, tatlı dilli, sevecen anne Fatma Hanım, ilk namazı kıldırdığı haliyle Ömer’in hafızasında yer eder. Öyle ki 15 yıl sonra 20 yaşlarındayken soğuk bir kış günü sabah namazı için abdest alan Ömer Seyfettin, bu ilk namazını hatırlayarak hikâyesine konu eder. Bu hikâyede yazar annesinden dünyada en çok ve taparcasına sevdiğim tek insan, diye bahseder.

Kaşağı hikâyesinde “Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı” diye bahsettiği asker babanın çocukları üzerinde çok olumlu bir etkisi olmadığı, Ömer Seyfettin’e dinî ve millî değerleri daha çok annesi Fatma Hanım’ın telkin ettiği anlaşılır.

Çocukluk anılarına yer verdiği bu hikâyelerden anlaşıldığına göre Ömer Seyfettin’in şuuraltına yerleşen çocukluk hatıralarının kapısı, her zaman hikâyelerine açılır ve mazinin kalbinde açtığı yaraların itirafıyla kapanır.

Bu hikâyelerde yazar, uydurma kahramanların arkasına gizlenmeden kendisiyle ve çevresiyle hesaplaşmak ya da okurlarıyla dertleşmek ister gibi günahlarını, yaşadığı çatışmaları okurlarının gözü önüne serer. İç dünyasındaki acılardan bütün samimiyetiyle bahseden yazar, kendini olduğu gibi tanımaya ve tanıtmaya gayret eder.

Askerî okulda yetişen, tercümeler yapan, şiir, piyes, makale, hikâye yazan Ömer Seyfettin;  hikâyelerinde kendi neslinin acıklı ve hüzünlü hikâyesini yazarken aynı zamanda kendi hayat hikâyesini de kaleme alır.

Hikâye kahramanlarını kendisinin de yaşadığı Gönen, İzmir, Balkanlar, Selânik, Manastır, İstanbul’da dolaştıran yazar, özellikle bazı hikâyelerinde tamamen bazılarında da kısmen kendi hayatını kurgular.

İnsanın doğumundan itibaren yaşadıkları, gördükleri kişiliğinin oluşmasında etkilidir. İnsan; hayat boyu gördüklerinin, yaşadıklarının, tecrübelerinin, anılarının toplamıdır zaten. Çünkü geçmiş geçmez ve insan, unuttum dediği şeyleri aslında unutmaz. Anılar, insanın özellikle zor zamanlarında, yalnız kaldığı günlerde bilinçaltından birer birer ortaya çıkar. Ahmet Muhip Dranas’ın dediği gibi:

“Gün saltanatıyla gitti mi bir defa […]

Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;”

Ömer Seyfettin de hafızasındaki geçmiş günler bahçesinden iz bırakmış olan iyi-kötü, acı-tatlı hatıralarını bazen olduğu gibi bazen de biraz değiştirerek kaleme aldı ve eserlerinde hayatının bazı yönlerini yansıttı.

Ömer Seyfettin, Harp Okulunu bitirdikten İzmir dolaylarında beş yıl kadar kalır. Yanından ayırmadığı Koton isminde bir köpeği vardır. Yazarın hikâyelerinde yer alan Koton, hakkında yazılar yazılan, edebiyat tarihine giren meşhur bir köpektir.

Ömer Seyfettin, Meşrutiyet’in ilanından sonra Balkanlar’da Velmefçe, Pirlepe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina, Demirhisar, Cumayıbâlâ, Razlık gibi sınır yerleşim yerlerinde çete takip eder, isyancılarla uğraşır. Yakorit’te bölük komutanlığı yapar.

Önde kır atı üzerinde kendisi, arkasında özel olarak yaptırdığı sandıkları dolduran kitaplarını yüklettiği katır ve köpeği Koton’la karakoldan karakola, kışladan kışlaya taşınan Ömer Seyfettin’in elindeki mavzerin yerini her fırsat bulduğunda kalem alır; genç teğmen sürekli okur ve yazar, günlük ve hatırat tutar.

Balkanlarda görev yaptığı sırada tuttuğu günlükler, yazdığı hatıralar ve hikâyeler incelendiğinde Ömer Seyfettin’in deyim yerindeyse film gibi bir hayat yaşadığı görülebilir ama yaşananlar aynı zamanda koca bir devletin çöküşünün acı gerçekleridir.

Orhan Şaik Gökyay bir şiirinde bu vatan “Huduttan hududa yol bulup koşan / Cepheden cepheyi soranlarındır” derken ya da “Sencileyin hasmı rüyada değil, / Topun namlusundan görenlerindir” derken sanki Ömer Seyfettin’den bahseder.

Birtakım yazar ve şairler duydukları ve okuduklarıyla savaş edebiyatı yaparken o, asker bir edebiyatçı olarak Balkanlarda bizzat yaşadığı, tanık olduğu olayları günlük ve anı şeklinde realist bir gözle yazdığı hikâyelerinde anlatarak uyuyan Türk milletini uyandırmakla meşguldür. Çöküşü gören genç subay, gördüğü ve yaşadığı olaylardan incinmiş yaralı yüreğinin elemini Balkan yıllarında yazdığı hikâyelerinde kelimelere döker.

Ömer Seyfettin, Balkan coğrafyasında görev yaparken Osmanlı tebaası olan milletlerin millî uyanışını görür ve bunların Osmanlıcılık anlayışla uyutulan Türk milletine yaptığı ihanete şahit olur. “Nakarat” hikâyesinde yazar, Bulgarlarda olup da Türklerde olmayan milliyetçilik şuurundan bahseder.

Balkanlarda komitacıların yaptığı sayısız vahşete, Rumeli’den göç etmek zorunda bırakılan Türklere ve Osmanlı’nın peş peşe kaybettiği savaşlara şahit olan Ömer Seyfettin,  Beyaz Lale, Bomba gibi hikâyelerinde bunları bütün ayrıntısıyla anlatması sebebiyle cephede bulunmamış, savaşı uzaktan takip etmiş, feyzini Batı’dan almış kimselerce eleştirilmiştir. Hâlbuki yazar, bu hikâyelerinde savaşlarda cinsiyet üzerinden en çok zarar gören kadınların ve çocukların durumuna dikkat çekmektedir ki o yıllarda savaş bölgesinden gelen haberler ve fotoğraflar da bu yöndedir. Yazarı bir çocuk hikâyecisi olarak görüp eleştirenler yanılırlar.  

Ömer Seyfettin 1911’de ordudaki görevinden ayrılarak Selanik’e gider. Selanik’te Genç Kalemler’de “Yeni Lisan” isimli ilk başyazısı yayınlanır. Balkan Harbi’nin başlaması üzerine istifasından 14 ay sonra Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrılır. Yazarın kaderi milletinin makûs talihi ile birleşmiş gibidir. Yanya Kalesi’nin savunmasında 20 Ocak 1912’de Yunanlılara esir düşer ve yaklaşık bir yıl esir kalır.

Esaretten döndükten yazılarıyla geçinmeye çalışırsa da geçinemez. Geçim sıkıntısı çektiği için İstanbul Erkek Muallim Mektebinde ve Kabataş Sultanisinde “Edebiyat” öğretmenliğine başlar.

Osmanlının en zor zamanlarında on iki yıl subaylık yapan, Balkan Harbi’nde görev alan, esareti yaşayan Ömer Seyfettin artık yorgun, bezgin, karamsar ve hastadır.

Hatıra defterinden anlaşıldığına göre esirlikten döndükten kısa süre sonra annesi kanserden ölmüş, babası da bir başka kadınla evlenerek İstanbul’dan ayrılmıştır.

Evlenip huzurlu bir aile kurmak isteyen yazara bir komşusu Calibe Hanım’ı tavsiye eder. İttihat Terakki’nin önde gelenlerinden bir doktorun kızı olan Calibe Hanım, o günlerin modasına uygun, modern eğitim görmüş, Kadıköyü’nde Fransızların Saint Euphemie Okulu’nda okumuş, Moda-Mühürdar sosyetesinden zarif bir genç kızdır.

 Yazar, hatıra defterine Calibe Hanım’ı tam zevkine göre bulduğunu ama aşırı alafrangalık müptelası oluşunu anladığında titrediğini ama zamanla onu düzelteceğini yazar.

Calibe Hanım’la 31 yaşındaki yazar, iç güvey olarak 1915’te evlenir. 1916’da Güner ismini verdikleri kızları doğar ama evlilik Ömer Seyfettin’in düşündüğü gibi yürümez. Hayatını kazanmak için öğretmenlik yapan Ömer Seyfettin; bir yandan geçim kaygısı, bir yandan yazma isteği, bir yandan evliliğin sorumluluğu, bir yandan da iç güvey olmanın zorluklarıyla baş edemez. Bir kavganın peşinden evden ayrılır.

5 Eylül 1918’de Calibe Hanım’dan boşanır ve etrafında bir bina bile bulunmayan Kalamış’taki “Münferit yalı” adını verdiği küçük bir köşke taşınır. Ömer Seyfettin’in hayatının son iki yılını geçirdiği köşke verdiği isimle son yıllarındaki yalnızlığı örtüşür.

Eşinden ayrıldıktan sonra hastalanır, altı ay kendine gelemez. “Bu ayrılıktan çok yaralıydı.” diyen Yusuf Ziya Ortaç, bu süreçte yazarın durumunu şöyle anlatır:

“İki kere şikâyet etti. Bir kere: - İçim sıkılıyor…  Ama zamanla geçer, değil mi?... Diye, bir kere de, eski karısı, yeni kocasıyla yalısının önünden kahkahalar atarak geçtiği gün”

Arkadaşlarının anlattığına göre yazar, çok neşeli, nüktedan, sevimli ve muziptir. Ömer Seyfettin’in bu yönünü Yusuf Ziya Ortaç “Ömer’i mutlaka severdiniz. Tatlı, şakacı bir mizacı vardı. Ama, onun kahkahaları kadar hıçkırığa yakın gülüş görmedim” sözleriyle dile getirir.

Türkçülük fikrini savunan Ömer Seyfettin, Türk milletinin millî şuur kazanmasına, kalkınmasına engel gördüğü her şeyle, herkesle mücadele etmiştir. Ömer Seyfettin, “Vatan!... Yalnız Vatan..” kitapçığını insaniyetçiliği öne sürerek vatan sevgisini yok etmeye çalışan Masonlara karşı yazar. Ali Canip Yöntem, o yıllarda aydınlar arasında Masonluğun yaygınlaştığını, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve kendisi dışında Masonluğa ilgi duymayan neredeyse kimse kalmadığını söyler.

“Edebiyatımızın hedefi: ‘Çok laf, az eser’dir. Ben şimdilik bu hedefi ve bu anlayışı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi, öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi?”  diyen Ömer Seyfettin, yaşadığı sürede hep mücadele etti. Acıları, yokluk ve yoksunlukları onun sanatını besledi.

Yazarın bir türlü teşhis edilemeyen şeker hastalığı yanlış tedavilerle kötüye gitti. Acılar, yalnızlık ve hastalıklarla boğuşarak yaşadığı hayatı 6 Mart 1920’de Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nde çocuğunu sayıklayarak sona erdi.

Allah ruhunu şad, makamını cennet eylesin!

yazının devamı..

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.