Prof. Dr. Uğur Tanyeli: Yaptığınız binanın kolonunu kesiyorsanız Londra'da da olsanız o bina çöker
İstanbul
"Mütereddit Modernler", "Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı için Altlık" ile "Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel” adlı çalışmaların da aralarında olduğu birçok esere imza atan, İstinye Üniversitesi Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Tanyeli, Türk mimarlığının serüvenini, mimarlığın pratik yansımalarını ve mimari sorunlara ilişkin çözüm önerilerini AA muhabirine anlattı.
Tanyeli, Türkiye’de mimarlığın, diğer bütün pratiklerden daha yukarıda, temel bir iktidar odağı ve her şeyi değiştirmeye gücü yeten bir mekanizma olarak hayal edildiğini aktardı.
"Türk mimarlığı" kavramının 1928'den beri kullanımda olduğunu kaydeden Tanyeli, bu kavramın içine neyin dahil edildiğinin önemli olduğunu vurgulayarak, söz konusu kavramın sınırlarını net bir şekilde tanımlamak gerektiğini dile getirdi.
Uğur Tanyeli, Türklerin yönetici konumunda olduğu ülkelerin mimari tarzlarını, Türk mimarlığı kavramı içinde değerlendirme yönünde genel bir eğilim bulunduğunun altını çizerek, şu bilgileri verdi:
"Tolunoğulları devri Mısır mimarlığını ya da Kuzey Hindistan'daki Türk hanedan yönetimleri altında oluşan durumu, Türk mimarlığı bağlamında anlatan kitaplar vardır. Ama bu, dünyada artık savunulması mümkün olmayan bir görüş. Çünkü sadece Türklerin bir yeri yönetmesi, o bölgeyi Türk mimarlığının içine almamızı sağlamaz. Dünyanın 1947'ye kadar neredeyse dörtte üçü İngiliz egemenliğindeydi ama bu dönemi İngiliz mimarlığı diye anlatan bir kitap ben görmedim. Burada sorulması gereken soru şudur: Yönetim olarak egemen olunan yerde Türk mimarlığı olarak adlandırılacak bir mimari aktivite var mıdır? Bu soruyu cevaplamak da hiç kolay değildir çünkü uzun süre Türk terimi de kullanımda değildir. Daha önemlisi, dünyada ulusal mimarlık paketleri oluşturmak çok yeni bir meseledir."
Türk mimarlığı hakkında daha ayrıntılı sınırlandırmalar yapmak yerine, dönem bazında konuşmanın daha uygun olabileceğini sözlerine ekleyen Tanyeli, "Bugünün dünyasında önemli olan, yer ve zamandır çünkü her dönem, farklı biçimlerde tanımlanmış mimarlıklar vardır. Tarihçiler, yakın zamana kadar, Türk mimarlığı sınırlarını neredeyse Osmanlı siyasal coğrafyası ile örtüştürerek düşünmüş ve bu düşünme biçiminin artık aşındığını söylemek mümkündür." ifadelerini kullandı.
"Mimarlık için önemli olan kalıcılık değildir"
Uğur Tanyeli, mimarlıkla ilgili dönemselleştirmelerde mimarlığı siyasal kırılma noktalarıyla örtüştürmenin de doğru bir tutum olmadığını ve yakın zamana kadar meselenin bu şekilde ele alındığını aktararak, şöyle konuştu:
"Mimarlığın özerk bir pratik olduğunu anlamak zorundayız. Zira mimarlık otopoietik yani kendini yeniden üreten bir pratiktir. Elbette mimarlığın diğer insani pratiklerle yolu kesişir, siyasallık, teknik ya da kültürel alanlar gibi. Ama mimarlığın ayrı bir tarih yazım alanı olduğunu bilmek zorundayız. Cumhuriyet sonrasındaki dönemselleştirme çabaları içinde benzer hatalar yapıldı. Hatta bu dönemdeki hatalar öncekilerden daha da belirgindi. Çoğumuz, 1960 Darbesi ile mimarlığın değiştiğini düşünmeye yatkınız. Artık bu anlatıyı da terk etmek gerekmektedir. Zira mimarlık sadece siyasal iktidar değişimlerine odaklı bir olgu değildir. Yapmamız gereken, mimari değişim eşiklerini görmektir. Bu şu demektir: 1910'lu yıllarda bir ulus olma bilincinin oluşmasıyla birlikte, 'Artık Türk mimarlığı yapalım.' diyen insanlar ortaya çıkar. Ama bu değişimi, sadece Cumhuriyet'e, yani siyasal iktidara bağlamak hatalıdır çünkü bu değişimin bir ucu Abdülhamit döneminde başlar. Uzanımı ise Atatürk döneminin içine kadar devam eden ve sadece Cumhuriyet'le sınırlı olmayan çok daha derin bir durumdur."
Türkiye’de mimarlığın diğer bütün pratiklerden daha yukarıda tanımlandığını, diğer disiplinleri güdüleyen temel bir iktidar odağı gibi tahayyül edildiğini sözlerine ekleyen Tanyeli, artık bu söylemin geçerliliğinin kalmadığına ve mimarlığın toplumsallığın bir iradesi olduğuna dikkati çekti.
Mimarlık için "kalıcılık" unsurunun önemli olmadığını, son dönem yapılan tartışmalarında mimarlığın "ömürsüzlüğü" üzerinde durulduğunu kaydeden Tanyeli, "Mimarlık yapıtları yıkılmak içindir, diyen ciddi mimarlar var bugün. Dünyadaki hangi kent 19. yüzyıldaki haliyle durabilir? Elbette hepsi sürekli olarak değişir. Dolayısıyla mimarlıkta kalıcılık meselesi, mimarlık dünyasını anlatacak anahtar bir kavram olamaz. Örneğin Roma'dan günümüze kalan bazı eserler olmuştur ama bunlar çok azdır ve çoğu da sit alanıdır. Bir şehrin konut stoğuysa sürekli değişen en önemli unsurdur. İstanbul'da 16. yüzyıldan kalma bir tane konut yapısı yoktur. 17. yüzyıldan kalma bütün İstanbul’da tek bir yapı var: Boğaz’da bulunan Köprülü Yalısı’nın Divanhanesi. 18. yüzyıldan kalma konut yapısı arıyorsanız, bunun sayısı 100 tane bile olmaz. 'Kalıcı' olan unsurlar ise başkadır. İçinde yaşadığınız domestik pratikler, geçmiş yüzyılların izlerini sürekli taşır ve bugüne gelir. Bir konutun içindeki yaşama biçiminiz, bina yıkılsa da bir biçimde sonraki yüzyıllarda devam eder. Tarihsel süreç biçimsizce yaşanır, onun kesilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Tarihsel süreç devam eder ama mimari süreç aynı şekilde devam etmez. Bir dönemde yaptığınız evi, bir yüzyıl sonra yapmazsınız. Tarihsel süreç başka bir şeydir, mimarlığın kalıcılığı başka bir şeydir. Bu iki unsur çoğu zaman örtüşmez. Bu bir hayaldir." değerlendirmesinde bulundu.
Prof. Dr. Tanyeli, depremle mimarlık arasında ilişki kurma çabasının çok yeni bir tavır olduğunu vurgulayarak, 1894'te meydana gelen İstanbul depreminden sonra kimsenin binaların niteliğiyle ilgili bir tartışmaya girmediğinin altını çizdi.
İnsanların geçmiş dönemlerde bugünkü anlamda bir deprem korkusu duymadığını ve depremin tanrısal bir olay olarak görüldüğünü söyleyen Tanyeli, şöyle devam etti:
"Geçmişte insanlar salgın hastalıklardan da korkmazdı. Dolayısıyla mimari ürünleri deprem bağlamında daha sağlam yapalım diye bir kaygı da yoktu. Sanılanın aksine Mimar Sinan, deprem yüklerini hesaba katmamıştı. Deprem yükü meselesi, dün hesaplanmaya başlanmış bir durumdur. Biz, 'retrospektif' olarak geçmişe bakıyoruz ve geçmişteki mimarların deprem kaygısıyla hareket ettiğini düşünüyoruz. Hayır, bu bizim bir yakıştırmamızdır. Deprem mekaniği 1920'lerde inşa edilen bir bilimdir. İcat eden kişi ise, Avusturyalı mimar Karl Terzaghi'dir. Kendisi o zamanlar İstanbul'da Mühendis Mektebi'nde görevlidir ve ilk zemin mekaniği kitabını burada yazar. Dünyada zemin mekaniği hesaplanmış ilk yer, bugünkü Bilgi Üniversitesi'nin bulunduğu, Silahtarağa Santrali'dir. O zamana kadar yapılan, çok kaba bilgilerle yetinmektir sadece. Ama biz geçmişi hep başka bir gözle okumaya çalışıyoruz. Bunun nedeni ise geçmişi yüceltme ihtiyacıdır ve sadece bize özgü olmayan, uluslarüstü bir pratiktir. En büyük sıkıntısı da bilimsel açıdan gerçek verileri okumanızı engellemesidir. Siz eğer, 'O insanlar zemin mekaniğini biliyordu.' derseniz, o zamana dair gerçek bir araştırma yapma ihtimaliniz kalmaz. Oysa yapmamız gereken, her binayı doğru tasarlamak, hesaplamak, inşa etmek ve doğru kullanmaktır. Eğer siz, yaptığınız binanın kolonunu kesiyorsanız, Londra'da da olsanız binalar çöker. Dolayısıyla karşınızdaki mesele, sadece deprem değildir. Depremin hiç yaşanmadığı yerde de binalar doğru tasarlanmak ve ayakta durmak zorunda. Türkiye'deki en büyük hata, her meseleyi depreme endekslemektir."
"Bir ülkeyi tamamen tasarlayamadığınız gibi, bir şehri de tasarlayamazsınız"
Mimarlıkla sanatı birlikte ele almanın yeni bir eğilim olduğunu ve bunun, 16. yüzyıl İtalya'sında, "Mimarlık güzel sanatların bir dalıdır." söylemiyle başladığını dile getiren Tanyeli, estetikle ilgili ilk metnin ise 18. yüzyılda yazıldığını vurguladı.
Estetikle mimarlık arasındaki ilişkinin bu tarihten sonra kurulmaya başlandığını aktaran Tanyeli, şunları kaydetti:
"Türkiye'de bu konu da ne yazık ki yanlış anlaşılıyor. Örneğin 'Osmanlılar için mimarlık bir sanattı.' şeklinde düşünmek isteriz. Sai Mustafa Çelebi tarafından yazılan Mimar Sinan biyografisinde, 'Hakkın bir lütfuymuş sanat.' diye başlayan küçük bir bölüm vardır. Sai orada, Mimar Sinan'ı sanatkar diye anlatır. Oysa onlar için sanat, her türlü imalatın adıdır. Biz, bir kez daha retrospektif bir bakışla meseleye bakarız. O zamanlar dülgerler de bir sanatkardı. Türkiye'de sanatın bugünkü anlamda kullanılması 19. yüzyılın sonunda başlar. O tarihte üretilmiş bir metni bugün yazılmış gibi okuyabilirsiniz. 16. yüzyılda ayrışan mimarlık, resim, heykel gibi dallar 20. yüzyılda ise yeniden bütünleşmeye başlarlar ilginç bir şekilde. Artık mimari bir ürünü, örneğin bir heykel olarak görmeye başlayan tavırlar ortaya çıkar ve mimarlıkla sanatın yolları giderek kesişir. Bu kesişme hali, eski aşılmaz sınırları ortadan kaldırmaya başlar. Bütün tasarım ve sanat pratiklerini bütünleşik olarak anlamaya başlarız artık. 21. yüzyılda ise, 'Pek çok mimar sanat işi mi yapıyor?' şeklinde sorulacak soruya cevabımız 'Evet' olacaktır.
Yapılar bazında ise bu birleşmeden bahsetmek pek kolay değildir. Çünkü mimarlık, az önce de söylediğim gibi, bütün sanat dallarından özerk, yani otopoietiktir. Bu açıdan ne yaparsanız yapın bir mimarlık yapıtını sanat yapıtına dönüştüremezsiniz. Öyle yapsanız bile bu ancak dış bir gözlemle yapılabilecek bir yorumdur. Çünkü bu ürün, mimarlığın kendi iç dinamikleriyle var edilmiştir, örneğin resmin iç dinamikleriyle değil."
Şehirle mimarlık arasında kurulmaya çalışılan ilişkinin doğru olmadığını ve şehirlerin bir tasarım ürünü olarak şekillenmediğini vurgulayan Tanyeli, şehirlerin toplumsallığın içinden şekillenerek büyüdüğünü dile getirdi.
Kentleri baştan tasarlanabilir ve sonraki dönemlerde mükemmel bir şekilde çalışacak bir model olarak düşünmenin problemli bir bakış olduğuna dikkati çeken Tanyeli, "Bir kentin, ülkeden farkı yoktur. Bir ülkeyi tamamen tasarlayamadığınız gibi, bir şehri de tasarlayamazsınız. Kent, yüzyıllar içinde birbirine eklemlenen parçalardan oluşan bir yapıdır. Kentle ilgili bir otoritenin gelip, onu istediğimiz biçime sokması mümkün değildir. Bu, bir hayal olarak sürekli üretilen fakat son derece yanlış bir söylemdir." ifadelerini kullandı.
Uğur Tanyeli, "Bir kenti yeniden tasarlamak gerekir" söylemine de değinerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bütün modernlik olguları, metropollerde ortaya çıkar. Aşot Harutyunyan'ın ifadesiyle, 'Modernlik, bitimsizce şoklar üretir.' Biz de bu şoklara karşı tepkilerle cevap veririz. Bu durum, 12. yüzyılda, diyelim ki Bağdat'ta olmaz. Bağdat, bir şok üretmez. Orada, hiç kimse, tıpkı bir Yunan şehrinde olduğu gibi, 'Bağdat güzel mi yoksa değil mi?' diye bir soru sormaz. Onlar, 'Bir kent güzeldir dediklerinde kast ettikleri, dışardan kente baktığınızda güzel görünmesidir. Zaten güzellik kavramı bir kent için kullanılan bir ifade değildir. Yanı sıra kente ilişkin bir şikayet de olmaz. Olanlar, toplumsal meselelerle ilgilidir, hırsızlık gibi. Kenti bir mimarlık ürünü olarak görmek, müthiş bir hızla değişim yaşadığınızı fark ettiğiniz zaman ortaya çıkar. Artık burada, kentteki değişimi herkes, basit bir gözlemle bile görebilir. 1,5 milyonluk nüfusa sahip bir kentin, 17 milyona çıkması gibi. Böylesi bir değişimi gördüğünüzde ise bundan korkarsınız. Bu şoklardan korkan bir nesil olarak bizler, mimarlıkla şehir pratiği arasında kopmaz bir bağ kurarız ve mimarlık aracılığıyla bu problemleri giderebiliriz diye düşünür, onu yardıma çağırırız. Sanki mimarlık bu kadar yüce bir güçmüş gibi... Oysa mimarlık, toplumsal bir olgudur ve siz toplumsal olarak ne yapabiliyorsanız, kentiniz de odur. Bizim bu gerçeği artık görmemiz gerekmektedir. Çünkü toplumsal bir pratik olarak mimarlığın bir mucize yaratma şansı yoktur."
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.