'İhtilaflı Meseleleri Bir Tarafa Bırakalım..'

'İhtilaflı Meseleleri Bir Tarafa Bırakalım..'
Prof. Dr. Mehmet Görmez: “İhtilaflı meseleleri bir tarafa bırakıp Yemen’deki kardeşlerimizin derdini, Akdeniz’deki boğulan yavruların sorunlarını nasıl çözeceğimizi, Afrika’daki kardeşlerimize Resulullah’ın sünnetini nasıl taşıyacağımızı konuşalım.”

İhtilaflı Meseleleri Bir Tarafa Bırakalım

Prof. Dr. Mehmet Görmez:

 

“İhtilaflı meseleleri bir tarafa bırakıp

Yemen’deki kardeşlerimizin derdini,

Akdeniz’deki boğulan yavruların sorunlarını nasıl çözeceğimizi,

Afrika’daki kardeşlerimize Resulullah’ın sünnetini nasıl taşıyacağımızı konuşalım.”

Geleneksel hale getirdiğimiz “Umran Toplantıları”nın bu ay ki konuğu, “İslam Medeniyetinde Sünnet ve Hadis” konulu konferansıyla Prof. Dr. Mehmet Görmez’di. Görmez Hoca, samimi bir ortam içerisinde geçen konuşmalarında sünnetin önemi ve hadis ilminin oluşum sürecini, iki yüz elli kişilik bir dinleyici topluluğuna anlattı. TV ekranlarında herkesin önünde yapılan tartışmaların ümmete zarar verdiğini belirten Görmez, bu tartışmaların asıl meselelerimizin önünde bir engel teşkil ettiğini söyledi. Ayrıca Görmez Hocanın konuşmasının bazı bölümlerini istifadelerinize sunuyoruz.

“On dört asır sonra ‘Kur’an ile Sünnet ilişkisini’, ‘Sünnetin değerini’ sorgulamak oldukça yadırgadığım bir durumdur. Sünnet; Kur’an’ın dışında, sadece ikinci kaynağı değildir İslam’ın, aynı zamanda Kur’an’ın hayata dönüştürülmesini Hz. Peygamberin rehberliğinde bize öğreten bir nizamdır. Bütün insanlık için bir değerler manzumesidir. Sünnet, tarih sahnesinde Müslümanlara, İslam’ın yeryüzünde yayılışında, ümmet olma bilincine canlılık katan ve bu minvalde Kur’an’a da süreklilik kazandıran bir kaynaktır. Sünnet Kur’an’ın beyanı ve tevilidir. Hadis de, sünnet dediğimiz bu nizamı sonraki nesillere sözlü ve yazılı olarak aktaran Peygamberin ifadeleri, takdirleri ve kararlarıdır.

Sünnet konusunda geçmişte ayrışmalar olmuştur. Bunlar iki ana damar olarak gelişti: Ehli rey ve ehli hadis. Usulcüler, fıkıhçılar ve kelamcılar bir tarafta, ehli hadis ise diğer tarafta yer aldılar. Usulcüler, fakihler ve kelamcılar, Rasullullah’ın sadece risalet görevi çerçevesinde örnek alınsın diye yaptığı dinin temellerini oluşturan uygulamalarını ve bunları ifade eden hadisleri, dinin kaynağı olarak kabul edip sünneti de bu şekilde tarif ettiler. Ehli hadisçiler ise Resullullah’ın, ister peygamber, ister beşer olarak her türlü vasfıyla icra ettiği tüm tasarruflarını sünnet olarak kabul ederek, bunların aktarıldığı söz ve yazılı kaynakları da hadis olarak değerlendirdiler.

Yaşanan bu ihtilaf, hiç şüphesiz İslam Medeniyetinin önemli bir ayrışmasıdır lakin bu durumun sahabe döneminden itibaren başladığını da belirtmek lazım. Fakih sahabeler dediğimiz, Hz. Ayşe, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Mesud, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi sahabeler, Resulullah’tan sadır olan fiil, davranış ve sözleri Nebi-Resul sıfatıyla ve vazifesi gereği, örnek alınsın diye söylediklerini, ortaya koyduklarını aldılar, benimsediler. Fakat Abdullah İbn Ömer, Ebu Hureyye gibi bazı sahabeler ise böyle bir ayrıma gitmeyerek Rasulullah’tan sadır olan her şeyi aldılar ve dinin eşit kaynağı olarak gördüler. Bu durum daha sonraki dönemlerde, “ehli rey” ve “ehli hadis” mekteplerinin temellerini oluşturdu. Ebu Hanife ve İmam Malik bir tarafta, İmam Şafi ve İmam Ahmed bin Hambel diğer tarafta yer aldı, bu meselelere bakış noktasında.

Bu ayrışmadan bizleri kurtaracak şey ise usuldür. Yani hadis ve sünnetin İslam Ümmetini ayakta tutan bir ortak kaynağa dönüşmesi için usule ihtiyaç vardır. Aksi takdirde herkesin elinde her bir rivayet farklı bir anlayışı inşa eder.

Tabi o dönem bir tehlike daha oluştu; o da, mevzuu hadis dediğimiz, Rasulullah’ın söylemediği şeyleri isnat etme cüretinde bulunanlar oldu. Böylece Rasullah’tan bize miras kalan hadis külliyatı iki durumla karşı karşıya kaldı. Birisi rivayetin sahih bir isnad ile aktarılması meselesi, diğeri ise bütün bu rivayetleri bir usul çerçevesinde doğru anlamaktır. Alimler bu konuya büyük bir emek verip, bir taraftan sahihlik çalışması yaparak usul inşa ettiler, diğer taraftan da doğru anlaşılmasını sağlamak için fakihler, usulcüler ve kelamcılar, hadis alimleriyle birlikte iş birliği yaparak ortaya devasa bir şerh edebiyatı ortaya koydular.

Değerli dostlar hiçbir kimse şunu yapmamalı: Vahyin bir beşer peygamber marifetiyle insanlığa yayılması anlamındaki Sünnetullah’ı geçersiz kılacak bir yorum içerisine girmemeli. Allah dileseydi vahyi göklere yazardı; yani sayısız yollarla bize vahyi iletirdi. Lakin O, insanlık için temsil olabilecek bir beşere vahyetmek suretiyle insanlığa mesajlarını ulaştırdı ki bu da bizi doğal olarak Sünnete götürecektir. Cenab-ı Hakk, Kitabın örnek bir Peygamber tarafından yaşanılıp hayata dönüştürülerek, sonraki insanlığa aktarılmasını sağlamıştır.

Modern çağlara kadar bizim tarihimizde, “İslam dininin tek kaynağı Kur’an’dır, tek vahiy Kur’an’dır, Kur’an’dan başka dinin hiçbir kaynağı yoktur, Hz. Peygamberin sünnetinin, hadislerinin dinde hiçbir kaynak değeri yoktur ve yanılgıdan ibarettir. Kur’an’daki Resule itaat ve ittiba ayetlerinin tamamının Resulün vefatıyla sona erdiğini” diyen bir fırka olmamıştır. Zaman zaman kişisel çıkışlar olmuştur ama bu hiçbir zaman bir yekûn teşkil etmemiştir. Bu tür bir görüş belki haricilere isnad edilebilir ve fakat onların bile bugüne intikal eden hadis kitapları vardır. İlk defa Hindistan’da bir ekol olarak çıkacaktır ehli Kur’an ve karşısında da ehli hadis yer alacaktır.

‘Klasik Oryantalizm ve Hadis Araştırmalarına Sevk eden Sebepler’ konusunda kalem oynatan ve makaleler yazan biri olarak ben şahsen şu neticeye vardım: Oryantalistler İncil tercüme edildiğinde Hıristiyanların başına gelen şeyin, hadisler evlere girdiğinde Müslümanların da başına geleceğini tahmin ettiler. İncil tercüme edilip evlere yayıldığında Kilisenin otoritesi ortadan kalktı –ki benim bakış açımda bu olumlu bir gelişmedir- sonra Protestanlık doğdu ve oradan çeşitli mezhepler vs. meydana geldi. Dolayısıyla aynı şeyi bizden de beklediler çünkü hadis külliyatı eğer bir usul çerçevesinde ve bir bütünlük içerisinde okunursa, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan ve farklı kültürlere sahip olan Müslümanların arasında birlik ve beraberlik oluşturarak bir ümmete dönüştürür. Lakin eğer bir usul ve bütünlük çerçevesinde okunamazsa, o vakit bazen İstanbul’da bir nâdanın elinde kardeşine yönelen bir ok veya silah olur.

Bugün bizler, Akdenizde boğulan çocukları konuşacağımıza, Ebu Hureyre’yi tartışıyoruz. Geçmişin ihtilaflarını günümüze taşıyoruz. Bu doğru bir şey olmadığı gibi, bizi asıl yapmamız gereken önemli meselelerden de alıkoymaktadır. On dört asır sonra Medeniyetlerini büyük oranda üzerine bina ettikleri Sünnet ve Hadisin konumu bunca zamandır tespit edemeyen bir ümmet olmaz! Dolayısıyla bu tür tartışmaları doğru bulmuyorum. İlmi olarak elbet tartışılacak çok şey vardır ve onun önünü tabi ki kapatamayız lakin Sosyal Medyada veya TV ekranlarında gençliğin enerjisini tüketecek şekilde tartışılacak bir konu değildir.

Yedi konuda ifrat ve tefrit vardır. İfrat Nübüvvet ve Risaletle ilgilidir ki, bu iki kavramı sadece Kur’an’ı getirip insanlığa tebliğ eden haşa bir postacı gibi takdim eden yanlış anlayıştır. Diğer taraftan ise Rasulullah’ın Nübüvvet ve Risaletle birlikte bütün vazifeleri bir yana bırakarak, her türlü hereket ve sekanatı vahiy olarak kabul eden tefrit bir anlayış mevcut.

Oryantalistlerin Sünnet ve Hadisle ilgili kullandıkları kavram “tradition” yani “gelenek” kavramıdır ki, yine aynı şekilde ifrat tarafında, sünneti, ilk asırlarda ortaya çıkan kültürün bir ürünü olarak okuyan anlayış yer alırken, diğer tarafta bütün o kültürü din olarak benimseyen tefrit anlayışı kendini göstermektedir.

Rasulullah’ın tasarruflarını usulcüler ilmek ilmek dokuyarak her birinin manasını incelikle vermelerine rağmen, bir tarafta, Hz. Peygamberin her tasarrufunu eşit kabul edenlerin karşısında, onu sıradanlaştıran ve önemsizleştiren bir anlayış oluşmuştur.

Bir tarafta Hadis Külliyatının tamamını itibarsızlaştıran bir anlayışla karşılaşırken, diğer tarafta üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarda ortaya çıkan bu külliyatı amentüdeki kitaplarla birlikte zikretmeye başlayan ifrat bir anlayışı görmekteyiz. Ki hadis kitapları iman değil, ilim kitaplarıdır. Kur’an’la beraber iman edilmesi gereken bir kitap olarak gelmedi onlar ve fakat bizlerin imanını güçlendirecek, ibadetlerimizi şekillendirecek bilgimizi almak için faydalanmaktayız.

Bir ifrat sahih olan hadisleri reddetmek ise, diğer tefrit Resulullah’a isnad edilen asılsız sözleri gelişi güzel nakletmektir. Her ikisinin birbirinden farkı yoktur ve ifrat ile tefritin adalete uzaklığı eşit düzeydedir.

Birkaç önemli ihtilafa daha değinmek istiyorum. Bunlardan birisi Sünneti anlamakla ilgilidir ki tekrar edecek olursak Sünnet ve Hadis inkârının şartı, “İslam dininin tek kaynağı Kur’an’dır, tek vahiy Kur’an’dır, Kur’an’dan başka dinin hiçbir kaynağı yoktur, Hz. Peygamberin sünnetinin, hadislerinin dinde hiçbir kaynak değeri yoktur ve yanılgıdan ibarettir. Kur’an’daki Resule itaat ve ittiba ayetlerinin tamamının Resulün vefatıyla sona erdiği” anlayışıdır. Bunun haricinde bir hadisin sahih olup olmadığını tartışmanın bir içtihat meselesi olduğunu bilmemiz gerekir ki bu yönde bir ilmi araştırmanın önünü kapatmamız mümkün değildir.

İkincisi mesele ise bizlerin ümmet olarak, Sünnetin şekle ait olan kısmını, ruhi boyutuna zaman zaman tercih etmemizle alakalıdır ki bu aynı zamanda bizim bir çelişkimizdir. Yani sadece bedenin sünnetleri yoktur; kalbin, ruhun, dilin, aklın sünnetleri vardır. Kalbin en büyük sünneti, oraya masivayı, kin ve kibri sokmamak, kalp kırmamak, aldatmamaktır. Aklın sünneti tefekkür, tedebbür etmektir; ilimdir, hikmettir. Dilin sünneti yalan söylememek, kavl-i leyyin-tayyip/güzel yumuşak ve temiz sözdür. Ruhun sünneti zerafet, nezakettir; Allah’ın cemal sıfatlarıyla kâinata bakmaktır. Bunlar ihmal edilmektedir ve elbette şekil ruhun bir kabı olduğu için de önemlidir. Lakin siz ruhu tamamen kaybeder ve şekle yönelirseniz, o taktirde sünnet diye bir şey kalmaz. Ben Fakültede özellikle ilk derse girdiğimde öğrencilerin önlerindeki kâğıda aklınıza gelen ilk on sünneti yazın dediğimde, yazılan sünnetler, sarık, cübbe, misvak, yemeğe tuzla başlamak vs. ama bunların içerisinde sıdk, istikamet, ahde vefa, emanete riayet, varlığa rahmetle bakmak ve Resulullah’ın ahlak olarak bize tavsiye ettikleri yok maalesef. Bu, diğerlerini küçümsediğim anlamına gelmesin ve fakat bütün o şekilselliği yerine getiren bir insan her gün yalan, iftira, gayriahlaki şeyler yapıyorsa onun ne manası olacaktır?

Dolayısıyla işin sorunlu bir tarafı da budur.

Buna Mukabil Sünneti,

• İnsanlık için bir değerler manzumesi ve İslam Medeniyetinin kurucu kaynağı olarak anlamak;

• İslam ümmetini inşa eden bir örneklik olarak anlamak;

• İslamî değişim karşısında sürekliliğini sağlayan manevi bir güç olarak anlamak;

• Asr-ı Saadeti bütün zamanlara taşıyan bir vasıta olarak anlamak;

• Kur’an’ı yaşanan bir hayata dönüştüren bir beyan, tefsir, tevhid ve bir örneklik olarak anlamak;

• Hz. Peygamberin rehberliği ve örnekliği olarak anlamak daha isabetli olacaktır.

Allah Resulünun sünnetini anlarken iki yanlıştan kaçınmalıyız.

Birincisi İslam dinini sadece belli bir coğrafya ve kavme gönderilmiş gibi görmemek. İkincisi belli bir zamana geldiğini zannetmemek! Yani bizler anlar ve yorumlarken, bütün alemlere rahmet olduğunu görerek anlayacağız ve bütün çağlara gönderildiğini dikkate alacağız. Hiçbir Peygamber kendi kavminin kültürünü evrensel bir dine dönüştürmeye gelmedi. Bu cümlenin altını çizelim lütfen ve bir dine girebilecek en büyük bidat, aslında Peygamberin gönderildiği toplumun örfünü, âdetini ve kültürünü evrensel bir dine dönüştürmektir. Onun için müminlerin tarihte de karşılaştıkları en büyük zorluk, dini olan ile kültürel olanı birbirinden ayırt etmektir. Bazen kültürel olan o kadar değişiyor ki, bir alim bir ilim adamı onu yapmadığı zaman sünnet ve hadis düşmanı olarak gösteriliyor. Bu da doğru değildir ve işin ilmi olan kısmını daima dikkate almak lazım.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum ve sözlerimi bir hadisle tamamlamak istiyorum.

Rasulullah bir gün, Ened bin Malik’e dedi ki:

“Ya Ümeyye!

Mümkün olduğu kadar hiçbir mümin kardeşine karşı kalbinde kin, öfke ve aldatma duygusu olmasın. Ya Ümeyye bu benim sünnetimdir. Kim benim bu sünnetimi ihya ederse cennete benimle birlikte girecektir.”

Bu hadisi dikkate alarak sözlerimi şöyle bitireyim.

Ümmetin gözünün üzerimizde olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizim yaptığımız din tartışmaları, Müslüman kimliklerini inşa etmeye çalışan Orta Asya’daki milyonlarca Müslümanın da dikkatini dağıtabiliyor. Balkanlardaki din kardeşlerimizi olumsuz etkiliyor. Afrika’daki kardeşlerimizi üzmektedir. Ben, özellikle başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yerinde, Din-i Mübin adına mevziler edinmiş ve o mevzilerden bir başka kardeşini ayet ve hadislerle hedef alan bütün kardeşlerimize diyorum ki, ne olursunuz o mevzilerinizden çıkın ve birbirinize sarılın! Eğer bir hesabınız varsa bunu bir yerlerde oturun ve bunu ilmi olarak münakaşa ederek çözüm yolları arayın. Bu meseleleri Din-i Mübinle ilişkisi zayıflamış kitlelerin huzurunda, ‘Medeniyetlerin Çözülüş ve Çöküş Dönemi’ dediğimiz din tartışmalarıyla gençliğe zarar vermeyin. Bu doğru değil. En azından usul ve uslüp meselesini -ben kendimi başa koyarak söylüyorum- hep beraber çalışalım. İhtilaflı meseleleri bir tarafa bırakıp Yemen’deki kardeşlerimizin derdini, Akdeniz’deki boğulan yavruların sorunlarını nasıl çözeceğimizi, Afrika’daki kardeşlerimize Resulullah’ın sünnetini nasıl taşıyacağımızı konuşalım.

Hepinize saygı ve sevgilerimle…

****

Konfansımız soru cevap faslından sonra, Umran Kültür ve Medeniyet Hareketi Genel Başkanı

Prof. Dr. Burhanettin Can’ın, konuğumuza plaket takdimiyle sona erdi.

Yeni bir “Umran Toplantısı”nda buluşmak dileğiyle. Allah’a emanet olunuz.

Haber ve Fotoğraflar: Hakan Çandır

UMRAN KÜLTÜR ve MEDENİYET HAREKETİ

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.