Roger Garaudy: İnsanlığın Yeni ve Son Dini Pozitivizm
Roger Garaudy: İnsanlığın Yeni ve Son Dini Pozitivizm
Bilimin geçmiş ve ölü bir anlayışı üzerine bina edilen bilimsellik, bir nevi hurafeler şeklini alır. Daha doğrusu, “bilimin” bütün problemleri çözebileceği kaziyesini temel alan totaliter bir entegrizm olur, onun ölçemeyeceği, deneyemeyeceği ve önceden bildiremeyeceği hiçbir şey yoktur. Bu güdük pozitivizm, hayatın en büyük boyutlarını ihmal ediyordu: Aşkı, sanatkârane yapıcılığı, imanı.
Bilimsel Entegrizm
Fransız eğitiminde hâlâ “Aydınlanma” döneminin, 18. yüzyıl felsefelerinin izlerini görmek mümkün. Devletin bir uzantısı ve kurulu düzenin bir hakimiyet unsuru haline gelen Kilise’nin —bugün olsaydı daha çok totaliter diye adlandıracağımız— teokratik iddialarına karşı haklı mücadelesi bu felsefenin, Voltaire ile sinsi ve alaycı bir şüpheciliğe, Holbach ile kasvetli bir dogmatik inkâra ve nihayet İhtilâl’in tam ortasında karşı ihtilalcilere karşı soykırım projelerine kadar gelip dayanmıştır.
“Benim valilerim, benim jandarmalarım, benim piskoposlarım” diyen Napoleon’un tanrı-tanımaz yeni ruhban sınıflı düzeninden ve “Restauration”un kara karşı tepkisinden sonra, İhtilâl’in kazançlarına süreklilik kazandırmak endişesi. Condorcet’ye göre hem vahşî bir anarşi doğuran “Aydınlanma” döneminin sorgulayıcı zihniyeti, hem de harekete karşı, “İlerlemeye” karşı bir silah olmaktan geri durmayan ruhban sınıfının maarif düşmanlığı bertaraf edilirken, gelişmeyi ve teknik aklı yeni bir dine dönüştürerek sanayicilerin ve mühendislerin iktidarına ideolojik bir nitelik kazandırmak isteyen Saint-Simon gibi teorisyenler peydah olur. Eski rejime geri dönülmesine ve yeni devrimcilerin, sanayicilerin iktidarına halel getirmelerine karşı mücadele veren Saint-Simon “ben sanayicilerden yanayım” diye tavrını açıkça ilan eder.
Bilimi bir doğma haline getirerek dolayısıyla yeni bir din ihdas etmiş olur: “Okulda oluşan bilimsel fikirler bilahare onları kutsal kılacak kılıflara sokulacaklardır.” ‘Yeni Hıristiyanlık’ adlı en son eserinde maksadının “16. yüzyılda başlamış olan devrimci süreci artık bitirmek” olduğunu yazar. Auguste Comte’un bilim ve siyaset anlayışını harekete geçiren de yine aynı saiklerdir. “Düzen ve İlerleme” onun sloganı olmuştur. “İlerleme” eski rejime karşı yeni sanayi düzenini serbest bırakmak için, “düzen” ise yeni sebeplerin önceden bilinebilmesi için gereklidir. Yeni düzenin ana ilkesi “bilim”dir.
Bilim, müşahede edilebilen olayların, incelenebilen ve ölçülebilen bu olaylar arasındaki ilişkilerin tamamıdır. Bilim burada durmalıdır. Kaynakları 13. yüzyıla kadar giden, insanlığın teolojik çağını şekillendiren sebep ve gayeleri araştırmaya yönelik geri dönüşleri katiyyen unutmalıdır. Meta-fizik çağ 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadardır. “Batı devrimi” adının verildiği ve Fransız devrimiyle doruk noktasına ulaşan insanlığın en kritik dönemi, olayları, kanunları ve ölçüleriyle “bilim” çağı demek olan pozitif çağ, Auguste Comte ile başlar. Hem insanlara hem tabiata uygulanan bu çağ, politikayı bir “sosyoloji” içinde masseder. Pozitif çağ, kesin ve ispat edilmiş bir din ile damgalanmış son tarih dönemidir. “Üç hal kanunu”nun hakim olduğu bu tarih felsefesi, yerçekimi kanunu kadar mutlak hakikat ve doğruluk derecesi gösterir.
Bu felsefe “insanlığın yeni ve son dini” olan pozitivist dinin ana prensibidir.
1848′de Comte, —pozitivizm adına— “Batı Avrupa Halkının Pozitif Eğitim İçin Hür Kuruluşu”nu kurar. Bu hareketini zinde kuvvetlere dayandırmak için “muhafazakârlara çağrı”da bulunur ve Rus Çarı ile Osmanlı İmparatorluğu Sadrazamına bizzat başvurur. İktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için bilimsel totalitarizmin bu nevzuhur dinine gerek olduğuna, her ne kadar Çar ve Vezir inanmış görünmeseler bile, Auguste Comte’un pozitivizmi bir buçuk asırdan beri cumhuriyetçi maarifin zımmî kaziyesi olmaktan geri durmaz.
Bir yandan kilise iddialarının saldırgan bir şekilde geri dönüşü teolojik orta çağın karanlık dönemlerine hapsedilerek reddedilirken, diğer yandan da Batı’ya üstün ırk olduğu güvencesi aşılanır. Batı artık Amerika, Asya veya Afrika’daki ilk kolonilerde Payyenlerin “Hıristiyanlaştırılmalarını” vaftiz eden eski kiliselerin öne sürdüğü gibi ilâhî bir seçimle değil, rasyonel, bilimsel ve teknik olmakla, “pozitif çağa girmekle” üstün ırk olmuştur.
Kolonicilik kendini, bir zamanlar olduğu gibi İsa’nın öğretisini yaymakla değil, “teolojik” dönemde kalmış “ilkel” halklara laik ve bilimsel bir medeniyet sunuyor olmakla aklamaya çalışır. Bu ideolojinin en sivrilmiş savunucusu, laik ekolün kurucusu Jules Ferry’nin, aynı zamanda Madagaskar, Tunus, Vietnam gibi yerlerde koloniciliğin yayılmasını sağlayan kişi olması tesadüfle değil, aksine entelektüel bir uyumun varlığıyla açıklanabilir. O Jules Ferry ki, bu ülkelere açtığı seferler ve sahip olduğu askerî hezimetlerden ötürü “Tonkinli” lakabıyla anılır olmuştur.
Bu aydın düşünür, Auguste Comte pozitivizminin bir başka müridi olan Stuart Mill’in İngiltere’de olduğu gibi, Fransa’da da koloniciliğin en sert teorisyeni olur. 28 Temmuz
1985 yılında Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada şöyle der: “Evet, bizim belli bir sistem üzerine kurulu kolonici yayılma politikamız vardır. Bu koloni siyaseti üçlü bir temele oturur: İktisat, insanlığa hizmet ve siyaset…” (Resmî Gazete, s. 1062)
Ekonomik neden: “Koloniler zengin ülkelerin sermayeleri için kârlı bir yatırımdır; meşhur Stuart Mill bunu ispat etmiştir.” Jules Ferry devamla “bir koloninin kuruluşu bir pazarın yaratılması demektir” der.
Siyasî neden: Bütün dünyada üsler elde etmek: “Tunus bize bunun için lâzımdı, Saygon ve Koşinsin bize gerekliydi, bunun için Madagaskar bize lâzım, bunun için Diego-Suarez limanındayız ve burayı asla terk etmeyeceğiz.” (Resmî Gazete, s. 1068)
İnsanî nedenler: Biz medeniyet götürüyoruz. Koloniciliğin bu ideolojik savunması, aynı gün Meclis’de, Jules Ferry’nin amansız inancını sergilemesine yol açar ki, bazı kısımlarını hatırlatmakta fayda var. (Resmî Gazete, s. 1065-1066)
Jules Ferry: “Camille Pelletan diyesidir ki, ‘Silah zoruyla kabul ettirilen bu medeniyet de ne demek oluyor?…’ Bakın, baylar, işte size tezimiz, bunun bir siyaset olmadığını, hele tarih hiç olmadığını söylemekte tereddüt etmiyorum: Bu düpedüz siyasî metafiziktir. Baylar, daha yüksek konuşmalı ve daha doğru olmalıyız. Şunu açıkça söylemeliyiz ki, üstün ırkların aşağı ırkların üzerinde tabiîdir ki, hakları vardır…”
Aşırı sol sıralarında gürültüler.
—Jules Maigne: “İnsan Hakları’nın ilan edildiği bir ülkede bunu söylemeye nasıl cesaret edersiniz?”
—Le Guilloutet: “Bu, köleliğin ve zenci muamelesinin ispatıdır.”
—Jules Ferry: “Eğer saygıdeğer Maigne haklı ise, İnsan Hakları Beyannamesi Ekvator Afrika’sının siyahları için yazıldı ise, hangi hakla onları mübadeleye, ticarete zorlayacaksınız? Sizi çağırmıyorlar ki onlar.”
Jules Ferry, koloniciliğin bütün kaziyelerini ortaya koyar böylece: “İnsan haklarının söz konusu olamayacağı”, “geri kalmış” halklar üzerinde Batı’nın mutlak üstünlüğü.
Beş asırdan bu yana koloniciliğin her türlü haksız kazançlarına ideolojik zemin oluşturan eli kanlı ve bilinç altına yerleşmiş bu Batı entegrizmi, kolonici maceraların tarih olarak en sonuncusunda o masum rolünü bir kere daha oynadı: Amerikalıların Körfez macerası. Uluslararası Hukuk’un dokunulmaz itibarı adına bir istilaya kurban giden hür bir toplumun müdafaası gibi tanıtılmıştır bu olay. Ne var ki, basit bir mukayese bile Birleşmiş Milletler kararları ve “Uluslararası Hukukun Korunması” bahanesi altında sırıtan ikiyüzlülüğü açığa çıkarmaya yeter. Zira sınır ihlali bir süper güç veya onların korudukları bir ülke tarafından yapılsa, başka tepki görür, bir Üçüncü Dünya ülkesi tarafından yapılsa bunun tam tersi bir tepki görür.
—28 Ekim 1983: Birleşik Devletler Grenada’yı işgal eder. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi derhal ülkenin terk edilmesini ister. ABD vetosunu kullanarak kararı geçersiz kılar.
—21 Aralık 1989: Birleşik Devletler Panama’yı işgal eder. Öyle ki, Panama’nın meşru temsilcisinin Güvenlik Konseyi önünde konuşmasını engellemeye kadar işi götürürler.
—Haziran 1967: İsrail, Kudüs, Batı Ürdün ve Gazze’yi işgal eder. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kudüs’ün uluslararası statüsüne yeniden döndürülmesini ister (3 Temmuz 1969, 267 no’lu karar). Birleşmiş Milletler Batı Ürdün, Gazze ve Golan’daki tüm işgal birliklerinin geri çekilmesini karara bağlar (22 Kasım 1967, 242 no’lu karar). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, işgal altındaki topraklarda Yahudi yerleşim bölgeleri kurulmasını yasaklar (Mart 1980, 467 no’lu karar).
Uluslararası hukukun yukarıda sıralanan hiçbir kararına saygı gösterilmemiştir. Birleşik Devletler bütün kararlarda veto hakkını kullanmıştır.
Ve işte karşıt örnekler: 2 Ağustos 1990 Irak birlikleri Kuveyt’e girer. Birleşik Devletler Irak’ın derhal ablukaya alınmasını ister ve Körfez’e Vietnam’dan bu yana görülmemiş bir şekilde askerî güç sevk eder. Bu birbirinin zıddı tutumlar niye? Çünkü ilk örneklerde yapılan işgaller Batı’nın kolonici eşkıyalık geleneğine uygun düşerken; Kuveyt misalinde yapılmak istenen Batı koloniciliğinin işbirlikçileri olan diktalarla bağları koparmaya çalışmaktır.
Kuveyt, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olsun, İngiliz mandası altında olsun Irak’ın hep bir parçası olmuştur. Irak devlet başkanı General Kasım 1961 başında petrol şirketlerinin imtiyaz haklarını ellerinden almaya karar verince Kuveyt, 19 Haziran 1961′de petrol şirketlerinin iradesi ve Batı’nın onayladığı askerî bir müdahale ile baştan aşağı “bağımsız” bir devlet haline getirilir.
Bütün bunlar Irak’ın ürettiği petrolün rahatça satmasını sağlayacak denize açılma imkânlarını tamamen ortadan kaldırmak ve tarihî ve kökü olmayan zayıf bir devlet kurdurarak, Kuveyt’in uçsuz bucaksız zenginliklerini kendi hizmetlerine almak için yapılır. Bir de başına bir kabile reisi atarlar: 1990 Ağustos’una kadar bütün hükümetler emir Sabah ve ailesi tarafından kurulur. Halkın sadece % 3′üne oy verme hakkının tanındığı bir seçimle işbaşına gelen parlamento, buna rağmen 1961′de feshedilir. Irak yöneticilerine tek tercih kalıyordu: Ya bu sözde egemen devlete, Batı’lı efendilerinin istekleri doğrultusunda petrol fiyatlarıyla oynama imkânı veren kolonici diktaya ebediyen boyun eğecek ya da bu tahripkâr oyuna bir son verecekti. Bu düşünce, ilhakı gerçekleştirmek için askerî bir operasyon gibi, kaba bir metodun kullanılmış olmasını unutturamaz elbette.
Irak hükümetinin binlerce esire oynattığı rol karşısında, dünyada milyonlarca insan ve ailenin duyduğu sıkıntıyı anlıyoruz. 1990′da görüldü ki, binlerce masum insanın takas parası gibi kullanılması dünya kamuoyunca haklı olarak dayanılmaz bulunmuştur. Ne var ki, bu bile şu korkunç davranışın ne anlama geldiğini unutturmamalıdır: Bu ülkeye uygulanan ambargo, esirler kadar masum olan milyonlarca sivili de açlığa itmiştir.
Saddam Hüseyin’in kişiliğine gelince ‘Hatıralarım, Asrımızda Münzevi Bir Gezinti’ adlı eserimizde onunla ilgili düşüncelerimizi kamuoyuna açıklamış bulunuyoruz. Bu nedenle burada söz konusu olan ne bir diktatörün ne de onun rejiminin müdafaasıdır, ortaya koymaya çalıştığımız Irak’a karşı yürütülen askerî operasyonların kolonici mahiyetidir.
Kolonici diktaya son verme girişimi, bazı halkları veya bir takım hakları korumak için değil de, Batı’nın gelişmesinin ana nedeni olan Körfez’deki petrollerin kontrolünü ele geçirmek üzere Amerika’nın askerî müdahalesine yol açmıştır. Böylelikle, Üçüncü Dünya ülkelerine, zenginliklerinin yağmalanmasına karşı savaşmak gibi niyetlerinden vazgeçmeleri ve ambargo değil de, bir savaş eylemi olan “abluka” tahriklerini uygulayarak ABD’nin Batılı diğer ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürmeyi istediği mesajları verilmiştir.
Dünya çapında bir casusluk ve kati merkezi olan CIA’in eski şefi Başkan Bush’un kolonici politikası, koloniciliğin bu yeni saldırısına karşı tepki olarak bütün Arap dünyasında bir entegrizm dalgasının tabiî olarak yayılmasına sebeb oldu. Bütün Üçüncü Dünya’yı kolonici ilişkilerin devamı ve bütün Batı’yı da ABD’ye karşı bağımlılığın devamı ile tehdit eden bir savaşa, zenginlerin fakirlere karşı açtıkları savaşa bile bile sürükledi.
Belki de entegrizmin en tuzak dolu şekli şuydu: Geleneklere gerici bir sadakatla bağlılık ve “teolojik” fanatizm lekeleri taşıyan, tek kıstası tabiat ve insanlara bilim ve teknik sayesinde hükmetme demek olan “ilerlemeye” ve “uygarlığa” ilk ağızda karşı duran diğer yaşam biçimlerinin tümü üzerindeki bilimsel ve teknikçi Batı’nın dokunulmaz üstünlüğüne olan inanç.
Kültür ve medeniyetler hiyerarşisi ile teolojik çağ —ki tanım neticesinde ilkel ve geri kalmış oluyor— hakkında bu pozitivist anlayış “asimilasyoncu” denilen bütün kolonici politikaların ideolojik temelini oluşturmuştur. Maksat, işgalcinin sistemiyle özdeşleşmek uğruna kendi öz kültüründen vazgeçmeyi kabul eden “yerli halkın elit” kesimini entegre etmek. Mesela, 1881′de “koloni” diye adlandırılmayı bırakan ve bir “vilayet” konumuna geçen Cezayir, böylece tamamen Fransa’ya “entegre” oluyordu.
Cezayir Müslümanlarını, laik elitler sayesinde fethetme düşüncesindeki Jules Ferry’nin bu büyük fikri şu neticeyi doğurdu: Okul çağına gelmiş Müslümanların Fransız okullarında okuyanlarının oranı 1890′da % 1,9, 1908′de % 4,3, 1944′de ise % 8, 8 olmuştur. Oysa Emir Abdülkadir döneminde halkın % 65′inin Arapça “okur-yazar” olduğu Cezayir, 20 senelik bir Fransız varlığından sonra bağımsızlığını ilan ettiğinde halkın % 65′inin cahil kaldığı bir ülke durumuna düşmüştür. Arap kültürü ayaklar altına alınmış, Fransız kültürü ise, ancak küçük bir azınlığa benimsetilebilmişti.
Encyclopedia Universalis, “asimilasyonun” üç kıstasını kolonicilik değil de göç çerçevesinde ele alır:
—Kültür teması neticesinde kendi öz kültüründen vazgeçen göçmen, “kabul gördüğü ülke”nin değerlerini ve davranış biçimlerini zamanla benimser.
—Entegrasyon: “Aday” kişiliğinde asimilasyon yönünde gözlemlenecek transformasyonlarla bu dönüşüm belirlenir.
—Çözülme —tarifi aynen aktarıyorum—: “Yeni gelenler ayrı bir kimliği muhafaza ettikleri müddetçe massetme tamamlanmış olmaz ( ) (sosyal) kimliğin tümüyle kaybolması, topyekun massetmenin gerçekleştiğine iyi göstergedir.” (Encyclopedia Universalis, c. 11, s. 618)
Neticesi “Batı uygarlığı” olan, insanlığın lineer bir tarihî evrim gösterdiği iddiasındaki doğma, sadece diğer medeniyetleri inkâr veya yok etmekle kalmamış, cemiyet boyutunu ferdiyetçiliği adına, insanın yüce boyutunu ise, pozitivizmi adına zaafa uğratan Batı medeniyetinin kendi kendini fakirleştirmesine de yol açmıştır.
Pozitivizm ile birleşmiş bir lâiklik, cemiyet ve yüceliğin inkârı ile karıştırılan bir modernlik anlayışı, Batı’nın manevî çöküşüne yol açmıştır.
Bu toptancı bilimselliğin bütün doğmaları gibi, diğer tüm entegrizmler de arkaiktir (eskidir). Bilimsel pozitivizm bir asırdan beri müruru zamana uğramış bir bilim anlayışına dayanır. Auguste Comte’un mekanist anlayışına göre, değişmez bir uzayda ve lineer bir zaman içinde tamamen ölçülebilen itişmelerle birbirlerine tesir eden sınırlı bütünlerden oluşmuştur dünya. Ve her şey insanın ve onun sorularının dışında mevcuttur. Bu insansız dünya anlayışı iki bin yıl öncesinin Epicure atomculuğu kadar eskidir.
İçinde bulunduğumuz asrın ilk yarısında bilimlerin gösterdiği gelişme, izafiyet teorisinin ve kuantum fiziğinin keşfi sayesinde bizlerin dünya önünde bir donenin değil, keşfedilmeyi bekleyen ve sürekli doğuş halinde olan bir eserin önünde olduğumuzu öğretti. Modern fiziğin temellerini oluşturan bu iki teori bizim görüş açımızı kökünden değiştirmiştir.
Kuantik fizik bakış açısında, diğer objelerden ve insandan kopuk olan, kendine özdeş “obje” nosyonu ortadan kalkar: Gözlemci artık iştirakçidir, kâinat, her alt birimin, bütüne olan bağları ile tanımlandığı nispetler arası bir dokudur. Kitlenin enerjinin meydana çıkmasından başka bir şey olmayacağını söyleyen izafiyet, kozmozu bize, kavranılamaz olan “maddenin” ancak faaliyeti ile kendini gösterdiği bir okyanus gibi tanıtmaktadır.
Einstein, klâsik fiziğin bütün mefhumlarını yerle bir ederken, mantıkta yaşanan bu depremin trajik bir deneyini de yapmış oldu: “Toprak, âdeta ayağımızın altından kayıyor, hiçbir yerde ona dayanacağımız, üzerine bina edeceğimiz somut tek bir şeyimiz dahi kalmıyordu. Ayniyet, obje, illiyet, uzay, zaman, rasyonelin bütün bu güven verici çatısı çöküyordu” diye yazar ‘Benim İnandıklarım’ adlı eserinde.
Bilimin geçmiş ve ölü bir anlayışı üzerine bina edilen bilimsellik, bir nevi hurafeler şeklini alır. Daha doğrusu, “bilimin” bütün problemleri çözebileceği kaziyesini temel alan totaliter bir entegrizm olur, onun ölçemeyeceği, deneyemeyeceği ve önceden bildiremeyeceği hiçbir şey yoktur. Bu güdük pozitivizm, hayatın en büyük boyutlarını ihmal ediyordu: Aşkı, sanatkârane yapıcılığı, imanı.
Bu gerici bilimsel entegrizm, teknokratik bir zihniyeti besleyen Batı kültüründeki çözülüşün aynı zamanda hem bir etkeni hem de bir işaretidir, İnsani hedefler üzerinde düşünmeksizin teknik konulardaki hakimiyetimizin yayılması, insanın ve çevrenin canlı bir şekilde gelişip serpilmesine değil, tahrip olmasına yol açmıştır.
Bugün “Marksizm” diye adlandırılan ama aslında onun bozulmuş bir hali olan düzen, Batı’nın bu pozitivist bilimselliğinin lekelerini taşır üzerinde.
Roger Garaudy, Entegrizm, Türkçesi: Kâmil Bilgin Çileçöp, Pınar Yayınları, 2. Baskı, Ocak 1993, s. 15-24
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.