Sezai Karakoç: Kerbela Olayı ve Tavizler

Sezai Karakoç: Kerbela Olayı ve Tavizler
"Dikkat edin, bilinçli olun; bu dünya bir sınav dünyasıdır. Şeytan Partisi de güçlüdür; biz gafil davranırsak, bizi yenebilir. Dolayısıyla gafil olmamak, gafil davranmamak, yanlış yapmamak, birlikte olmak, uyanık olmak ve Müslümanlar arasında nifak.."

Sezai Karakoç: Kerbela Olayı ve Tavizler

Dikkat edin, bilinçli olun; bu dünya bir sınav dünyasıdır. Şeytan Partisi de güçlüdür; biz gafil davranırsak, bizi yenebilir. Dolayısıyla gafil olmamak, gafil davranmamak, yanlış yapmamak, birlikte olmak, uyanık olmak ve Müslümanlar arasında nifak doğmaması için her türlü fedakârlığı yapmak, gerekirse son sınıra kadar tavizler vermek ama esastan, inançtan, imandan ve İslâm düzeninden zerre taviz vermemek zorundayız.

İslâm tarihinde çok önemli bir yeri olan ve çok acı bir gün, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün. Sadece Hz. Hüseyin’in değil, yanında sahabeler ve bilhassa onların çocukları, yani genç kuşaklar var. Adeta bir kuşak yok edilmek istenmiş orada. Bu hadise kıyamete kadar unutulmayacaktır.

Hz. Hüseyin’in, Peygamber Efendimizin (sav) torunu olması dışında bir başka önemli özelliği daha vardır. Bu özellik de Hz. Hüseyin’in, kıyamete kadar din için, İslâm için, İslâmi düzenin yaşaması için verilecek bütün mücadelelerin, savaşların ve yapılacak bütün fedakârlıkların bir timsali, bir sembolü olmasıdır. Asıl dikkat edilecek nokta budur. Peygamber torunu olması tabi ki önemlidir ve bu olay bizim için unutulmayacak bir acıdır. Ancak bu mesele sadece büyüklerimizin şehit edilmesi meselesi değildir. Çünkü hayat dediğimiz şey bir gün, bir şekilde nihayet buluyor. Önemli olan sebeplerdir; şehit olma ve şehit edilme sebepleri.

Neden şehit edildi Hz. Hüseyin ve çocukları, ashap, ashabın çocukları? Diğer soru da şu: Neden şehit oldular? İkisi arasında fark var. Hz. Hüseyin isteseydi, o ve yanındakiler şehit olmazlardı; biraz taviz verseydi, bazı şeylere razı olsaydı, anlaşmaya girseydi şehit olmazlardı. Hayır, bunu yapmadılar. Taviz vermediler. Tabii, bedeli ağır oldu, şehit oldular. Ama onlar zaten bunu göze almışlardı; zaten taviz vermeyi değil, şehit olmayı seçmişlerdi.

İslâm için, İslâm düzeni için. Şehit edenler de bir tesadüf sonucu orada değillerdi; onlar da kendi kafalarındaki düzeni kurmak ve yaşatmak için Hz. Hüseyin’i ve yanındakileri şehit etmişlerdi. İşte, onlar da bir küfür düzeni veya İslâmi olmayan bir düzeni kurmak ve devam ettirmek için peygamber torununu şehit etmeyi göze almışlardı. Biz onlara “Yezid” diyoruz fakat bu deyiş sadece Yezid’in şahsıyla sınırlı değil. Bu bir zihniyet meselesidir ve o zihniyetin yaptığı zulüm kıyamete kadar unutulmayacak ve lanetlenecek bir şeydir. Buna karşılık; Hz. Hüseyin de kıyamete kadar rahmetle anılacak ve İslâm için, din için hayatlarını feda edecek kadar mücadele verenlerin, İslâm için her türlü fedakârlığı yapanların başbuğu, seyyidi olarak, bir örnek olarak kalacaktır.

Mesele sadece bir mezhep meselesi değildir. Bu bir zihniyet meselesidir, iki zihniyetin karşılaşması meselesidir.

Terazinin bir kefesinde İslâm var, Allah’ın gösterdiği, lütfettiği yaşam tarzını müdafaa eden insanlar var. Diğer kefesinde ise bunu kabul etmeyen, dünyevilik yolunu açmaya çalışan, esasta Allah’a inanmayan ve keyfi bir düzen kurmak isteyenler var.

İşte, Hz. Hüseyin şehadeti seçmekle bu terazinin bir kefesini sonsuza kadar çökertmiştir; o kefeyi bastırmış ve öbürünü havaya kaldırmıştır.

Bu dünyada iki türlü yol vardır; biri Allah’a çıkar, diğeri Şeytan’a. Bu iki yol zahiri anlamda birbiriyle çarpışır, Allah bu çarpışmaya -imtihan sırrı gereği- izin vermiştir. Bu imtihanı kazanmak için Allah’ın yolunu seçip orada direnmek ve ısrar etmek lâzımdır. Bu imtihanı kazanırsak da ebedi hayatta en büyük mutluluğu yaşarız. İşte, Kerbela Olayı’nda bu iki yolun, bu iki tarafın çarpışmasını görüyoruz; hatta şeytanı, bir an için galip gelmiş gibi görüyoruz. Bir tarafta Şeytan ve güçleri, karşı tarafta Allah yolunun kahramanları var. Neticede, bir taraf kıyamete kadar lanete müstahak olmuş, diğer taraf da şehitliğin örneği, din uğrunda verilen mücadelenin, fedakârlıkların örneği olarak, kıyamete kadar rahmetle anılmak üzere tarihe geçmiştir.

Bir lider, bir baş ve bir seyyid olarak Hz. Hüseyin… Seyyid’in kelime anlamı “baş” demek. Ama seyyidler bizim terminolojimizde ikiye ayrılmış. İkinci anlamı “peygamber soyundan gelen” şeklinde kabul edilmiş. Sonraları Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere de “şerif” demişler, “seyyid” kavramı daha çok Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler için kullanılır olmuş.

Şimdi, dünyada iki yol var dedik; aslında iki de parti vardır. Her yolun bir partisi ve o partilerin programları, takipçileri, teşkilatları vardır. Kuran-ı Kerim Allah yolunun partisine “Hizbullah” demiş, yani Allah’ın Partisi. “Hizb” parti demek, ancak parti kelimesi Fransızcadır ve bir “bölünme” ifade eder, tam olarak “hizb” kelimesini karşılamaz. Meşrutiyet döneminde de “fırka” olarak tercüme etmişler. “Fırka” kelimesi ise “tefrika” kökünden gelir ve o da olumsuz bir anlam ihtiva eder. Gerçekte, bu kavramlar bir milletin selameti ve geleceği için yapılan programları, kurulan teşkilatları ifade etmek için uygun değildir. Ne “parti” kelimesi uygundur, ne de Arapça karşılığı olan “fırka” kelimesi. Allah, Kuran-ı Kerim’de bunun ismine “hizb” demiştir ve “tefrikayı” lânetlemiştir.

“Fırka olmayın, bölünmeyin, parçalanmayın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın..” mealinde bir ayet vardır Kuran’da. Nitekim “fırka” kabul edilmemiştir, “hizb” vardır; o da “grup” demektir, “insan topluluğu” demektir. Keza, yine Kuran-ı Kerim’deki ayrıma göre, iki hizbin ikincisine “hizbü’ş-şeytan” denilmiştir; yani Şeytan’ın Partisi. İnsanlar da ikiye ayrılmış, yine Kur’ani tabirle söylüyorum, “ashabu’l-yemin” yani sağ taraf insanları, uğur tarafı insanları ve “ashabu’ş-şimal” yani sol taraf insanları, “meş’um” taraf, uğursuzluk tarafı insanları. Diğer tabirler ise şunlar: “Ashabu’l-meymene” ve “ashabu’l-meş’eme”. Dolayısıyla, iki tür yol var ve yaratılışta bu iki yola tekabül eden iki tür insan var.

İşte, Kerbela olayında Hz. Hüseyin ve yanındakiler “hizbullah”ı temsil ediyorlar; Yezid ve adamları da “hizbü’ş-şeytan”ı temsil ediyorlar. Yezid ve adamları maddi anlamda kazanmış, Hz. Hüseyin’i öldürmüş olsalar da kıyamete kadar lânetlenmişlerdir ve zaten öbür dünyada cezalarını çekeceklerdir. Onlar, kıyamete kadar kötülüğün, zulmün örneği olarak kalacaklardır. Hz. Hüseyin de hakikatin, hakikatten taviz vermemenin, İslâm yolunda her şeyi feda etmenin ismi, remzi olarak kalacaktır.

Bir de şu var: İnsan bir şey için kendini feda eder, ama çocuğunu feda etmez; çocuğunu feda eder ama arkadaşını feda etmez. Hz. Hüseyin bunu da yapmış. Çünkü verilen mücadele Allah’ın dinine aittir, kendisine değil. Bu mücadelede herkesin feda olması gerekiyor. Yoksa kendisi için arkadaşlarının, çocuklarının kılına dokunulmasına razı olmaz. Hz. Hüseyin ve yanındakiler taviz veremezlerdi. Verselerdi Müslümanlar sapmış olacaklardı, esas bozulacaktı ve Allah bilir bir daha ne zaman düzelecekti. Onlar bu sorumluluğu üzerlerine almamış ve tavizi kabul etmemişlerdir. Çünkü taviz verilebilseydi, daha önce de verilebilirdi.

Hem Peygamber Efendimiz hem de Kur'an-ı Kerim Müslümanlara “birbirinizle anlaşın, uzlaşın”, “birbirinizi kırmayın”, “fedakârlığın azamisini birbirinize yapın” diye emir vermişler, nasihat etmişlerdir. Ortada böyle bir emir olduğu için, Müslümanlar zaten birbirlerine verebilecekleri bütün tavizleri vermişler, Hz. Hüseyin’e gelinceye kadar herkes birbiri için fedakârlıkta bulunmuş ama Kerbela Olayı’nda artık işin sonuna gelinmiştir. Artık taviz yok, savaş var; ölünürse ölünür…

Kerbala olayından önce de Hz. Osman’ın şehadeti hadisesi var. Hz. Ali halife olunca Hz. Muaviye ve yanındakiler itirazda bulundular, Hz. Osman’ın şehadeti dolayısıyla. Dediler ki: Bunun hesabını sormalısın, katiller ortada geziniyor! Tabii, Hz. Ali de gerekeni yapmak zorunda, yapacak da. Ama o anda güç var mı; Mekke’de, Medine’de veya toplumda bu hesabı görecek güç var mı? Yok, çünkü bir fitne başlamış, büyük bir olay meydana gelmiş, bir halife şehit edilmiş ve düzen bozulmuş. Hz. Ali hesabı görmek için fırsat kolluyor ama önce düzenin yeniden tesis edilmesi lâzım. Kuran-ı Kerim’de “fitne katilden eşeddir” diye bir ayet var. İşte Hz. Ali bu ayete göre öncelik belirliyor ve “Önce fitneyi bastıralım!” diyor, “Toplumu yatıştıralım, sonra suçluları cezalandıralım..” Fakat Hz. Muaviye ve etrafındakiler “Hayır!” diyorlar; “Önce cezalandır!” Normal bir düzen yok ki, öyle hemen polis falan gönderip katili yakalayamazsın. Eski dönemde kabile hayatı yaşanırken belki bu mümkündü; kabile reisi vardı ve o suçluyu meydana getirtir, kısas eder veya neyse artık cezasını verir. Ancak Hz. Ali’nin hilafeti döneminde koskoca Arabistan’a yayılmış bir devlet var, birçok kabile var işin içinde. Tabii, toplumsal olayların değişik yerlerde ve topluluklarda meydana gelme hızları değişiktir. Kabile zihniyetinden kurtulma herkeste aynı hızla cereyan etmeyebilir, etmemiştir de. Fakat Müslümanlar genel olarak devlet zihniyetine yükselmeye başlamışlar; dolayısıyla Hz. Osman’ın şehadeti olayında önce devletin düzeni yeniden sağlanmalı ki sonra hüküm, adalet yerine getirilebilsin.

Hz. Ali “önce devlet nizamını sağlama” yolunu takip ediyor, ama diğerleri beklemiyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri bu “beklememe olayını” bir içtihat kabul eder, ama Şia böyle kabul etmez. Şia, bu olayı küfür olarak yorumlar. Hatta Hz. Muaviye ve taraftarları için “Müslüman olmadılar” der. Bu yorumu ta Ebu Süfyan’dan itibaren alırlar. Ancak ehl-i sünnet âlimleri bu görüşte değildir. Çünkü Hz. Muaviye’nin yanında sahabeler de vardır ve bu olayı bir “görüş farkı” olarak açıklarlar.

Bu konuda benim düşüncem de şudur: Bu görüş farkında kabile zihniyetinin büyük tesiri vardır. O dönemin hukukuna göre, bir aileden biri öldürülmüşse, diğerlerinin o öldürülenin hakkını araması normaldir. Ancak Hz. Osman’ın şehadeti toplumsal bir olay. Dolayısıyla devlet bu davaya el koymuş; artık neticeyi beklemek ve sabretmek lâzımdır.

Bugün bile Güneydoğu’da süregiden kan davaları bu kabile zihniyetinin tezahürüdür. Kabileden, aileden biri öldürülürse, hemen diğerleri bunun hesabını sormak için harekete geçerler. Hz. Osman’ın şehadeti olayında da Hz. Muaviye ve taraftarları bu şekilde davranmıştır. “Ailemizin reisi şehit edilmiş, bunun hesabını hemen sormalıyız” düşüncesiyle işi çözmeye çalışmışlar. Fakat göz ardı ettikleri nokta şu: Düzen bozulmuş, ortada asker yok. Hz. Osman şehit edilirken kimse bir şey yapamamış. Hz. Ali’nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin yalınkılıç gelmişler, ama onların da gücü yetmemiş, Hz. Osman’ı kurtarmaya. Hal böyle iken, düzen yeniden kurulmadan nasıl katilleri yakalayıp cezalandıracaksınız?

Sonra, olayların nasıl geliştiğini bilirsiniz. İşte Sıffin Muharebesi oldu. Sıffin’de muharebe devam ederken bir ara verildi ve hakem olayı denilen olay gerçekleşti. İşte hakemler falan tayin edildi ve Hz. Ali de bu hakemleri kabul etti. Hz. Ali’nin bu kabulü bir tavizdir.

Şimdi, gelelim taviz meselesine. Hani dedik ya, Hz. Hüseyin taviz vermedi. Öyleyse Hz. Ali’nin bu tavrı nedir? Bu tavırda, Hz. Ali’nin amaçladığı şey, Müslümanların birliğini, düzenini korumak idi. Çünkü bunu Kuran-ı Kerim emrediyor. “Sulh içinde, birbirinizle kardeşçe yaşayın, birliğinizi bozmayın” diyor. Dolayısıyla, bir ihtilaf varsa, bu ihtilafın çözümü için verilebilecek bütün tavizleri vermemiz ve birlik noktasına yeniden ulaşmamız lâzım. Yoksa Hz. Ali isteseydi Sıffin’de savaşa devam edebilirdi. Ama Müslümanların kanı dökülmesin, uzlaşma sağlansın diye bu tavizi verdi. Ancak hakem olayında hile olunca, yine anlaşma sağlanamadı ve bölündüler. Hz. Muaviye Şam’da kendine göre bir idare kurdu, Hz. Ali Kufe’de. Aslında İslâm Devleti bölünmemeliydi, ama Hz. Ali de sonuna kadar savaşalım, çarpışalım demedi. Bir taviz verildi, yine de yerinde ve doğru bir taviz verildi. Çünkü Müslümanların birliği esastır ve bu birlik için verebileceğiniz her türlü tavizi, son sınırına kadar vermeniz icap eder.

Bu olayların hikâyesi tarih sayfalarında mevcuttur. İşte sonra Hz. Ali şehit edildi ve yerine Hz. Hasan geçti, Müslümanlar genel olarak onu seçtiler. Ancak Hz. Muaviye ve taraftarları Kufe’de ayrı bir idare olarak duruyorlardı. Dolayısıyla yeni çarpışmalar, yeni savaşlar ortaya çıkabilirdi. Bu noktada Hz. Hasan verilebilecek en büyük tavizi verdi ve Hz. Muaviye’nin hilafetine razı oldu. Sırf Müslümanlar birbirine girmesin, kırılmasınlar diye. Hz. Hasan “Muaviye de ashabtandır” dedi ve onun hilafetini kabul etti, anlaştılar. Sonra Hz. Hasan da, Hz. Muaviye de vefat etti ve Hz. Muaviye’nin yerine Yezid’i getirdiler.

Şimdi, bu meseleye bir parantez daha açalım ve diyelim ki; Emevilerden Mervan diye biri vardı. Mervan fitneci biri ve Hz. Osman’dan beri devlet yönetiminde söz sahibi ki, Peygamber Efendimiz (sav.) onu Medine’den sürmüştü, sürgüne göndermişti. O da ikide bir aracılarla Peygamber Efendimiz’e haberler göndermiş ve af istemişti. Fakat Peygamber Efendimiz (sav) onu affetmedi. Peki, Mervan neden ve nasıl devlet işlerinde söz sahibi olabilmişti?

Hz. Osman merhametli biriydi ve Mervan da onun ailesindendi. Bu yüzden Peygamber Efendimiz’e sık sık gelip onun affını isterdi. Ancak Peygamber Efendimiz, vefat edinceye kadar kaç kere müracaat olmuşsa da onu affetmedi. Çünkü Mervan, fitneci ve tehlikeli biriydi. Peygamberimizin vefatından sonra da Hz. Osman hep ailenin baskısı altında kaldı. Kabile zihniyeti vardı dedim ya, Beni Ümeyyeliler etkin insanlardı ve sürekli gelip Hz. Osman’ı sıkıştırdılar. Hz. Osman, Peygamberimizin vefatından sonra da çok defa Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e müracaat etti Mervan’ın affedilmesi için. Hz. Ebubekir “Resullah’ın affetmediğini ben de affetmem” dedi. Hz. Osman “Ama Peygamberimiz onu bir gün affedecekti, öyle bir hava sezmiştim” diye ısrar edince de Hz. Ebubekir şahit istemişti, Peygamberimizin böyle bir intiba bıraktığına kim şahittir gibisinden. Hz. Osman “Şahit yok” demiş, akrabası olduğu için kendisinin de şahitliği geçerli değil ve neticede, Hz. Ebubekir de Mervan’ı affetmemiş.

Ömer halife olunca, Hz. Osman da Mervan’ın affı için bu sefer ona başvurmuş. Hâlâ Mervan fitneci bir adam. Hz. Osman ne için bu kadar uğraşmış? İşte akrabalık bağı, merhamet falan… Hz. Osman’ın bu hali bizim için ibrettir; gereğinden fazla merhamet ve akrabalık duygusu insana yanlış şeyler yaptırır. Mesele merhametse, Peygamber Efendimiz en büyük merhameti gösterir ve Mervan’ı affederdi ama yapmamış, affetmemiş. Neyse… Hz. Osman ailenin, kabilenin baskısıyla bir de Hz. Ömer’e müracaat ediyor. Tabii, Hz. Ömer de “Hz. Peygamber’in affetmediğini affetmem, Hz. Ebubekir’in affetmediğini de affetmem” diyor.

Nihayet, Hz. Osman halife oluyor. Halifenin af yetkisi var ve bu yetki artık kendisine geçmiş. Yani affedebilir. Bu ehl-i sünnet âlimlerinin görüşüdür. Hem bu konuda Hz. Peygamber’le kendisi muhatap olmuş, artık şahide de gerek yok. Dolayısıyla Hz. Osman’ın Mervan’ı affetmesine hukuken bir şey diyemeyiz. Ancak sonuçlar göstermiştir ki Hz. Peygamber onu affetmemekte, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer onu affetmemekte haklıdır. Çünkü Mervan affedilir affedilmez gelmiş, Hz. Osman’ın kâtibi olmuş ve Hz. Osman’ın yaşlılığından, her işe bakamaz oluşundan faydalanarak bütün yönetimi eline almıştır. Sonra, yine fitne çıkarmaya başlamış, düzeni bozacak işler yapmış ve Hz. Osman’ın da şehadetine sebep olmuştur. İşte bir gün gelmiş, bu oyunlarla Yezid hilafete getirilmiş…

Şimdi, bir inceliği iyi bilmemiz lâzım; burada ince bir çizgi var: Ebu Süfyan da Peygamber Efendimiz’e karşı çok savaşmış fakat sonunda Müslüman olmuş ve Peygamber Efendimiz de onu Müslüman olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde oğlu da… Hz. Ali ile hilafet kavgasına tutuşmuş da olsa, ehl-i sünnet âlimleri onları Müslüman ve ileri gelenlerden kabul eder. Çünkü insan hata yapabilir, ama Müslüman olmakla, Peygamber Efendimizin onları affetmesiyle bu hatalar silinmiştir. İşte, bu noktada Şia’yla aramızda bir fark vardır. Onlar diyor ki: “Bunlar Müslüman olmadılar veya zorla oldular”. Ama Peygamber Efendimiz bunların Müslüman olduklarını kabul etmiş. Tabii, bu demek değildir ki Beni Ümeyye’nin tamamı Müslüman oldu, İslâm’a döndü. Beni Ümeyye’nin içinde fitneci bir çizgi kaldı. Bu düzen bozanlar falan, düşmanlık edenler, Yezid’i hilafete getirenler vs. Demek ki Yezid, İslâm döneminde yetiştiği halde, bu kalan çizginin tesiriyle eski terbiyeden, cahiliye dönemi eğitiminden geçmiş, o ruhla yetişmiş. O çizgiyle beraber küfür gelmiş ve sonunda, işte Hz. Hüseyin’i şehit etmişler.

Hz. Ali, Müslümanlar arasında fitne çıkmaması için gereken özeni göstermiş, gerektiğinde taviz de vermiş. Hz. Hasan ve birçok sahabe de böyle yapmış. Ancak bunlar yetmemiş ve Şeytan Partisi’nin üyesi olarak kalan Beni Ümeyye’den bazı insanlar bütün bu fitnelere sebep olmuşlar. Kendi ailelerinden olan Hz. Osman’ın (yanlışlıkla bile olsa) şehadetine, Hz. Hüseyin’in, onun çocuklarının ve ashabın, ashabın çocuklarının şehadetine sebep olmuşlar. Daha sonraları da zulüm devam etmiş, belki yüz bin kişi ölmüş; ta ki doksan yıl sonra İslâm âlemi tekrar kendine gelene kadar.

Bütün bu hadiseler bizim için ibret alınacak, kıyamete kadar unutulmayacak hadiselerdir ve özellikle üç konuya dikkat edilmelidir:

Birincisi, Hz. Osman’ın fazla merhameti ve akrabaya düşkünlüğü konusudur;

ikincisi de Hz. Ali’nin, Hz. Hasan’ın ve ashabtan bir grubun İslâm âlemi ve Müslümanlar bölünmesin, parçalanmasın diye gösterdikleri hassasiyet, kolaylık, fedakârlık ve taviz verme. Bunlar bize ışık tutan, bize örnekler sunan şeylerdir. Dolayısıyla, Müslümanların arası kolay kolay bozulmamalıdır, bozulamamalıdır.

Üçüncü bir konu ise Hz. Hüseyin’in kıyamete kadar sürecek olan örnekliğidir. İslâm bilinci, artık sınıra gelindiğinde İslâm’dan taviz verilemeyeceği ve Şeytan Partisi’nin Müslümanlar üzerindeki iktidarının kabul edilemeyeceğidir. Hz. Hüseyin bu konuda, bu yolda en büyük ve en parlak örnektir; kıyamete kadar da böyle kalacaktır. Allah şehitlerimize rahmet etsin, onlar cennettedirler, Allah bizleri de onların şefaatine nail etsin…

Evet, esasta iki parti vardır ve taraf seçmek bizim elimizdedir. Doğru tarafı arayacaksınız, Allah’ın Partisi’ni seçeceksiniz. Bugün dünyada Şeytan’ın Partisi hâkimdir, Allah’ın Partisi ile savaşmaktadır; şehit olunabilir, mahkûm olunabilir veya bir şey yapılamayabilir, ama önemli olan vazgeçmemektir, İslâmi bilinci kaybetmemektir. Müslümanlar daima bir olmak, birlikte olmak, birbirleriyle ilişkide bulunmak ve yalnız kalmamak zorundadır. İşte bakın; Hz. Hasan zamanında Müslümanlar dağılmamış olsaydı hilafet Yezid’in eline geçmezdi, Yezid’den önceki, sonraki ve onun zamanındaki zulümler olmazdı.

Bugün de Müslümanlara karşı büyük zulümler işlenmektedir; Filistin’de olanlar, Afganistan’da olanlar, Irak’ta olanlar, Türkistan’da olanlar... İslâm âlemi yara bere içinde, her tarafı sızım sızım sızlıyor. Dinleyin! Hz. Hüseyin lisan-ı haliyle diyor ki: Şartlar ne olursa olsun küfre rıza göstermeyin, zulme rıza göstermeyin, bir olun ve birlikte küfre karşı durun, son ana kadar direnin! O hayatıyla, kanıyla ve canıyla bize bu dersi vermiştir, bu örneği göstermiştir.

Bugün de Allah yolunda ısrar etme ve direnme zamanıdır. Tek başımıza değil, hep birlikte olma zamanıdır. Bugün de Müslümanlar arasında fitne doğmasın, birbirlerini kırmasınlar diye verilebilecek en büyük tavizleri verme zamanıdır; son sınırına kadar. Son sınır da artık ölme, canla veya kanla direnme zamanıdır. Nedir son sınır? Son sınırda ezanlar susar, camiler kapatılır. Mesela Balkanlar’da iki yüz bin mescid ve cami yıkılmış, kapatılmıştır. Almanya’dan Sibirya’ya, Çin’e kadar giden bir bölgedeki İslâm devletleri ezilmiştir, yok edilmiştir. Sofya’da dört yüz cami varken, bugün sadece bir cami kalmış; o cami de kapalıdır. Rodos’taki Paşa Camii bugün salhane olarak kullanılmaktadır, domuz salhanesi olarak kullanılmaktadır. İşte, bütün bunlar bizim gafletimizden, boş vermişliğimizden, dağınıklığımızdan kaynaklanmaktadır. Zamanında, Avrupa’nın ortasına kadar İslâm vardı. Şimdi, oradakilerin çoğu (yüz binlerce insan) göç etmiş veya öldürülmüş durumda. Hâlâ orada kalabilenler de hor ve hakir görülmekte, isimleri bile değiştirilmektedir; Bulgaristan’da, Yugoslavya’da zulüm ve baskı altındadırlar.

Bugün Bulgaristan sınırları içinde bir Zağra Şehri vardır; o şehrin müftüsü yazdığı bir kitapta (Zağra Müftüsü’nün Hatıraları) şöyle diyor: “Azizi vakt idik, a’da zelil kıldı bizi.” Yani, zamanın en aziz, en değerli varlıkları idik; a’da, düşman zelil etti bizi. Zelil kimdir? Yere serilmiş insandır, şerefi ayaklar altında çiğnenen insandır. Biz çiğnendik, namusumuz çiğnendi. Hâlâ, İslâm âleminin birçok yerinde aynen cereyan etmekte bu çiğneniş, bu zulme uğrayış. Fitne, işgal, istila, cehalet vs. bunlar sebeplerdir. Bize düşen Şeytan Partisi’nin üyeleri, yöneticileri ne kadar şiddetli olurlarsa olsunlar, birleşmek ve direnmektir, karşı koymaktır. Tıpkı Hz. Hüseyin ve arkadaşları gibi.

Zillete düşmenin en büyük sebebini de söyleyeyim ben size. Bu sebep kabile zihniyetinin bir neticesi olan üstünlük taslama hastalığıdır. İbni Haldun’u okursanız, orada çok güzel izah edilmiştir bu hastalık. Buna “asabiye” denir. Geçmişte, cahiliye dönemi Arapları kendilerini diğerlerinden üstün tutmuştur, insanları ikiye ayırmışlardır Araplar ve Acemler, yani Arap olmayanlar diye. Arapların içinde Kureyş üstündür, Kureyş’in içinde de Emeviler, Beni Ümeyye üstündür. Buna “asabiye nazariyesi” denir ve bu yol, Emevilerin takip ettiği bir yoldur. Emeviler, Türklere de köle gözüyle bakmışlardır; işte, Arap’ın dışındaki herkesi köle olarak görmüşlerdir. Tabii, Emevilere mensup her Müslüman da böyle değil; onların içinde bu zihniyeti sürdüren sadece bir çizgi kalmış.

Hz. Muaviye hakkında konuşurken de konuyu ikiye ayırıyoruz. Burada bir yanlış içtihat çizgisi, bir de küfür çizgisi vardır. Onların Hz. Ali’nin karşısına geçmesi bir hatadır, yaptıkları yanlış bir içtihattır. Biz, o zamanda olsaydık Hz. Ali tarafındaydık; bugün de Hz. Ali tarafındayız. Fakat yanlış içtihat çizgisi ile küfür çizgisi başka şeylerdir. Hz. Muaviye tarafında bir de küfür çizgisi vardır. Bu çizgi de asabiye nazariyesiyle olayları yorumlayan insanların çizgisidir; yani Araplar üstündür, Arapların içinde Kureyş üstündür vs. diyenlerin çizgisi. Hâlâ Kuran-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde şu söz vardır: Ne Arap Acem’e, ne Acem Arap’a üstündür; üstünlük yalnız takva iledir. İslâm’da ırkçılık yoktur. Ama o küfür çizgisinde bulunanlar ırkçılık yapmıştır, kabilecilik yapmıştır. İşte, bizim, ehl-i sünnetin farkı bu iki çizgiye dikkat etmiş olmamızdır; diğerlerinde bu yoktur. Onlar Beni Ümeyye’nin tamamını şeytani çizgide, küfür çizgisinde görürler. Nitekim fitne çıkaranlar, Kerbela’da Hz. Hüseyin’i ve yanındakileri şehit edenler de bu küfür çizgisinin temsilcileridir. Onların kılıçla, zulümle geçen hükümranlığı doksan yıl sürmüş ve çok acı bir şekilde sona ermiştir.

Hâsıl-ı kelam; tarih bize şunu söylüyor: Dikkat edin, bilinçli olun; bu dünya bir sınav dünyasıdır. Şeytan Partisi de güçlüdür; biz gafil davranırsak, bizi yenebilir. Dolayısıyla gafil olmamak, gafil davranmamak, yanlış yapmamak, birlikte olmak, uyanık olmak ve Müslümanlar arasında nifak doğmaması için her türlü fedakârlığı yapmak, gerekirse son sınıra kadar tavizler vermek ama esastan, inançtan, imandan ve İslâm düzeninden zerre taviz vermemek zorundayız.

Allah’tan şehitlerimize ve ecdadımıza rahmet, yaşayanlarımıza merhamet ve bütün insanlık için de hidayet diliyoruz.

Karakoç’un 24 Kasım 2012 tarihli konuşması)

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.