Küresel işbirliği arayışında 'Kudüs' süreci
İSTANBUL - Mehmet A. Kancı
Türkiye'nin Birleşmiş Miller Genel Kurulu'na taşınmasına ön ayak olduğu tasarı, Kudüs ve Filistin'in makus talihini değiştirmenin ötesine geçerek, uluslararası ilişkilerde "devran değiştiren" bir anlam kazandı.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump'ın tarihsel gerçekleri eğip bükerek, 6 Aralık'ta başlattığı Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma hamlesi, yatsıya kadar değil belki ama ancak 21 Aralık'a kadar sürdü. Türkiye'nin gerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aracılığıyla gerek arka kapı diplomasisi ile harekete geçirdiği uluslararası toplum, İstanbul'daki kıvılcımı New York'a taşıyarak Trump'ın mumunu söndürdü.
Beyaz Saray'ın günleri sayılı olarak nitelenen sahibinin diplomasi cephesinde mahkum edilen bu hamlesi, şimdilik püskürtülmüş olsa da geride pek çok soru işareti, varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Kudüs hamlesi Trump'ın kendi fikri miydi, yoksa Amerikan Başkanı ile derin çelişkiler içerisinde olduğu her fırsatta anlaşılan Pentagon-CIA ve Dışişleri Bakanlığı bürokrasininin baskısı ile ortaya çıkan bir teslim oluş muydu?
Kudüs kararı ABD'nin yeni yol haritasının parçası
Trump, dünya nüfusunun yüzde 82'sini, sanayileşmiş 18 ülke ve Avrupa Birliği ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin dört daimi üyesinin desteğini almayacak bir girişime neden soyundu?
ABD yönetimi, küresel terörle mücadele için çıktığı tüm seferlerde yanı başında bulduğu İngiltere- Avustralya- Kanada üçlüsünden dahi destek almadığı bu girişimden ders çıkardı mı?
İsrail Başbakanı Netanyahu'nun gelecek ay ziyaret etmeyi planladığı, ülkesi ile yakın ticaret ve savunma ilişkileri olan Hindistan'ın dahi ABD karşıtı tasarıya destek verdiği bu süreçten, Trump gerçekten alnının akı ile çıkabileceğine inanmış olabilir mi?
İlk günlerde, Donald Trump'ın iç kamuoyuna yönelik, bürokrasi ve siyasetten kendisine yönelik baskıları hafifletmeye yönelik bir hamlesi olarak değerlendirilen Kudüs kararının, bireysel bir çıkış olmadığını, ABD yönetiminin yeni yol haritasının parçası olduğunu 18 Aralık'ta yayınlanan 17. Milli Güvenlik Strateji Belgesi'ne bakarak yorumlamak mümkün. Bu belgedeki kimi ifadeler, ABD ve İsrail'in neden Birleşmiş Milletler'i işlevsizleştiren kararlar almaktan çekinmediklerinin de yanıtını veriyor.
Doç. Dr. Emel Parlar Dal'ın Anadolu Ajansı için kaleme aldığı "ABD'nin Milli Güvenlik Stratejisi Ne Kadar 'Yeni" [1] başlıklı makalesi, bu yönüyle ABD'nin yeni güvenlik konseptinin arka planına ışık tutar nitelikte. Bahsi geçen yazının finalinde yer alan "Burada dikkat çekici olan ve belgeyi George H. Bush döneminden başlayarak geçmiş dört başkanlık döneminde açıklanan strateji belgelerinden farklı kılan ise Rusya ve Çin’in liberal sisteme ve uluslararası örgütlere entegrasyonunun ABD’nin çıkarlarıyla artık uyuşmadığının altının güçlü bir şekilde çizilmesi. Özellikle ABD’nin dış ticaret açığının liberal küresel ekonominin mevcut haliyle giderilmesinin mümkün olmadığına dair inancının metne yansıtılması ve bundan dolayı, özellikle politik-ekonomik konularda ABD’nin çok-taraflılığın yerini ikili ilişkilerle doldurma isteği, bu yeni döneme damgasını vuracağa benziyor" cümleleri ise yukarıda gündeme gelen soruların cevabını içeriyor.
ABD'nin tehditkar politikaları
Kudüs üzerine başlayan tartışmanın geldiği noktada yapılacak en büyük hata herhalde bunu "Trump'ın gelip geçiçi bireysel çılgınlıklarından biri" olarak görmek olacaktır. ABD'nin Birleşmiş Milletler'deki temsilcisi Büyükelçi Nikki Haley'in tehditkar tavırları ve Washington'un Milli Güvenlik Strateji Belgesi'ndeki satır aralarını irdelediğimizde, karşımıza uluslararası işbirliğine inancını yitirmiş, girişeceği askeri operasyonlar için BM ya da başka bir uluslararası kuruluşun onayını aramayacak, dünyanın herhangi bir yerinde çatışma yaratmak için müttefiklerinin onayına başvurmayacak bir süper güç profili beliriyor.
Uluslararası basında bu ay içerisinde yer alan iki haber de ABD'nin bu altyapıya sahip olduğuna işaret ediyor. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış ancak ne yaptıkları tam olarak bilinmeyen 44 bin "hayalet asker" ile ABD Savunma Bakanlığı'nın son 20 yılda nereye harcadığı tam olarak belirlenemeyen 10 trilyon dolardan bahsediliyor. [2]. Gölge ordular ve gölge bütçelerle hareket eden, dünyaya demokrasi getirme iddiasındaki ABD devletinin temsilcilerinin tehditlerini hafife almamakta fayda var.
Bu çerçevede "ABD yönetimi ve Trump'ın Birleşmiş Milletler Genel Kurul'undaki karardan gereken dersi çıkaracakları" umudunun iyimser bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün. Uluslararası toplum, her ne kadar Kudüs kararıyla ABD'nin 1991'den bugüne ulaşan askeri müdahale, işgal ve istikrarsızlaştırma politikalarına isyanını dile getirmiş olsa da bunun Washington'da sağduyulu bir yankı meydana getirdiğine dair emareye şu ana kadar rastlanmış değil. Bilakis "Aleyhimizde oy kullananları not ediyoruz" gibi söylemlerle, kendilerine düşmanlar belirleyerek bu düşmanların izini sürmeyi hedefledikleri anlaşılıyor.
ABD'nin 70 yıldır dayattığı petro-dolar düzenine karşı çıkan ülkelerin bu saldırı sürecinin ilk hedefleri olacağını söylemek sürpriz olmaz. Türkiye başta olmak üzere pek çok ülkenin yeni destabilizasyon projelerinin hedefi olacağı aşikar.
15 Temmuz 2016'da bu tür müdahalelere karşı rüşdünü ispatlayan Türkiye, Kudüs için çıktığı yolda bugünlerde Arap ülkeleri, İran ve Rusya ile kurduğu işbirliklerini sabote etmeye yönelik psikolojik harp metotlarını da göğüslemek zorunda kalıyor. Yalnızca Kudüs konusunda değil, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 yüksek irtifa hava savunma sistemi alımını da sonuca bağlaması, yeni bir gerginliğin kaynağı olmaya aday. Türkiye'nin bölgesindeki artan tehditlere karşı müttefiklerinin tedarik etmediği bir silah sistemi için Rusya'ya yönelmek zorunda kalması ve bu sistemin Türkiye için yaşamsal bir ihtiyaç olduğu gerçeği nedendir bilinmez, ABD'nin başkenti Washington'da anlaşılmak istenmeyen konulardan biri haline getirilmiş durumda. Belki de ABD, S-400 sistemindeki Scud tipi füzeleri kullanarak Türkiye'nin kendi balistik füze teknolojisini geliştirmesini, uzay çalışmalarında yol katetmesine kadar varacak bir teknoloji düzeyine ulaşmasını istemiyor olabilir.
Türk dış politikasında yeni yönelimler
21 Aralık'ta yaşadığı şokun ardından ABD'nin dış politika alanında sessizliğe gömüldüğü gözlemlenirken, Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi'nde başlatıp Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na taşıdığı hamlesinin tesadüfi olmadığını 360 derecelik bir dış politika perspektifinin parçası olduğunu göstermekte de gecikmedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, BM Genel Kurulu'ndan alınan sonucun hemen ardından çıktığı Afrika gezisinde verdiği mesajlar, Türkiye'nin yakın gelecekte hareket alanının NATO müttefikliği ile sınırlı olmadığının işaretlerini taşıyordu. Cumhurbaşkanı'nın özellikle Hartum'daki konuşmalarında, Batı ülkelerinin Afrika'da yeniden ivme kazanan sömürgecilik girişimlerine dikkat çeken ifadeleri ön plana çıktı. Cumhurbaşkanı'nın gezisinin sonraki durakları da yine zengin yer altı kaynakları nedeniyle küresel terör örgütlerinin hedefi haline gelen Çad ve Tunus oldu.
Üç ülkedeki temaslarda Türkiye, FETÖ'nün izlerini silerek yeni bir işbirliği dönemini ilan eden anlaşmalara imza attı. Bunlar arasında en dikkat çekeni Sudan'ın Kızıldeniz kıyısındaki liman kenti ve ada olan Sevakin için sağlanan anlaşmaydı. Türkiye bu anlaşma ile kendisine Afrika'da bir kapı daha açarken, Sudan da güvenilir bir müttefik ile Akdeniz ve Karadeniz coğrafyasına kadar ulaşma imkanı yakaladı. Kazanımlar bununla da sınırlı değil. Sevakin Adası'nda Türkiye'nin inşa edeceği liman, Osmanlı Kaptan-ı Deryası Barbaros Hayrettin Paşa'ya atfedilen "Denizlere hakim olan cihana hakim olur" sözünün hayata geçirileceği bir süreci müjdeliyor. Türkiye, tarihi mirasının içerdiği ancak uzun yıllardır kullanmadığı hafızasındaki bilgileri gün ışığına taşıyarak Afrika ve Asya ülkelerine "Dünyanın 5'ten ibaret olmadığını" gösteren bir profil çiziyor. Türkiye'nin Katar ve Somali'deki üslerine destek olarak Sevakin'de bulunduracağı güç, el-Kaide ve DEAŞ gibi nereden nasıl doğduğu ve kime hizmet ettiği meçhul terör örgütlerinin oluşturduğu tehditlere karşı da gerçekçi ve etkili bir yanıt olacak.
Uluslararası işbirliği mekanizmalarında yeni arayışlar
Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak ve Suriye'nin kuzeyinde giriştiği bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü tehdit eden politikaları birçok başkentte yakından izleniyor. ABD'nin, çıkarları uğruna müttefiklerinin istikrarını tehdit eden tercihlerinin günün birinde kendilerine yönelmesinden endişe eden ülkeler, bunun önüne geçmenin yolunu da Ankara'nın benimsediği politikalarda arıyorlar.
Filipinler'de Devlet Başkanı Duterte'nin, Obama döneminde ABD ile barışmayan yıldızının Trump döneminde de parlamadığı görülüyor. Nitekim, Duterte ülkesinin topraklarında aniden(!) ortaya çıkan DEAŞ tehdidine karşı sembolik de olsa Rusya'dan yaptığı silah alımı ile karşı koyarak Washington'a bir mesaj verdi. Günümüzde, ABD tarafından ihanete uğradığını düşünen ülkelerin Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmeye yönelmesi tesadüfi olmayan bir sürece evrilmiş durumda. İngiltere'nin Brexit ile Avrupa Birliği'nden ayrılması ve paralel şekilde ABD ile arasına mesafe koyan politikalarının, Rusya ile ilişkileri düzeltme ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ikili ticari anlaşmalar tesis etme yolunda ilerlediği dikkat çekiyor.
Bu manzara içerisinde ABD, Ortadoğu'da İran, Karadeniz'in kuzeyinde Ukrayna ve Asya-Pasifik bölgesinde Kuzey Kore merkezli yeni bir çatışma alanları yaratmanın peşindeyken Türkiye, Kudüs konusunda yaptığı çıkışla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde ABD'nin engelleyici rolünü ifşa ettiği gibi, Genel Kurul'da uluslararası toplumun tamamının katılımının sağlanacağı daha sağlıklı bir mekanizmanın işleyebileceğini de ispatladı. İstanbul'daki İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi'nin 1955'te Bağlantısızlar Hareketi'nin doğumu olan Bandung Konferansı ile benzerlikler içerdiğine dair emareler Türkiye'nin yakın coğrafyasında yürüttüğü bu yeni diplomasi ile her geçen gün yeni mesafeler kat etmekte.
[1] http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-nin-yeni-milli-guvenlik-stratejisi-ne-kadar-yeni-/1014389
[2] http://www.mintpressnews.com/department-defense-loses-track-10-trillion/226307/
[Ankara'da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.