Mahsun'un global sinemaya sıçrayışı...

Mahsun'un global sinemaya sıçrayışı...
 Mahsun Kırmızıgül'ün hem senaryosunu yazdığı, hem yönettiği hem de başrolünü oynadığı New York'ta Beş Minare, her geçen gün kendine daha...

 

Mahsun Kırmızıgül'ün hem senaryosunu yazdığı, hem yönettiği hem de başrolünü oynadığı New York'ta Beş Minare, her geçen gün kendine daha fazla güvenen Türk sinemasının ulaştığı noktayı gösteriyor.

Seyircinin filme sahip çıkacağından emin olmayan, 11 milyon dolar harcar mı? Çok daha sade sahneler yerine Hollywood filmlerine parmak ısırtacak sahnelerin çekilmesi Türk sinemasının özgüvenini gösteriyor.

Film, aksiyon sahneleriyle başlıyor ve dur durak demeden izleyiciyi heyecana boğuyor. Polisiye bir film seyrettiğinizi sanıyorsunuz önce. Bombalar patlıyor, kurşunlar sıkılıyor, terör büyük şehirlerde korku salıyor. İşin içine terör girince, film siyasî bir boyut da kazanıyor. Daha hikâyenin başlarında İstanbul-New York bağlantısı kurulduğunda olayların 'global terör'e kadar uzanacağını hissediyorsunuz. Karakterlerin dine, özellikle de İslam'a, yaptığı vurgu hadiseyi 'İslami terör örgütleri' ile 'İslam fobisi' arasında yaşanan med-cezirlere götürüyor. Bu haliyle hikâye, hem sıcak ve siyasî bir gündemi beyazperdeye taşıyor hem de ana karakterlerin özel hikâyesiyle konu dramatik bir kurguya doğru derinleşiyor.

Filmin son yarım saati olmasa seyirci sahnelerin birbirinden kopuk, hatta bağlantısız olduğunu düşünebilir. Mesela çeşitli dinî gruplar anlatılıyor. Onlara bir açıdan baktığınızda birbirine benzeyen yanları var; bir açıdan baktığınızda ise birbirine tamamen zıt yönleri bulunmakta. Kardeşini 11 Eylül saldırısında kaybetmiş New York'lu bir FBI ajanı ile sakal bırakıp cübbe giyerek tarikatlara sızmış Türk polis şefinin (Mahsun Kırmızıgül) karşılaşması genelleme yoluyla duyulan kuşkuları sorguluyor. O sahnenin en ilginç yanı Amerikalının Kürtçe konuşması ve Türkiye ile ilgili bazı siyasî analizlerde bulunması. Buna mukabil genç komiserin (Mustafa Sandal) adamı 'İslam düşmanı' olarak algılaması da genel algı çatışmasının nasıl süratle yapılabildiğini gözler önüne seriyor.

Aksiyon sahnelerinin insanı sürüklediği macera atmosferi filmin sonuna doğru trajik bir hikâye ile dağılıyor. Global ölçekli terörizmden birey merkezli bir hikâyeye dönüş ve o çerçevede lokal bir kültürün töresini sorgulamak senaryoyu zaafa uğratmıyor; tam aksine güçlendiriyor. Son sahneler sayesinde seyirci kendini ta başa dönmeye mecbur hissediyor ve kafasındaki boş kareleri tek tek tamamlıyor. Yürek burkan bireysel hikâyenin kitleleri etkileyen evrensel bir sorunla iç içe girmesi daha incelikli ve derinlikli bir kurguya mecbur bırakıyor. Seyircinin baştan itibaren dikkatli olması lazım ki ince ayrıntılar aksiyon kareleri içinde unutulup gitmesin...

DICaprIo'nun söylediği propaganda olmuyor, bilginer'inki niye olsun?

Filmin bir mesajı var mı? Tabii ki var. Üstelik o senaryo sahipleri mesajla gayet barışık bir yerde duruyor. "Ne gereği var onca mesajın bir filme sıkıştırılmasına?" deneceğini, zannımca, tahmin ediyor; lakin o tür eleştiriye aldırış etmiyor. Belki de bu yüzden mesaj sayılabilecek sahnelerin çiğ olmadığını düşünüyorum. Hacı Gümüş karakteri, biraz da Haluk Bilginer'in usta oyunculuğuyla, yeterince özümsenmiş; o yüzden söyledikleri istiskale maruz kalmayacak kadar sahici duruyor. Kur'an-ı Kerim'den ve bir yerde Risale-i Nur'dan yapılan alıntılar zorlama bir çabanın ürünü gibi durmuyor. Ne yazık ki, bizde bu tip alıntılar 'mesajın doğrudan verilmesi' olarak kabul ediliyor ve eser 'propagandist' olmakla suçlanabiliyor. Oysa bunun örneğine 'Hollywood sineması'nda sıkça rastlanıyor. Daha yakın zamanda iki Hollywood filminde Kur'an alıntılarını hatırlıyoruz. Leonardo DiCaprio'nun (Yalanlar Üstüne/Body of Lies) ağzına ayet yakışıyor da, Bilginer'in ağzına mı yakışmıyor? Ya da Hain/Traitor filminde Don Cheadle başına takke giyip, "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüştür..." ayetini okuduğunda propagandist olmuyor da Bitlisli Hacı Gümüş şiddet yanlısı bir adama Asr-ı Saadet'ten örnek verince mi propaganda yapmış oluyor? Türk sinemasının komplekslerinden kurtulması, kendini bulması halkıyla barışmasıyla mümkün...

Filmi beğenmeyenler ya da beklediğini bulamayanlar çıkabilir. Tabii ki bir filmin herkesi mutlu etmesi düşünülemez. Ancak kabul etmek gerekir ki Mahsun Kırmızıgül, New York'ta Beş Minare için çok büyük bir çaba sarf etmiş. Öteden beri Mahsun'u içine sindiremeyen bir kitlenin varlığı gözden kaçmıyor. Hatta bir kısım çapsız tepkilerin tipik bir 'Beyaz Türk kibri' olduğu da aşikâr. Yalnız, meseleyi dar bir alana hapsetmemek şart. Öyle ya da böyle; Kırmızıgül çağına şahitlik etmek isteyen, yaşanan hadiseleri enine boyuna sorgulama gayreti gösteren bir insan. Bu da onu hem farklı kılıyor hem de kendisine duyulan saygıyı artırıyor. Şu ana kadar yaptığı filmlerde sanatçı duyarlılığı kadar entelektüel arayışların izine de rastlıyoruz. Sorunları tartışmanın yanında bir de çözüm önermesi bazen, "Çok şey söylüyor." eleştirisine neden olabilir; ancak onu da söylemese kendi farkını ortaya koyamayacak. Bu duruma, en azından, saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Halk bunu görüyor ve Mahsun'a her filmiyle biraz daha sahip çıkıyor. Demek ki ma'şeri vicdan ile Mahsun'un sezgileri arasında bir köprü kurmuş. Umarım o köprünün üzerinde çok daha büyük şenliklere şahit oluruz.

EKREM DUMANLI - Zaman

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.