Ortadoğu'da insanın imajla aldatılmışlığı...

Ortadoğu'da insanın imajla aldatılmışlığı...
Batı politikalarının ürünü olan Uluslararası kamuoyunda hâkim Müslüman imajı, zihinlerde gerçeğin yerini almaktadır. Öyle ki bölge halkı bu negatif...


Batı politikalarının ürünü olan Uluslararası kamuoyunda hâkim Müslüman imajı, zihinlerde gerçeğin yerini almaktadır. Öyle ki bölge halkı bu negatif imajın etkisiyle bakın nasıl bir psikolojinin kurbanı olabilmektir

Sen nasıl bir yükü sırtlandığının farkında mısın  ey  ?zalim ve cahil insan? ?...

Mısır ve Tunus?da başlayan ve diğer Ortadoğu ülkelerinde alevlenen yönetim karşıtı gösterilerle ilgili olarak, Federal Almanya Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz?in ?İslamcılar da çözüm sürecine katılabilir? dediği için gene bir Alman gazeteci tarafından suçlayıcı bir üslupla eleştirilmesi, Batı dünyasında Müslümanlara yönelik imaj oluşturucu önyargıyı çağrıştırıyor.

Eleştiriye muhatap olan Ruprecht Polenz, Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU)  partisindendir, ama genelde Hıristiyan Demokratların Türkiye?ye ve Müslümanlara yönelik  mesafeli, hatta dışlayıcı tutumundan farklı olarak, tarihsel ve güncel ilişkiler itibariyle İslam ve Avrupa?nın bir arada var olmasının önemli olduğunu savunur. Bu kişinin CDU Genel Sekreterliği görevinden alınarak, Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanlığına getirilmesi de,  Federal Almanya Başbakanı (Şansölye) Angele Merkel?in  aynı zamanda CDU Genel Başkanı sıfatıyla temsil ettiği siyasal iradenin bir anlamda muktedir olma kompleksinin sonucu ve yansıması olarak görülebilir. Çünkü Polenz, kendine özgü fikirleri ve buna uygun duruşu olan bir siyasetçi. Parti Genel Sekreteri olarak yerine gelen kişinin, ?ben Genel Başkana daha büyük bir destek pozisyonu oluştururum? şeklindeki sözleri de bunu gösteriyor.

Demek ki, fikir sahibi olan ve kimi zaman iktidar/güç sahibi olanın beklentisine, çıkar algılamasına ters düşen bir yardımcı ya da danışman, merkezî konumdan çevresel konuma itilebiliyor. Muktedir olma uğruna, fikirden ziyade ?destek pozisyonu? aranılabiliyor. Bu, şahıslar ve devletler ya da siyasal rejimler düzeyinde olabiliyor. Ortadoğu?da gerek devlet - halk ilişkisi gerekse devletin karar merkezinin Batılı güçlerle ilişkisi de bu çerçevede düşünülebilir.

İşler böyle yürüyünce, siyasal tercihler de gerçekliğe uygunluk yerine, sığ keyfîlik ya da algılama temelinde oluşuyor. Örneğin,  şimdilerde Batıda bazı kesimlerde şöyle bir yargı mevcut: Mısır?da ve diğer Müslüman ülkelerde diktatörlere karşı ayaklanmanın akabinde eğer İslamcılar iktidara gelirse, hemen İran ile ittifaka girişirler, ondan sonra yapacakları ilk iş İsrail?e saldırmak olur, bu ise Üçüncü Dünya Savaşı?nın fitilini çekmek demektir.

Acaba öyle mi olur? Öyle olmak zorunda mı? Bu kanaat, belirli bir çıkar ve tehdit algılamasının tezahürüdür. Soruya isabetli bir yanıt verebilmek amacıyla önce iki husus üzerinde düşünmek durumundayız. Böylelikle, gerçeğin siyasi amaçlarla tersyüz edilmesi sonucunda yerel ve küresel ölçekte hırs ve politika bezirgânlarının uluslararası kamuoyunu yanıltarak sözü edilen coğrafyada bir asırdan beri sahneledikleri oyunun deşifre edilmesi de kolaylaşabilir.

Birincisi; yöneten-yönetilen ilişkisinin mevcut Batı standartlarına uymadığı, demokratik kurumların gelişmediği, halkın özgürlüğü kısıtlanmış koşullarda yoksul ve tepkisiz biçimde yaşamaya mahkûm bırakıldığı bu ülkelerdedeğişimin (gelişmişlik) hiçbir zaman olamayacağını mı varsaymalıyız? Sorgulamamız gereken ikinci husus, söz konusu Müslüman ülkelerdeki bu kötü manzaranın nereden kaynaklandığıdır. İslam?dan mı, yoksa halksız ve dış bağlantılı/güdümlü keyfî politikadan mı? dünyanın başka bölgelerinde gözlemlendiği gibi bir

Birinci hususla ilgili olarak şunu önceden belirtelim ki,  söz konusu ülkelerde istikrar adına özgürlüğün ve halkın refahının göz ardı edilmesine ortam hazırlayıcı nitelikteki Batılı politikalara karşı, az da olsa, bireysel olarak vicdanının sesine kulak verip eleştirel tavır alan kişiler de vardır Batıda. Bunların hakkını teslim etmeliyiz. Onlar istisnadır. Ama Ortadoğu ülkelerinde iyi yönde bir değişimin olamayacağına dair bir önyargıya tutunanlar, hatta bu türden bir gelişmeyi kendi çıkarları için iyi bulmayanlar, esas politikaya yön verenleri oluşturuyor.

Biz sorumuza dönelim. İlk soruda dile getirdiğimiz değişim ve gelişme, Batılı kuramcılara kalırsa, hiç mümkün değildir. Ama bu, gerçekliğe uygun bir açıklama sayılmaz, çünkü esas verilerin analizini değil gerçeğin imaj kılıfıyla farklı biçimde sunulmasını ya da yansıtılmasını hedefler.  Hedefe ulaşmak ve gücü arttırmak için her türlü aracı ( tabii ki yalanı da)  mubah sayan böylesi siyasal gerçeklik mantığı yerine, tüm gerekli verilerin ve değişkenlerin analizini esas alacak bir konjonktürel gerçeklik perspektifi gereklidir. Gerçekliğin bir olgu olarak tanınıp ona göre davranılması amacına yönelik olan söz konusu perspektif, herkesin ve her şeyin hakkını teslim etmeyi gerektirir.

Ortadoğu gerçekliğini bu açıdan iyi incelediğimiz takdirde, aslında, sosyolojik temelde ulus ve devlet olma niteliklerine tam anlamıyla sahip olmadığı halde, Batılı güçlerin yönlendirdiği dünya siyasetinin Osmanlı coğrafyasına müdahalesinin sonucu olarak ortaya çıkan bu ülkelerdeki totaliter yönetimler altında yaşamak zorunda kalmış insanların (halk) bir değişim iradesi ortaya koymalarının kolay olmadığını görürüz. Buna yeltenenlerin geçmişte başlarına ne geldiği biliniyor. Ama zaman öğüt ve fikir verir insana. Siyasal gerçeklik atmosferinde esas gerçekliğe yabancılaştırılan Arap toplumu bir yandan Türkleri Osmanlı döneminde sömürgeci, Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise İslam?dan uzaklaşmış bir Batıcı olarak değerlendirirken; bir yandan da İngiltere, Fransa ve ABD?nin ?böl ve hükmet? siyasetinin hoş görünümlü imaj kılıfıyla sunduğu Krallık, Emirlik payeleriyle yeni kimlikler ediniyordu. Ne var ki, bu sözde devletler ile ulusal kimlikler, buz tutmuş bir göl üzerindeki düzgün satıh kadar çekici ama bir o kadar da kırılgan idi. Devlet olamayan devlet, vatandaşlarına güvenli bir hukuk sistemi içerisinde iyi bir yönetim sunamazken, komşularıyla da ihtilaflıdır. Irak-Kuveyt, Suriye-Mısır, Suudi Arabistan-Yemen ihtilafları buna örnektir. Libya zaten hukuk tanımayan bir çete reisinin tahakkümü altındadır.

İşte şimdilerde Ortadoğu ülkelerinin sokaklarında, meydanlarında gözlemlenen olaylar,  göl üzerindeki buzun erimeye başladığının göstergesidir. Bu, kurtuluşa yönelik bir yapıcı kaos ve değişimin de habercisi olabilir, yıkıcı kaosa da yol açabilir. Meydanlardaki insanların slogan ve talepleri, bunların bugüne kadar hem dinî hem de siyasî/dünyevî beklentilerinin karşılanmadığını gösteriyor. İnsanın ihmal edilmesidir bu. Çok tehlikeli bir şeydir. Aynı zamanda insanın imajla aldatılmışlığının serüvenidir.

İnsanın ihmal edilmişliği gerçeğinden hareketle, ikinci sorumuzun yanıtını bulmaya çalışalım. Libya?da Kaddafi, Irak?ta Saddam, Mısır firavunları ya da diğerleri, bunların tamamı insanın düşünmekten ve sorgulamaktan ürkütüldüğü  despot çete rejimlerinin mimarları olmuşlardır. Hâlbuki bu insanların mensubu olduğu dinin temel öğretileri okumayı, düşünmeyi, varlıklar ile ilgili tefekkürü, doğruyu destekleyip teşvik etmeyi, yanlış ve kötüye karşı çıkıp onu engellemeyi öneriyor. Sadece önermekle kalmıyor, bunu bir vesayet ödevi olarak yüklüyor insanın omzuna. Çünkü o üstlenmişti bu ağır görevi en başta. ?Gökler, yer ve dağlar çekinmişti de, insan yüklenmişti emaneti?. Başı bulutlara değen dağlar bile eriyebilirdi belki o ulvî ödevin ağırlığından? Yüceler Yücesi?nin haşyetinden ? Sen nasıl bir yükü sırtlandığının farkında mısın  ey  ?zalim ve cahil insan? ?...

Neydi insanın söz konusu sorumluluğa uygun davranmasını engelleyen? Onu zelil ve bozguncu kılan? Ortadoğu?da dünyanın hem maskarası hem sızlayan vicdanı ve gözyaşı hâline getiren? Cellâtlı diktatörlerin bekçiliğini yaptıran? Esas sorgulanması gereken budur.

Uluslararası kamuoyunda hâkim olan Müslüman imajı, Ortadoğu örneğinde ifade etmeye çalıştığımız somut insan manzarası ile onun oluşumuna yatırım yapan Batı politikalarının ürünüdür. Bu, aslında, bir imajdır ama zihinlerde gerçeğin yerini almaktadır. Bu yüzden de tehlikelidir. Öyle ki, bölge halkı bu negatif imajın etkisiyle kendi kendine telkinde bulunarak, özgüvenini yitirme noktasına gelmiştir.

Ortadoğu?da gözlemlenen bu kötü durumdan sorumlu olanın İslam değil, emanete ihanet etme eğilimindeki insan ile siyasal rejimlerin halksız politikaları olduğunu anlatmak da bundan dolayı zorlaşıyor ve yanlış imaj sürüp gidiyor. Ortadoğu?da zaman, insanın imajla aldatılmışlığını aşma zamanıdır.

Ibrahim S. Canbolat - Haber 7

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.