Mustafa Everdi: Nuri Pakdil - Efsaneden Pop İkona

Mustafa Everdi: Nuri Pakdil - Efsaneden Pop İkona
Bu efsaneye şahit olmaya gittiğinizde sizi anlamsızlığa, idealist halinizi tuzla buz eden bir kararsızlığa, paraları buruşturmak gibi sembolik eylemliliğe, ‘oku oku yoktur sonu’ karamsarlığına iten bir karşılanma.

Mustafa Everdi: Nuri Pakdil - Efsaneden Pop İkona

Bu efsaneye şahit olmaya gittiğinizde sizi anlamsızlığa, idealist halinizi tuzla buz eden bir kararsızlığa, paraları buruşturmak gibi sembolik eylemliliğe, ‘oku oku yoktur sonu’ karamsarlığına iten bir karşılanma. Herkes sizden ülkeyi kurtaracak atılımlar beklerken Nuri Pakdil’le karşılaşmaktan gelen travma sarsıcı.

Anadolu’dan üniversiteye gelen her öğrencinin Ankara’da uğrakları vardı(r). Kitabevleri, dergi merkezleri bunların başında gelir. Yazılarını okuduğu üstadları dünya gözü ile görmenin arayışından kaçınamaz hiçbir talip.

Bizleri taşrada, köyümüzde, kasabımızda, şehrimizde, kalemin cömert memesinden emziren insanları tanımayı ertelemek ne mümkün! Öyle ya, sonuçta bilinmez perdelerin gerisinde yazan görünmez ruhlar değildi onlar? Seçtiğimiz yolun sağlaması olacaktı tanışmak, belki bize de bulaşacaktı yazabilmek yeteneği.

İslamcılar için Mavera Dergisinin Selanik Caddesindeki küçük bürosu uğrak yerlerinden biriydi. Fatih Yurdakul’un Fatih Kitabevi, Saatçi Musa’nın yeri. Bütün bu uğraklar arasında dolaşırken bir isim fısıldanırdı sürekli. Sırça kuledeki inzivası, DPT’nin ulaşılmaz burçlarının görünmez bir odasında saklanan efsane: Nuri Pakdil.

1960 darbesinden sonra sosyalistlerin SSCB gibi Türkiye’yi merkezî bir kalkınma ile “kurtaracağı” bir iç kale idi DPT. Devlet Yokuşu’nda nasıl kurulduğunu, hangi kadrolarla yola çıkıldığını anlatır Ali Nejat Ölçen. 5 yıllık kalkınma planları yapan, Anadolu’da bir köye içme suyu gelecekse bile hangi ölçülerle yapıldığı bilinmeyen bir onay alınmak zorunda kalınan merkezi planlama.

DPT’de bürokrasinin, topluma ters düşen sosyalist bir körlükle yapılandığını biliyoruz. İç ilişkileri, iç denge ve dengesizlikleri ile başlı başına bir sorun kaynağı. Sonra bu sorunları devlet bürokrasisini kaynayan kazana çevirme küstahlığı, iktidarlara direnmeyi seçerek verimli ve sağlıklı bir yönetimi güçlüklerle bunaltan yapılanma. Entrikacı bir yapının, iktidar olsanız bile muktedir olmanızı engelleyen solun kalesi DPT.

Demirel ve Milliyetçi Cephe iktidarları bu kuruma el atmak zorunda kaldı. Acilen millileştirilmesi öncelikliydi. Yoksa hükümetlerin eli kolu bağlanır, hiçbir iş yapamaz hale gelirdi.

Viyana’ya “mehter dinleyerek ve pilav yiyerek” gidilmesini doğal bulan bir ideolojiyi iktidar yapacak, “bize plan değil pilav lazım” diyen Demirel zihniyetine güç verecek kadro lazımdı. DPT’ye alınmak başlı başına bir statüydü. Hükümet programlarını yazacak ve icraata çevirecek insanları bulmak, kazanmak, DPT’ye atayarak liyakâtle donatmak, hükümetlerin ilk önceliğiydi. Sürekli göz önünde ve tartışılan bir kurumdu bu yüzden DPT. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan ve bürokrasi çarklarını işletecek yetenekte olmaları gerekirdi bu kuruma alınanların. Bu kadrolar arasında, Nevzat Yalçıntaş, Hasan Celal Güzel, Rasim Özdenören, Beşir Atalay, Erdem Beyazıt… Hatırlaya bildiklerimiz. O dönemlerde “aşırı uç” olduğunuz ithamını yineleyip duran bir düzende, üstadlarımıza kurumun kurtarılmış odalarında ulaşabiliyorduk. İnsana güven ve umut veren gözlemlerle zenginleşerek…

Türkiye’de imkân ve olanak kelimesini kullanmanın, cepheleri tayin ettiği dönemdi o zamanlar. Okul kitaplarında, TRT de bu iki kelimenin kullanılmasına bakarak kimin iktidarda kimin muhalefette olduğunu anında bilebilirdiniz. “Saçma” tutumların ideolojik tercihlere dönüştüğü bir dönemdi. İmkân kullananlar sağcı-mukaddesatçı-milliyetçi, olanak kullananlar Ecevitçi-sosyalist-komünist.

Akıl tutulmasının zihinleri işgal ettiği bu dönemde, Nuri Pakdil, İslamı öztürkçe anlatan, müslümanı olanakla da konuşturan bir tercihle bizi taraf olmaktan çıkarmıştı. Üçüncü bir yol olduğunu göstermişti fiilen. Notları ile Batı’yı eleştiren yazıları çığır açıyordu edebiyat dünyasında. Tiyatro oyunları, denemeleri; şiirleri ve özel üslûbuyla ve dönemin söyleminden çok farklı bir kimlikle yayın politikasını kurdu. Belki derginin aristokrat, seçkinci bir yanı vardı ama, ele aldığı konularla (Afrika, Cezayir, Latin Amerika, Ortadoğu edebiyatıyla) ve diliyle bir ilki gerçekleştirdi. Batılılaşmayı eleştirirken fazla argüman ortaya koymaya çalışmıyor, kaynak gösterme ihtiyacını duymuyordu… Sadece duygu aşısı yapıyordu Pakdil…Öğretmiyordu, coşku veriyor ve en kallavi sloganları zihnimize yerleştiriyordu. Allah vergisi bir karizması vardı bunu yaparken.

Edebiyat Dergisi sıradışı, dönemin tartışmalarına ve gündemine teslim olmayan kendi mecrasında yürüyen bir ekoldü. Ankara’da yoksunluklar içinde okumaya çalışan Anadolu çocuklarına yabancı dil öğrenmeyi teşvik eden, otostopla bile olsa seyahati öngören bir farklılık. Zaten Cahit Zarifoğlu bunu gerçekleştiren ilk İslamcı. Otostopla Avrupa’yı gezip okyanusa dayanmış. İnsanda oluşturduğu ufuk genişliğini Yaşamak da anlattı bize; sanki Mantıkut Tayr’ın günümüz versiyonuydu, okyanusa ulaşabilmek.

Ben Ankara’ya öğrenci olarak geldiğimde dergi yayındaydı…. ama ulaşmak ne mümkün? Mavera’nın küçük bürosunda, DPT’nin koridorlarında Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, gençlere ufuk açan ve umut veren yaklaşımı ile ne kadar mütevazı/yardımsever/doğal iseler DPT kütüphanesinde sisler ardında Nuri Pakdil o kadar ulaşılmazdı. Uzlette, kendini her şeyden tecrit etmişti. Daha sonra Sükût Suretinde kitabıyla bunu tescillemiş olacaktı.

Dergi ve Nuri Pakdil bir efsaneydi daha yaşarken. Görünüşte bir dergi çevresiydi ama taşradan büyük hayallerle gelen füsunlu bir dünyada bir hedef etrafında örgütlenmeleriydi daha çok, Edebiyat Dergisi. Yazarlar, edebiyatçı ama aynı anda kendi isimleri dışında isimlerle yeni bir kimlik kazandıkları bir örgüt. Herkesi içeri almayan gizemli bir havası vardı derginin. Her nasılsa girenler, ayrılmanın mümkün olmadığını kabullenmiş bir tevekkül içindelerdi. Bu daha sonra öylesine yerleşti ki, liderin verdiği kod isimle tanınmaktan birçoğunun asıl ismi unutuldu… Herkes Hüseyin Su’yu bilir…İbrahim Çelik ismi bilinmez bile. Kod ismini kullanması bir kimlik yitimi değil hem bir vefa hem de bir anlam içeriyordu. Hüseynî ateşe bir "su" olabilmek; edebi kişiliği ile yazdıkları Hüseyin Su’nun. Edebiyata hakkını veren insanlar toplanmıştı dergide. Örgütün sürekliliğine ima eden bir yanı da var bu kod ismini sürdürme ısrarında. İlhami Çiçek Satranç Dersleri, Arif Ay bütün şiirleri ile bu ekolün gücünü bugünden bile idrak edeceğimiz derinlikte. Ancak bütün bir ekol yerine sadece Nuri Pakdil’in gündemde olması star anlayışının bugüne yansıması…

Mavera Dergisi, Pakdil’den bağımsız kendi çizgisini sürdürürken biz müptedilere ocak olmuş; dönemin ideolojik kamplaşmalarından azade yayınını sürdürüyordu. Mavera’ya intisap için yazı yazmaya hevesli olmanız ve elbette yetenekli olmanız yeterliydi.

Okumaya, ülkeyi kurtarmaya, bu azimle donanım ve birikim sahibi olmaya azmetmişsiniz. Siyasi ve kültürel beslenme için uğrak yerlerini gezerken, Nuri Pakdil’i es geçmeniz mümkün değil….daha yaşarken efsane nezdimizde. Kenara çekilmekle, susmakla ve görünmemekle perde gerisinde… İsmi çevresindeki çağrışımlar cerbezeli, müntesipleri yetenekli. Kadrosu bugün bile etkili, kaliteli bir kuşak. DPT’nin bilinmeyen bir odasında aykırı bir duruş içinde. Anıtsal ve sessiz. Babil kulesinde, biz ölümlülerin hayata karışmaktaki maharetimizi küçümseyen bakışlara sahip.

Bu efsaneye şahit olmaya gittiğinizde sizi anlamsızlığa, idealist halinizi tuzla buz eden bir kararsızlığa, paraları buruşturmak gibi sembolik eylemliliğe, ‘oku oku yoktur sonu’ karamsarlığına iten bir karşılanma. Herkes sizden ülkeyi kurtaracak atılımlar beklerken Nuri Pakdil’le karşılaşmaktan gelen travma sarsıcı.

Ortak bir umutla okuduğunuz okulları, ulaşacağınız meslekleri tahkir eden biriyle karşılaşmak derin bir çelişkide bırakır sizi. Düzene yabancıyız; zar zor girebildiğiniz okullarda okumanız sistemi ayakta tutmaya azmetmiş işbirlikçilere dönüştürür…İnsanı derinden sarsar…Güveninizi yitirirsiniz. İdeolojik katı bir tavır ve primitif, mujik yanımıza tuz basan üstten bakışı ile kişilikleri dağıtan bir yol silindiriydi Nuri Pakdil.

Nuri Pakdil’in orijinal mesajları, klas duruşu ve sarsıcı yaklaşımlarının değeri inkâr edilemez…. ama yanına yaklaşanları, derin sorgulamalara iterken kimilerini içinden çıkılmaz çelişkiler dünyasının eşiğine bırakmamış mıydı zaman zaman, diye sormadan kendimi alıkoyamıyorum.

Taviz yoktu susuşunda ve bizleri dünyamızın anlamsızlığıyla başbaşa bırakan Kafdağının ardındaki duruşunda.

İğrenen bir bakışla buruşturulan paralara tahammül edemeyen tavırlarıyla ’anamalcı’ (kapitalist) düzeni sorgulamayı öğretmişti bize. Bugün hala cüzdan taşıyamayız ve paranın eskimesine yol açsa da hoyrat davranmaktan kaçınmayız bu yüzden.

Birden Nuri Pakdil Kafdağı’ndan bizlerin dünyasına geldi. Hayatın içinde… Sadece hayatın içinde değil, tam ortasındaydı. Mesafeli durduğu siyasetle yan yana gördük onu. Elimizde olmadan bizim için büyüsü bozulan bir görünürlüğe kavuştu artık.

Dünyamızı klas duruşuyla sarsan efsanenin bir pop ikonuna dönüşme tehlikesi, bizi rahatsız ederken bu yaşta yeniden dünyamız sarsıldı.

Dergilerin, kitapların arasında devleşen insanların, görünürlük içinde meydanlara atıldığında aynamıza yansıyan bir hicran sadece. Bu duygularımız paylaşmak, klas duruşuyla bize bir şeyler veren bir efsaneye karşı bir vefa borcu.

Bu da bir okuyuştur.

Nuri Pakdil kitabından.

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.