Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.)

Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.)
İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyamete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allah (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtır...

1892 Yılında Adana'nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)'un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden ve Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerinden olan Abdülhâdî Efendinin tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)'e dayanır.

Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeye çalışıldığı şu cehalet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm'ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiasını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan itibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirmişlerdir. İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyamete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allah (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.).

1950’li yılların başlarında İstanbul'a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icazetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:

“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvana bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler.

Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akranlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devamlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allah (c.c.)'ün Resulü (s.a.v.) Efendimiz, Mi'râc'da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:

“Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte Hadîs-i Şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ'.

Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devam etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekaya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullah ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbikatıdır bu mübarek hayat!

İşte kerameti maddî ve ma'nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs keramet ma'nevî keramettir; o da yirmi dört saatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbul olan da budur.” dediği ma'nevî kerametler manzumesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri.

Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur'ân-ı ke­rîmde beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez­cümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gafil kalb, 4- Zâkir kalb, 5- Ma'nen diri (hayy) kalb. Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru'llâha devam olduğunu her defasında tekrar tekrar beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağı­nı bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerifte beyân buyurulduğu üzere:

"Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me'yûs olarak geri çekilir; zikirden gafil olursa kalbe yeniden girer."

"Allah azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir." buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allah (c.c.)'u ve O'nun zik­rini hatırlatanlarla beraber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sû­resinde Cenâb-ı Hakk: "Ey îmân edenler, Allah'tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun." diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyada istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîsten misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Hz. Sâmî (k.s) yüksek tahsîlini İstanbul'da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhânevî Dergâhı'na devam ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiamlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhum Fuat Çamdibi Hocanın babası):

“Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es'âd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabul eden Efendi Hazretleri, Rüşdü Efendi ile beraber Kelâmî Dergâhı'na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devamını kendileri şöyle anlatıyorlar: “Üstadımızın huzuruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca: “-Üstadım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi'nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi” deyince; birden Üstadımız Es'âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devam ettiğim evradın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur'ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrat diye cevâb verdim. “-Evlâdım hastalık nerede ise tedaviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın” buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.” Akarsu deryaya kavuşmuş; su mecraını bulmuştu. Cenâb-ı Hakk'ın lûtfu inayeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr-u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devam edilen dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü li'llâh.

Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı 'Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı 'âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma'nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslimiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslimiyeti gibi mürîd de mürşidine teslim olmalıydı ki biizni'llâh neticeye ulaşsın. Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamanda icazet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.

Üstadına olan muhabbet ve bağlılığını dâima arttırarak devam ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvanın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı.

Hayatının tek gayesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimîz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihya etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu hususta da ittibâ edip gazaya iştirak ederek “Gâzî' olmuşlardı. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk'ın: “Niçin yapamadığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirak ederek Gâzî olmuşlar ve ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd... Ve bu cihâdı elinde silâhı gazada da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.). 1979 yılında İstanbul'dan Medine-i Münevvere'ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihâl eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakîa’da, Ebû Sa‘îd el-Hudrî ve Fâtıma binti Esed (r.anhümâ)’nın yanında medfûndurlar.

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.