Hayri Bostan: Ortadoğunun Paris’i Beyrut
Hayri Bostan: Ortadoğunun Paris’i Beyrut
Sadece dört gün süren seyahatimiz bende ayların; hatta yılların etkisini bıraktı. İlk defa karşılaştığımız, birbirinden farklı yaşlarda ve yaradılış özelliklerinde arkadaşla yolculuk yaptık. İnsanları tanımak için üç şeyden söz edilir hadisi şerifte: Ya birlikte yolculuk yapmalı, ya bir alış veriş yapmalı, ya da komşuluk yapmalı der. Bizler de bu dört gün içinde öyle güzel şeyler paylaştık ki sanki yıllardır arkadaşmışız gibi.
“Seyahat ömrü uzatır” derler. Ben bunu defalarca yaşayarak hissettim. Gerek çalışırken iş ortamımızda, gerekse emekli olduktan sonra evde geçen zamanlarımı düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Zaman konusunda derin tartışmalara girmenin yerinin burası olmadığını biliyorum. Ancak, mesela bir sınavda, sınava giren öğrenciler için zaman hızla geçmekteyken ‘bir an önce işimiz bitse de gitsek’ diye canı sıkılan salon görevlileri zamanı ne kadar farklı algılarlar değil mi?
Bu sene 2018 Kurban organizasyonunda Lübnan’a atandığımı öğrenince hem sevinmiş, hem de heyecanlanmıştım. Her seyahat öncesi olduğu gibi günler, hatta haftalar öncesinden o yolculuğun heyecanını yaşamaya başlarım. İnternetten, değişik yollardan gideceğim ülke hakkında az da olsa bilgiler almaya çalışıyor, çantama neleri koyup, neleri koymamam gerektiğini düşünüyor, günler geçip vakit yaklaştıkça heyecanım ve merakım da artıyordu. Acaba yol arkadaşlarım nasıl kişiler olacaktı?
Rahat bir çift ayakkabı, bir de sırt çantası edindim kendime. Etiyopya’ya giderken yaptığım gibi gereksiz birçok şeyi bu sefer taşımak istemiyordum boşuna. Zaten ayın yirmisinde gidecek yirmi üçünde dönecektik. Çok kısa bir süre için aslında hiçbir şey götürmeye de gerek yoktu.
Böyle düşünüyordum; ama yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. Altı aydır düzenli aldığım ilaçları unuttum. Yanıma bir miktar döviz almayı erteledim ve almadan, cebimde elli liradan başka kuruş parasız yola çıkmıştım. Yanımda dünyanın her yerinde geçen kartlarım vardı nasıl olsa. Yeme-içme, konaklama ve ulaşım ihtiyaçlarımız karşılanacağına göre paraya hiç de ihtiyacım olmayacaktı. Geçen sene Etiyopya’da aldığım bin Bır paranın yüz elli Bırı hala pasaportumun arasında duruyor. Altı yüz elli Bır da oralarda bize eşlik eden bir gence vermiştim. Yüz Bır da bize hediye edilen bir kova balı ambalajlamak için vermiştim. Yüz Bırı da Hawassa’dan Addis Ababay’a yolculuğumuz esnasında muza vermiş ve iki arabadaki arkadaşlara ikram etmiştim. Görüldüğü gibi öyle kişisel bir ihtiyaç için bir kuruş harcamam gerekmemişti.
Atatürk Havalimanı’nda yurtdışına çıkış harcını arkadaşımız ödedi bu sefer. Onları masraflara kaydetmişti. Geçen sene de arkadaşımız ödemişti; ama masraflara dâhil etmemiş ve bizlerden almıştı.
Bagajlarımızı verdik, pasaport kontrolünden geçtik ve vakit yaklaşınca uçağa alındık. Gece yarısını geçe, saat sıfır bir kırk beşte havalanan uçağımız iki saatlik uçuştan sonra Beyrut Havalimanına indi.
Bizi karşılamaya gelecek arkadaşı aradık, bekledik; ama gelmedi. Sonunda bir taksiye doluştuk ve otele vardık. Bu da Beyrut’ta yediğimiz ilk kazık oldu. Otel görevlileri bizi almaya gelecek kişiyi tanımadıklarını söylüyor, bize başka bir taksi göndermek istiyorlardı. Çünkü almaya gelecek arkadaşın konuğu olduğumuz için komisyon alamayacaklarından savsaklamışlar. Sırf birkaç kuruş avanta kapmak uğruna bizi orada bir saat beklettiler ve on beş dolara; hatta Uber ile daha azına geleceğimiz mesafeyi bize kırk dolara pazarladılar.
Otelde de işler karışıktı. Rezervasyonumuz önümüzdeki geceden itibaren yapılmış olduğunu öğrendik. Bir sürü tartışma, tatsız pazarlıklardan sonra kahvaltısız konaklama parasında anlaşarak odalarımıza yerleştik. İki arkadaşımız bir switin bir odasına, üç kişi switin salonuna ve öteki odasına yerleştik. Getirdikleri tek kişilik bir somyayı ben aldım ve salonda uyumayı seçtim.
Otel görevlilerinin komisyon avcılığı yüzünden bizi karşılamaya gelemeyen şoförümüz Cihad Şihab da gelmişti ve anlaştığımız gibi bizi aldı ve Ketermaya’ya, partner dernek merkezine yola çıktık.
GÜVERCİN KAYALARI (الروشة)
Giderken şoförümüz bir yerde durdu ve o kâinat harikası Güvercin Kayalarını seyrettik, fotoğraflar çektik.
İlk seferinde çok uzun algıladığımız kırk kilometrelik yolculuğumuzun sonunda Ketermaya(كترمايا)’daki dernek (جمعيةالوعى و الموساة الخيرية) merkezine vardık.
Burası oldukça modern binalardan oluşan, içinde okulları, mescitleri, misafirhaneleri, büroları, yemekhanesi ve derneğin değişik hizmet departmanları bulunan güzel bir yerdi. Aklıma Deniz Feneri Derneği’nin Zeytinburnu’ndaki merkez binaları geldi. İçimden, belediyenin kullanıma verdiği bu barakalardan, konteynır yapılardan, eciş bücüş binalardan planlı, düzenli, kurumsal bir merkez binasına kavuşması için dua ettim.
Dernek yetkilileriyle sıcak bir tanışma ve kahvaltı faslından sonra ertesi sabah bayram namazından sonra bağışçılarımızın kurbanlarını kesmek için tekrar gelmek üzere ayrıldık.
Beyrut, daha önce de duyduğum gibi, “Ortadoğu’nun Paris’i” gibiydi. Modern binaları, modern alışveriş merkezleri, modern arabalarıyla zengin bir ülke izlenimi veriyor. Modern cadde ve sokakları, binaları, işyerleri dikkat çekiyor. Burası Etiyopya’ya hiç benzemiyor. Buradaki fakirler daha çok Suriye mültecilerinden oluşuyor. Ama sanırım Beyrut’ta dünyanın her yerinden gelen insanlar yaşıyorlar. Tıpkı İstanbul gibi. Her yerde ikili, dörtlü minareleriyle camiler ve katedral çapında kiliseler dikkat çekiyor. Sorduğumuzda burada Cumhurbaşkanının Hristiyan, Başbakan’ın Sünni, Parlamento başkanının ise Şii olduğunu öğreniyoruz. Uzun süre burada yaşanan iç savaşın etkilerini de her yerde görmek mümkün.
Akşam ve yatsı namazı için camiye gittiğimde ilginç şeylere tanık oldum. Mesela imam dışarıda, işinde gücünde hangi kıyafetle yaşıyorsa namazı da aynı o haliyle geçip kıldırıyor. Ne sarık, ne takke, ne de ayağında çorap var. Çünkü burada bizdeki gibi imamlık bir meslek değilmiş. Asıl işi olan; ama imamlık da yapabilecek durumda olanlar bu işler için kurulmuş vakfa kayıt oluyor ve vakit geldikçe gidip ezanı okuyor, namazı kıldırıyorlarmış. Dernek de bu hizmetlerine karşılık onlara ayda yüz dolar ücret ödüyormuş. Onun için her vakit namaz kıldıran kişiler değişebiliyor. Değişmeyen şey ise hepsinin normal sivil kıyafetleriyle ezanı okuyup namazı kıldırmalarıydı.
Kurban bayramı arifesi olduğu için teşrik tekbirlerinin nasıl getirildiğini merak ediyordum. Farz namazlara durmadan önce birkaç kişi ezanın okunduğu mikrofonun başına yaklaşıyor, toplaşıyorlar ve koro halinde teşrik tekbirlerini getiriyorlar. Aynı şeyi bir de farz namazların bitiminde tekrarlıyorlar. Bizdeki gibi kısa değil teşrik tekbirleri. Hayli uzun ve güzel ifadelerden oluşuyor:
الله أكبر الله أكبر الله أكبر
لا اله الا الله و الله أكبرالله أكبر و لله الحمد
الله أكبر الله أكبر الله أكبر
لا اله الا الله و الله أكبرالله أكبر و لله الحمد
الله أكبر الله أكبر الله أكبر
لا اله الا الله و الله أكبرالله أكبر و لله الحمد
الله أكبر كبيرا و الحمد لله كثيرا و سبحان الله و بحمده بكرة و اصيلا
لا اله الا الله وحده و صدق وعده و نصر عبده و اعز جنده و هزم الاحزاب وحده.
لا اله الا الله و لا نعبد الا اياه مخلصين له الدين و لو كره الكافرون.
اللهم صل على سيدنا محمد
و على ال محمد
و على أصحاب محمد
و على انصار محمد
و على ازواج محمد
و على ذرية محمد و سلم تسليما كثيرا
رب اغفر لى و لوالدى
رب ارحمهما كما ربيانى صغيرا
Bu ifadeleri cemaatin hepsi ezbere biliyorlar ve topluca, belli bir makamla seslendiriyorlar.
Farz namaz bittikten sonra bizdeki gibi toplu tesbihler, dualar, mihrabiyeler yok onlarda. Başta imam olmak üzere herkes çıkıp gidiyor. Dileyen de kalıyor, teşbih çekiyor, dua ediyor, Kur’an okuyor. Bizde cemaatle kılınan namazlarda namaz kadar da tesbihler, dualar ve mihrabiyeler vakit alıyor. Camiler tertemiz, mihrap ve minber ve vaaz kürsüsü Arap tarzı üsluplarda elbette. Tuvaletler dışarıda; ama abdest alma şadırvanları cami içinden geçilen bir koridorda bulunuyor. Değişik camilerde farklı durumlar elbette olabilir.
BAYRAM
Şoförümüz geciktiği için bayram namazına son anda koşarak yetiştik; ama dışarıda kaldık. Bizdeki gibi öyle hemen yedek hasırlar da gelmiyor. Alnımı yere koydukça yerdeki toz toprak alnıma yapışıyordu. Ben de kabre konulduğumuzda başımıza gelecekleri düşünüyor, halime şükrediyordum.
Bayram namazının edası da bizdekinden oldukça farklıydı. O ayrıntılara girmek istemiyorum; ancak bizde bayram namazlarında müezzinlerin yüksek sesle “dokuz tekbir ile” demelerine karşın bu tekbirlerin, namazın edası esnasındaki, birinci rekâtın başında, ikinci rekâtın sonunda getirilen tekbirler mi, yoksa namazdan sonra hatip minbere çıkarken ve minberden inerken cemaatin topluca getirdiği tekbirler mi olduğunu anlamak mümkün değildir. Sanırım orada, bayram namazlarında dokuz tekbiri namaz içinde yerine getiriyorlar.
Şoförümüz Cihat Bey bizi arabasıyla aldı ve partner derneğin merkezine gitmek üzere yola çıktık. Beyrut’a kırk kilometre kadar uzak bir mesafede bulunan Ketermaya’daki merkeze yolculuğumuz esnasında daha iyi tanışmış olduk.
Cihad elli yaşında, sakallı, gözlüklü, temiz yüzlü, sempatik bir insan. Bizi hava limanında karşılamaya gelmediği için başta pek hoşlanmadığımız bu insan meğer mükemmel bir insandı. Ana dili Arapça yanında İngilizce, Fransızca, İtalyanca bilen, hem vakur, hem konuşkan, kırk yıllık dost gibi bir insandı. Beyrut’ta taksicilik yapıyor. Dernek adına da Beyrut’tan Ketermaya’ya, başka yerlere, şehir turlarına konuk götürme-getirme, gezdirme ve benzeri işlerini o yapıyordu.
Ketermaya’ya ilk gidişimiz çok uzun geldi bize. Adeta yol bitmek bilmedi. Meğer o kadar da uzak değilmiş. Derneğin misafirhanesi de varmış meğer. İstanbul’daki dernek merkezinde bu işlere bakan arkadaş bizim dernek misafirhanesinde kalmamıza razı olmamış, ille de iyi bir otel olsun istemiş. Hesaplı olması için kahvaltısız ve yemeksiz seçtik. Odaya ek divan koydurduk. Buna karşın gene de hayli pahalıya patlamış oldu.
Daha sonra öğrendiğimize göre dernek, bağışçılarımız için satın aldığı küçükbaş hayvanların tanesini yüz yirmi dolardan almış. Kurbanlıkların alımı, görevlendirilen bizlerin uçak, otel, yeme-içme, geziler ve saire masraflarımızı da ekleyince bağışçıların ödediği paranın en az bir buçuk katı paranın dernekten çıktığını öğrenmiş olduk. Elli kadar ülkede yapılan bu organizasyonların şüphesiz hepsi aynı değildir; ama Beyrut ve Lübnan’ın pahalı bir ülke olduğu kanaatimiz hâsıl oldu. Belki iki kişinin yapabileceği bu görev için beş kişi gönderilmesinde yeni gönüllüler yetiştirmek, gençlerin üniversal deneyim kazanmalarına katkı sağlamak gibi amaçları olabilir.
Bayram namazından sonra tekrar Ketermaya’daki dernek merkezine gittiğimizde bütün hazırlıkların canhıraş bir şekilde tamamlandığını, aynı mekânda Deniz Feneri ile birlikte Diyanet, Kızılay gibi öteki kuruluşların da kesim yaptıklarını gördük. Dernek görevlilerinin erkek ya da bayan her biri koşuşturuyorlardı.
Herkes görevini kusursuzca yerine getirmiş ve görev tamamlanmış, artık deri yüzme, parçalama ve poşetlere koyma işlemleri devam ediyordu. O ara namazlarımızı kıldık ve hazırlanan müthiş şiş kebap ziyafetine oturduk.
Yemekten sonra hazırlanan poşetler halindeki etleri ihtiyaçlılara ulaştırmak üzere yola çıktık. Seçilen ihtiyaçlı aileler daha çok Suriyeli sığınmacılardan oluşuyordu. Sanki bir dairenin her odasına bir aile yerleşmiş yaşıyorlardı. Sevimli çocuklar sokaklarda oynuyorlardı. Bazıları mahzun ve sessiz ailelerinin yanında dikiliyorlardı. Onlarla bayramlaşıyor, balon, çeker dağıtıyor, kısa sohbetler yapıyor, duygusal anlar yaşıyorduk. Bu dağıtım görevini de yerine getirdikten sonra dernek merkezine, oradan da Beyrut’a, otele dönüyoruz. Hayli yorulduk, ayakkabılarımız, üst başımız hayli battı. Ekibin en yaşlısı olarak ben otelde dinlenmeyi tercih ettim. Arkadaşlar çıkıp dolaştılar. Döndüklerinde çektikleri fotoğraflara bakınca keşke ben de onlarla gitseydim diye hayıflandım içimden. Özellikle, ilk gittiğimizi gün yanından geçtiğimiz ve dışarıdan fotoğrafını çektiğim “Muhammedulemin Camii”[1] hakkında anlattıkları daha çok hayıflanmama sebep oldu. Caminin adını yazınca istediğiniz kadar bilgiye ulaşabileceğiniz malumatlara girmek istemiyorum. Şu kadarını kaydetmek isterim: Zamanın Lübnan Başbakanı Refik el-Hariri 2002 yılında bu caminin yapımı için ilk adımı atmış. Ancak kendisi 2005 yılında vefat ettiği için caminin açılışını görememiş. Onun için kabrini de bu caminin kuzey tarafına yapmışlar. Caminin içini göremediğim için çok üzülmüştüm. Son gün dönüş için Beyrut Havalimanına giderken tam ezan vakti o caminin yanından geçiyormuşuz. “Şu camide namazı kılıp öyle gidelim” dedim. Arkadaşlardan bazıları “geç kalırız, gidelim. Namazı havalimanında, her yerde kılabiliriz ”dedilerse de burada kılma isteği ağır bastı ve içimde kalan o ukde de böylece giderilmiş oldu. İç kısımlara fotoğraflar çektim. Ezanı okuyan imamın okuyuşunun bir kısmını, teşrik tekbirlerini video olarak kaydettim. Böylece Beyrut’un bu en güzel camiinin içinde de bir vakit namaz kılmam ve fotoğraflar çekmek nasip oldu.
KELB NEHRİ ESERLERİ (أثار نهر الكلب)
Beyrut’un bazı kesimlerini görmüş, kurban organizasyonu görevimizi tamamlamıştık. Dinlenmiş olarak artık bayramın ikinci günü Beyrut ve çevresinde gezmek dolaşmak için en güzel fırsatı veriyordu. Sözleştiğimiz gibi Cihad sabah sekizde geldi. Birlikte bir halk lokantasına giderek Beyrut usulü kahvaltı ettik ve yola koyulduk.
Cihad Şihab-(جهاد شهاب) “bu adamlar bugün burada, yarın gidecekler nasılsa” deyip işini baştan savmıyor. Bizi bizim istemediğimiz, aklımızdan geçiremeyeceğimiz kadar güzel ve mükemmel gezdiriyor. Jeita Mağaraları herkesin tavsiye ettiği mekânlar Beyrut’ta. Jeita’ya giderken yolumuzun üzerinde, Osmanlı dedelerimizin eserlerinin bulunduğu, onların yanında Fransızların ve daha başka Hristiyan unsurların da hatıra anıtlarının bulunduğu
اثار نهر الكلب" “ denen yerde fotoğraflar çektik. Orada, daha çok Karadeniz Bölgemizde çok görülen iki üç gözlü taş köprü, onun karşısında su kanalı (arkı) vardı. Tam tepemizdeki dağın zirvesine kocaman, devasa bir İsa Heykeli yapmış, kondurmuşlar. Sanki Tanrı gökten yere inmiş ve o dağdan aşağılardaki insanlara vaaz ediyordu. Jeita Mağazaları’na giderken yukarıdan da gördük; ama yakınına gidemedik.
JEİTA MAĞARALARI (مغارة جعيتا)
Mağaralara giden yol bir yayla yolu gibi, nehir yatağı boyunca dağlara tırmanarak uzanıyor. Aşağılarda derin vadiler harika manzaralar oluşturuyor. Vadinin sonunda da Akdeniz masmavi atlas gibi uzanıyor.
Jeita mağaraları iki kısımdan oluşuyor. Burada bu mağaralarla ilgili ayrıntılara germeye gerek görmüyorum. İsteyen her türlü bilgiye İnternet yoluyla ulaşabilir.
Kısa mesafeli bir teleferik; daha doğrusu telesiyej sistemi kurulmuş. Teleferikle gidiliyor; ama dönüşler bir traktörün çektiği, şirin vagonlardan oluşan bir araçla yapılıyor. Amma şu kadarını söylemeliyim ki, gerçekten görülmeye değer, harika mekânlar. Dorusu Lübnan devleti buralara güzel de düzenlemeler yapmış. Aydınlatmalar, galerilere doğru kıvrım kıvrım devam eden yürüyüş yolları kusursuz. Kendimi Yüzüklerin Efendisi ya da Harry Potter filmlerinin sahnelerinde hissediyorum. Milyonlarca yılda oluşmuş bu sarkıtlar ve dikitler harika şekiller sunuyorlar ziyaretçilere.
Aşağı mağara çok daha farklıydı. Orada gürül gürül bir yer altı nehri akıyor. Önünüzde zümrüt yeşili harika renklere bürünmüş bir gölet uzanıyor. Turistlere gondol tarzı teknelerle sırayla mağara içindeki bu masalımsı rengarenk gölette tur yaptırılıyordu.. Başımız üstteki kayalara değecek gibi oluyor. Bir rüya âleminde, bir masal dünyasında dolaşır gibi bir gezinti yapılıyor ve dönülüyor.
Mağaranın çıkışında küçük alışveriş yerleri, kafeler, idare mekânları var. Derinden derinden, her haliyle size Lübnan’da olduğunuzu anımsatan çok güzel bir klasik Arap müziği kulaklarınızı okşuyor.
Jeita Mağaralarını da görmüş olmanın mutluluğuyla dönüş yolunda giriyoruz. Öğle namazının ardından Ketermaya’da dernek merkezinde yoksullara yönelik bir programa katılacağız. Arkadaşlarımız “biz de güzel bir şey yapalım. Aramızda bir miktar para toplayalım ve oraya gelen çocuklara kişi başı beş bin Lübnan Lirası olmak üzere dağıtalım” dediler. İmkânı olanlar imkânları nispetinde katıldılar. Paraları yolda yakıt istasyonlarında, marketlerde beş binlik haline getirip hazırladılar.
Oraya vardığımızda meydandaki branda ile örtülüp gölge galine getirilen masalar ve sandalyelerle hazırlanmış alana kadınlar, çocuklar, insanlar toplanmışlardı. Düzensizliğe ve nahoş görüntülere sebep olmamak için çocuklar derneğin ikinci katı olan idare bölümüne onar onar alındılar ve çikolata tutuldu, bayramları tebrik edildi ve ellerine beşer bin lira konuldu, birlikte fotoğraflar çekildi.
Bu çok hoş bir şey oldu. Arkadaşımız Murat Özer’in önerisiyle ve öncü katkılarıyla yapıldı, çok da güzel oldu. Fotoğraflar da çektik o aralar. Daha sonra aşağıya inerek oradaki kalabalıkla birlikte bizlere ayrılan masada dernek başkanı ve arkadaşlarının da katılımıyla öğle yemeği yedik, bayramlaştık.
EMİR BEŞİR YA DA BEYTUDDİN SARAYI (قصر بيت الدين)
Önümüzde değerlendirebileceğimiz güzel bir vakit vardı. Dernek görevlilerinden Abdullah Vehbi Bey bize, “Emir Beşir Sarayı” da denilen “قصر بيت الدين”e gitmeyi tavsiye etti. Cihad Beye talimat verdi ve artık buraya tekrar dönmeyeceğimiz için vedalaşarak yola koyulduk.
Emir Beşir Sarayı ya da Beiteddine Sarayı[2] Beyrut’tan kırk kilometre uzaklıkta dağlık tarafında bulunuyor. Yollar, ormanlar, görkemli konak ve villa türü evleriyle buralar Beyrutlu zenginlerin tercih ettiği yaşam alanları diye düşünüyoruz.
Tavsiye edilen bir yeri ancak gördükten sonra tavsiye edene hak veriyor insan. Bu saray gerçekten Lübnan’a gelip de görülmeden gidilecek bir mekân değil. Sadece saray değil. Buraya ulaşıncaya kadar izlediğimiz yol, çevredeki bahçeler, ormanlar, tarlalar, oradaki hayatı bizzat gözlerinle seyretmek çok keyif verici bir şey. Gezilerimiz ve turlarımız esnasında şoförümüz Cihat Şihab Bey, “buraları Hristiyan bölgesi…”, “buraları Dürzilerin yoğun olduğu yerler…”, “buralarda Ermeniler yoğunlaşmışlardır…” Gibi bilgiler vermese biz kimin kim olduğunu asla bilemeyiz. Sonuçta hepsi insandı. İşte bu incelik göz ardı edildiği için Lübnan iç savaşlarda çok acılar yaşadı. Çocukluğumuzdan beri hep:” Lübnan’da sağcı Hristiyanlarla solcu Müslümanlar arasında çıkan…” diye başlayan haberler duyardık. Bu dağın başına bunca kocaman, devasa sarayların, taş binaların nasıl yapıldığını, bunların hangi insan gücüyle yapıldığını, buraların yapılması için nice hayatların kim bilir nasıl heba edildiğini düşünmeden edemiyorum. Bu görkemli saraylar, köşkler, şatolar, konaklar şimdi hala ayaktalar; ama buralardan yaşanan nice hayatlar, ihtiraslar, ıstıraplar nerede şimdi? Kur’an-ı Kerim’de سيروافى الارض.... (yeryüzünde gezin, dolaşın…) diye başlayan ayetleri bir de buradan bakarak düşünmek gerek.
Çok verimli ve dopdolu geçen günün ardından otele döndük. Duş alıp üst baş değiştirerek tekrar çıktık. Ben yatsı namazı için camiye gidelim diyorum, onlar yemek yiyelim diyorlardı. Sonunda onların dediği oldu ve yatsı ezanını dinleyerek, caddelerden yürüyerek lokantalarıyla meşhur bir caddeye gelmiştik. Her tarafta aynı isimde lokantalar vardı.مطعم بربر" “ İçleri tıklım tıklım insanlarla dolu. Dışarıda kaldırımlarda da sıralarını bekleyen yığınla insan vardı. Kadın, erkek, çoluk çocuk herkes buraya, bu lokantalara yemek yemeğe geliyorlarmış.
İçeri girdik, boş masa yoktu. Hayli zaman bekledik ve kalkan bir ailenin masasını daha temizlenmeden kaptık. Geldi temizlediler ve siparişlerimizi verdik.
Siparişler öyle katalogda durduğu gibi değilmiş meğer. Bir kişilik self servis tabağına konulan siparişimizin her biri on yedi bin lira. Yani yaklaşık on bir, on iki dolar.
Yemekler geldi. AmanAllahım! Kocaman self servis tabağının her gözü hıncahınç dolu. Etliler, mezeler, salataları, tatlılar, hımmıslar, labneler… Bir kişinin onca şeyi yemesi mümkün değil. Normal halde beş kişiye yetecek yemek bir kişiye geliyor. Masalara dikkat ettim, çoğu kalıyor ve çöpe gidiyordu. Yoksul insanlara bir nebze katkımız olması için geldiğimiz bu diyarlarda kıyamet gibi israf vardı. Sadece bu caddedeki lokantalarda çöpe giden yiyeceklerle bir mahalle doyardı. Daha bir gün önce kurban eti dağıtmak için girdiğimiz evlerdeki açlık, yoksulluk ve buradaki bu israf tam bir paradoks arz ediyordu. Hele de “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” sözünü söyleyen bir peygamberin ümmeti ne hallere gelmiş.
Benim hep inanarak söylediğim, “hayatımda bilerek bir pirinç tanesi bile israf etmedim” sözüme sadakatten dolayı kendimi ne kadar zorlasam da benim tabağımda da kaldı. Bir arkadaşımız dönerini bile yemdi. O tabağı paket yaptırdık. Dışarı çıktığımızda baktım ki herkesin eli boştu. Yani yaptırdığımız paketi kimse almamıştı. Bir kediyi, köpeği beslerdik ya da o lokantaların çevresinde dolaşan dilencilere teklif ederdik ama olmadı. Paket yaptırdığımız dönerler de çöpe gitmiş oldu.
Beyrut’un göz kamaştıran gece manzaraları eşliğinde caddelerden yürüyerek otele döndük.
MUHAMMEDU’L-EMİN CAMİİ
جامع حاتم الانبياء و المرسلين محد الامين
Sabah sekizde Cihat Şihab geldi ve çıktık. Önce kahvaltıya, oradan sahile plaja gittik. Denize girmek için hazırlığımız olmadığından sadece bir arkadaşımız girdi. Kim olduğunu söylemeye gerek yok. Elbette ki Murat Özer arkadaşımızdı. Ben denize paralel caddede yürüyüş yaptım. Hava çok sıcaktı. Fotoğraflar çektim. Daha sonra arabaya doluştuk, otele döndük. Çıkışımızı yaptık ve Beyrut Havalimanına gitmek üzere yola koyulduk.
Öğle vakti olmak üzereydi. Arkadaşların gidip gördüğü; ama benim gidemediğim, avlusunda Lübnan eski başbakanı Refik el-Hariri’nin kabri bulunan camide öğle namazımızı kılıp devam ettik ve havalimanına vardık.
Bayram olduğu için midir, turizm mevsimi olduğu için midir anlayamadım. Beyrut Havalimanı acayip derecede kalabalıktı. Bagaj kontrol noktasından geçmek için zikzaklar çizerek, neredeyse uçağımızı kaçıracağız korkusuna kapıldığımız eziyet verici kuyruklardan sonra aynı şekilde bir de pasaport kontrol kuyruğunda takıldık. Lübnan seyahatimizin en zor yanı bu havalimanlarındaki kuyruklarda beklemeler olmuştur. Hadi biz neyse de, yaşlılar var, kilolu ve yaşlı bayanlar var. Hamileler olabilir. Yani dayanılır gibi değil. Arada sırada sert tartışmalara sürtüşmelere de tanık olduk bu kuyruklarda.
Nihayet mühürler basıldı ve uçağa bindik.
UÇAKTA
Dönüşte bize cek-in businesse classe( üst sınıf yolculuk) bölümünde yapılmıştı. Çok rahat bir seyahat oldu. Bu bölümün her şeyi farklı. Koltuklar çok geniş ve rahat. Kenardan monitörü çıkarıp istediğini yapabiliyorsun. Film izle, müzik dinle, TV izle, oyun oyna... Sağ taraftan yemek masası çıkıyor. Uçağa hoş geldiniz anlamında önce şık bardaklarla meyve suyu, meşrubat dağıtıyorlar. Ardından fındık içi servisi yapılıyor. Gazeteler geliyor, istediğinizi alıyorsunuz. Daha sonra sıcak suda kaynatılmış mendiller dolaştırılıyor. Herkes bir tane alıp ellerini temizliyor. Sonra yemek geliyor; ama isteğe bağlı menü seçenekleri de var. Ayrıca masaya örtü, önüne asılacak peçete… Bu ayrıcalıklar uçağın business class kısmının gerisinde, normal bölümde yok tabi. Bütün bunlar, bu uçaklar batı medeniyeti üretimi olduğu için sınıf ayrımcılığının, asiller ve paryalar ya da köleler veya sıradan halk gibi ayrımların en güzel uygulaması. Buna benzer bir sosyal ayrım Titanik’te de vardı hani. Uçaktan inerken bile önce bu bölümdeki beyefendiler tamamen iniyorlar, ondan sonra arkalarda oturanlara yol veriliyor. Hostesler çok eğitimli ve kibar insanlar olmalarına karşın bu bölümde çok daha fazla kibarlar ve hassaslar. Müşterilerin adeta bir dediğini iki etmiyorlar.
Sadece dört gün süren seyahatimiz bende ayların; hatta yılların etkisini bıraktı. İlk defa karşılaştığımız, birbirinden farklı yaşlarda ve yaradılış özelliklerinde arkadaşla yolculuk yaptık. İnsanları tanımak için üç şeyden söz edilir hadisi şerifte: Ya birlikte yolculuk yapmalı, ya bir alış veriş yapmalı, ya da komşuluk yapmalı der. Bizler de bu dört gün içinde öyle güzel şeyler paylaştık ki sanki yıllardır arkadaşmışız gibi. Beş arkadaştık ve beşimizin de huyları, zevkleri, belki görüşleri oldukça farklı olmasına karşın bizi bu denli uyumlu kılan elbette ki Yüce Dinimiz İslam’dı. Murat Özer son derece acar, girişken, kararlı, kıvrak zekâlı ve sorumlu ve sempatik bir insan. Alkan Akpınar hep ciddi, ağır, sanki hoşnut değil gibi; ama içinde çok samimi, çok hassas bir insan olduğu muhakkaktı. TRT1 yapımı “Yol Ayrımı” dizisinde Ali Fethi Okyar’ı oynayan Seda Yıldız’ı anımsattı bana hep. Abdullah Demir, geleceğin entelektüel şahsiyetleri arasına girmeye aday, yakışıklı, nazik, kibar, fotoğraf çekmeyi seven, düşüncelerini hırsla savunup ifade eden bir arkadaş. En büyük hobisi seyahat etmek sanırım. Reşit Polat sempatik, hareketli, hoş bir arkadaşımızdı. Kendisi bana “Şirinbaba” ismini yakıştıracak kadar rahat ve cesur bir kardeşimiz. Ben de ona “atom karınca” lakabını uygun görmüştüm.
Oralarda da İslamiyet’in bir insanı ne kadar güzelleştirdiğine çok güzel örnekler gördük, dostlar edindik. Onları şimdiden özledik ve özleyeceğiz. Lübnan gibi tarihi ve doğal güzelliklerle dolu bir ülkeyi elbette dört günde tam görmüş ve tanımış olamazdık. Ama sanırım görmeye değer yerlerinin birçoğunu gördük. Bu satırları okuyanlar bir gezi rehberinden Lübnan başlığı altına bakarlarsa bana hak vereceklerdir. Bir görev olmasına karşın bence görevden çok bir lütuf olan bu imkânı bize sunan Deniz Feneri Derneğimize, onun güzide genel başkanı Sayın Av. Mehmet Cengiz’e ve derneğin tüm çalışanlarına ve de gönüllülerine canı gönülden teşekkür ediyorum.
Hayri BOSTAN
25.Ağustos 2018
[1] Beyrut'un orta yerinde yükselen mavi kubbeli Muhammed-ül Emin Camii, tabiatı incitmeden inşa edilen Osmanlı mimarisinden izler taşıyor. Camideki bir diğer Osmanlı numûnesi ise, yanı başındaki tekkedir. İbadethanenin arsası, 1853 yılında Sultan Abdülmecid Han tarafından, dönemin Beyrut'unun önemli din adamlarından Sufi Muhammed Abdülnasır'a hediye edildi. Abdülnasır da kendisine hediye edilen bu araziye bir tekke kurdu. İç savaş yüzünden büyük zarar gören tekkenin 2002 yılında camiye dönüştürülmesine karar verildi.
İnşaata ilk taşı koyan Lübnan başbakanı Refik Harirî, caminin açılışını göremeden 2005 yılında uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Mabedin açılışını göremeden vefat eden Hariri, ibadethanenin hemen yan tarafına defnedildi. 5 bin kişi kapasiteli Muhammed-ül Emin Camii, Lübnan'ın en büyük camisidir. İbadethanenin büyük kubbesi ve etrafındaki küçük kubbeler, Mimar Sinan tarzının göstergesidir.
Muhammed-ül Emin Camisi, adeta bir Osmanlı mescididir. Caminin içini süsleyen çiniler, Kütahya'da yapılırken, halıları da Türkiye'den getirilmiştir. Muhammed-ül Emin Camisi, 400 sene boyunca Osmanlı'nın hâkimiyetinde kalan Lübnan'da Devlet-i Âliye'nin etkisinin hâlâ sürdüğünü gösteren en büyük delildir.
Beyrut'un orta yerinde yükselen mavi kubbeli Muhammed-ül Emin Camii, tabiatı incitmeden inşa edilen Osmanlı mimarisinden izler taşıyor. Camideki bir diğer Osmanlı numûnesi ise, yanı başındaki tekkedir. İbadethanenin arsası, 1853 yılında Sultan
[2]) Beyteddin Sarayı ya da Emir Beşir Sarayı
Beyrut’tan arabayla 1.5 saat süren yolculuktan sonra saraya vardık, dürzilerin yaşadığı bölgede konumlanmış olan
Beitedinne Sarayı, Osmanlı Valisi Emir Beşir tarafından saltanatın gücü ve görkemini yansıtmak amacıyla yaptırılmış. Arap ve İtalyan tarzlarını bir arada barındıran çok güzel bir yapı olan bu sarayın mimarı bir İtalyan. 1788’de yapımına başlanan saray 1800’lerde tamamlanabilmiş. Vaktiniz varsa görmenizi tavsiye ederim, yakınlarda çok güzel bir restoranda geleneksel yemekler yiyip bölgeden mutlu bir şekilde ayrıldık
Beyrut’tan arabayla 1.5 saat süren yolculuktan sonra saraya vardık, dürzilerin yaşadığı bölgede konumlanmış olan
Beitedinne Sarayı, Osmanlı Valisi Emir Beşir tarafından saltanatın gücü ve görkemini yansıtmak amacıyla yaptırılmış. Arap ve İtalyan tarzlarını bir arada barındıran çok güzel bir yapı olan bu sarayın mimarı bir İtalyan. 1788’de yapımına başlanan saray 1800’lerde tamamlanabilmiş. Vaktiniz varsa görmenizi tavsiye ederim, yakınlarda çok güzel bir restoranda geleneksel yemekler yiyip bölgeden mutlu bir şekilde ayrıldık
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.