H. Ali Erdoğan: Davranışlarımıza yön veren din midir, yoksa gelenek midir?
Bu soruyla; inançlı, dindar insanlarımızın söylemleriyle eylemlerinin, düşünceleriyle uygulamaları arasındaki çelişkiye dikkat çekmek ve bir çıkış yolu aramak istiyoruz. Amaç sadece eleştiri değildir. Bu çelişkili durumun ekonomik hayata yansıyan kısmından kurtulmak için öncelikle Yüce Allah’ın kesin olarak yasakladığı 'riba'nın 'faiz' olarak tercüme edilmesinin yanlış olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Gerçek değer artışına karşılık gelen riba ile nominal, rakamsal, kâğıt üzerinde bir artışa karşılık gelen faiz arasında kesin bir ayırıma gitmek gerekir.
Bu yapılmazsa, samimi inanç sahipleri, iki sonuçtan birini kabul etmek zorunda kalacaktır. Bunlardan birincisi, daha çok şahıslar arasında söz konusu olan borçlanma işleminde alacaklının mağdur olduğu bir sonuca onay vermek. Böykece dinin sadaka vermekten daha üstün tuttuğu çok önemli bir toplumsal dayanışma şekli olan karşılıksız borç verme işleminin ortadan kalkmasına ve terk edilmesine neden olmak.
İkincisi ise klasik içtihatların (müçtehid vasfındaki bir İslam aliminin Kur’an ve sünnette bulunmayan veya açıkça belirtilmeyen şer’i bir meseleyi Kur’an ve sünnetin ruhuna aykırı olmamak şartıyla halletmek veya hükme bağlamak hususunda gösterdiği üstün gayret ve çalışma sonunda varılan sonuç) ve fetvaların artık ihtiyaca cevap veremediğini kabul etmek. Değişen zamana ve şartlara göre 'İslam fıkhı’nın güncellenmesi gerektiğini kabul etmek. Bu sonuncu sonuç kimi din alimlerinin kapandığını iddia ettikleri 'içtihat kapısı'nın hala açık olduğunun kabulünü gerektirir. Zamana ve şartlara göre bazı dini hükümlerin değişebileceğini kabul etmek gerekir. Bu da ancak ayetlerin gerçek mana ve maksadına nüfuz edebilen din alimleri marifeti ile olacaktır. Bu mümkün olmazsa ayetlerin lafzına takılıp manasını, metnine takılıp maksadını ihmal eden, hile-i şer’iyyelerle durumu kurtardığını zanneden, sürdürülemez bir din anlayışı inançlı insanların davranışlarına yön vermeye devam edecektir. Yüce Allah Bakara Suresi’nin 276’ncı ayetinde, 'riba'nın yasak edilmesindeki esas amacın adalet sağlamak ve zulme mâni olmak olduğunu beyan ederek “ne zalim olun ne de mazlum” buyurur.
Bu ayetteki adalet vurgusunu dikkate almayanlar, gerçek değer artışının karşılığı olan riba ile sadece kâğıt üzerinde nominal (rakamsal) bir artışa karşılık gelen faiz arasında bir ayrıma gitmeden “faizin her çeşidi haramdır” gibi klişe bir ifadeyle; çelişkili ve tutarsız bir hüküm vermektedirler. Bu anlayış sahipleri gerçek manada bir değer artışı ifade etmeyen, enflasyon oranını da geçmeyen her rakamsal artışı, kesinlikle haram olan ‘riba’ sınıfına dahil ederek, yaygın bir yanlışa ve zulme cevaz vermiş oluyorlar. Bunlar çok açık bir tercüme hatasıyla faizi ‘riba ile eşit göstererek ticari hayatın ihtiyaç duyduğu çok faydalı bir işleme, borç alma-vermeye engel oluyorlar. Zira onların bu konuda uydukları fetvalar borç alanın lehine ve fakat borç verenin aleyhine bir sonuç ortaya çıkarıyor. Bunu duyan, tecrübe eden ve bu yolla maruz kalınan mağduriyetlere şahit olan insanlar en yakınlarına bile borç para vermekten kaçınır hale geliyor. Oysa Yüce Allah’ın Kur’an’da kesin olarak yasakladığı ‘riba’nın bugünkü karşılığı tefeciliktir. Bu da daha çok şahıslar arasında cari olan ve borçlu aleyhine sonuç veren bir uygulamadır. Tefecilik zaman geçtikçe borçlunun daha çok borçlanmasına ve mağdur olmasına neden olan kayıt dışı, illegal, keyfi ve fırsatçı bir uygulamadır. Tefecilikte yardımlaşma yerine maddi menfaat ön plandadır.
Din ise 'riba'ya alternatif olarak karz-ı haseni yani karşılık beklemeden borç vermeyi önerir. Bunu da iyilik ve yardımlaşmaya teşvik ederek gerçekleştirmek ister. Burada temel amaç Yüce Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu uygulama borç verenin zarara uğramadan sevap kazandığı, borç alanın da üretim için dini tabir ile 'salih amel' (kalkınma) için ihtiyaç duyduğu finansmana kavuştuğu bir yardımlaşma ve dayanışma şeklidir. Alacaklı ile borçlu arasındaki denge yani adalet sağlanamazsa, karşılıksız borç verme demek olan ‘karz-ı hasen’ sözde kalır ve pratik hayatta hiçbir bir karşılığı olmaz. Nitekim günümüzde olan da budur. Herkes karşılıksız borç vermenin dinen iyi bir şey olduğunu söyler, fakat buna uyan nadir kimselere rastlarız. Onlar da giderayak günümüzün enflasyonist ortamında borç olarak verdikleri paranın değer kaybettiğini görünce tekrar borç vermekten vazgeçerler. Bugün toplumdaki birçok insan reel artışı ifade eden riba ile nominal artışı ifade eden faiz arasındaki farkı bilmeden, dinen yasak, “haram” olduğuna inandığı banka kredisiyle, ev veya araba sahibi olmaktadır. Halbuki bir Müslümanın yanlış veya eksik bir bilgi sonucunda bile olsa, dinen helal ve caiz olan bir işi haram zannederek işlemesi doğal olarak her inanan insanda olması gereken takvayı yani dini duyarlılığı, haramlara karşı gerekli olan bağışıklığı yok eder.
İnançlı her insanın mutlaka bilmesi gereken temel bir dini kural vardır. O da “eşyada esas olanın mübah oluşudur.” Bu kurala göre haram ve yasak olanlar şeyler azınlıktadır. Helaller ise çoğunluktadır. Yüce Allah’ın “Ey Âdem! Sen ve eşin şu bahçeye/cennete yerleşin. Orada dilediğinizden bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara Suresi /35) ayeti bu konuda bizim ufkumuzu açmaktadır. Bu temel dini bilgiye ve bakış açısına sahip olamayan bir mü’min mutsuz ve huzursuz olur. Zira ona göre günlük hayatında haram ve günah olan şeylerin çok fazla, fakat helal ve mübah olan şeyler çok azdır. Böyle düşünen bir insan için hayat çekilmez ve dini görevler ağır bir külfettir.
Bugün bankalardan alınan kredilerin faiz oranları enflasyonun çok altındadır. Bu nedenle gerçek anlamda bir değer artışına, yani hakiki anlamda bir faize, yani haram olan 'riba'ya karşılık gelmemektedir. Sadece nominal)rakamsal, yani kağıt üzerinde bir değer artışını ifade etmektedir. Bu nedenle haram olan faiz yani riba ile ilgisi yoktur. Bugün dini emir ve yasaklara karşı duyarlı olan birçok insan ihtiyaç duyduğu parayı temin etmek için banka veya diğer finans kurumlarından kredi almak zorunda kalıyor. Fakat bunu yaparken vicdanı hiç rahat değildir. Dini bir yasağı çiğnediğini düşündüğü için suçluluk psikolojisi içindedir. Ticari hayatta uyması gereken dini bir yasağı çiğnediğini düşündüğü için tedirgindir.
Dini duyarlılık sahibi insanların bu çelişkili durumdan kurtulmaları ve vicdan huzuru içinde ihtiyaç duydukları finansmanı temin etmeleri için dinin bu konuda ne söylediğini doğru şekilde bilmeleri gerekir. Bunun yanında riba/faiz yasağının başladığı ortamı, o günkü şartları, bu yasağın esas sebebini ve günümüz şartlarını da bilmeleri gerekir. Zaman ve şartların değişmesiyle, dine ait bazı içtihadı hükümlerin değişebileceği gerçeğini görmek çözüm için anahtar konumundadır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ortaya çıkmış hukuki bir metin olan Mecelle'de çok önemli bir madde olarak yerini almıştır.
Bugünkü faiz ile ‘riba’ arasındaki büyük farkı anlamanın önünde iki büyük engel bulunmaktadır. Bunlardan birincisi daha önce ifade edildiği üzere dinen haram olan ‘riba’nın faiz olarak dilimize tercüme edilmesidir. İkincisi tedavüldeki kâğıt paranın kıymetli madenler gibi değerli zannedilmesidir. Halbuki kâğıt para adı üstünde kâğıttan ma'muldür. Hakiki anlamda kâğıt ne kadar değerli ise onlar da ancak o kadar değerlidir. Üzerlerine istenilen rakam yazılabilir. Kıymetli madenler ise öyle değildir. Bilindiği gibi kâğıt paranın icadından önce kıymetli madenlerden olan altın ve gümüşten ma'mul paralar vardı. Resülullah sas ve halifeler döneminde de altın ve gümüş paralar tedavülde idi. Tarihi kayıtlara göre ilk kâğıt para M.S. 806 yılında Çinliler tarafından icat edilmiştir. Batıda ise kâğıt paraların basılması ve
kullanılmaya başlanması 17. Yüzyıl’ın sonlarına rastlamaktadır. İlk kâğıt paranın 1690 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Hükümeti, İngiltere’de ise kuyumcular tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulmasıyla da yaygınlaştığı bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kâğıt para idari, sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği Tanzimat Dönemi’nde tedavüle çıkarılmıştır. Bu dönemdeki kâğıt para esas olarak reformların finanse edilmesi amacıyla basılmıştır. İlk Osmanlı kâğıt paraları Sultan Abdülmecit tarafından 1840 yılında “Kaime-ı Nakdiye-ı Mutebere “ adıyla, bugünkü dille “Para Yerine Geçen Kâğıt”, bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde olmak üzere çıkarılmıştır. Bu paralar matbaa baskısı olmayıp, elle yazılmış ve her birine de resmi mühür basılmıştır. (Kaynak: T.C. Merkez Bankası)
Altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerden imal edilen paralar yerine gerçekte hiçbir değeri olmayan banknot /kâğıt para/ kaime-i nakdiyyenin kullanılmaya başlanması ticarette kolaylığı sağladı. Fakat bunların karşılıksız basılması enflasyona, emtia fiyatlarının artışına neden oldu. Aslında emtia fiyatlarındaki artış veya azalışın gerçek nedeni arz ve taleptir.. Fiyatlarda istikrar için arz ve talep dengesi şarttır. Bu konuda bir denge sağlanamazsa, istikrar bozulur. Öngörülemeyen doğal afetler de fiyatlardaki istikrarı bozar. Nominal değer artış demek olan enflasyonun nedenleri arasında devletin bütçe açığını kapatmak için borçlanmaya gitmesi veya karşılıksız para basması da vardır.
Bunlar fiyat istikrarını bozan en önemli faktörlerdir. Ekonomik hayatta adaleti sağlamakla görevli olan idarecilerin arz ve talep dengesini sağlayacak tedbirler alması gerekir. Bunun için en köklü çözüm devletin tedavülde, sadece nominal bir değer ifade eden, hakiki bir değeri olmayan kâğıt paralar yerine altın ve gümüş gibi reel değeri olan kıymetli madenlerden imal edilen paraları tedavüle sokmasıdır. Ya da sadece nominal bir değer ifade eden kâğıt paraların reel değer taşıyan kıymetli madenler karşısındaki değerini koruması için tedbirler alması gerekir. Kâğıt paranın değer kaybının önlenmesi veya tazmin edilmesi için kur korumalı mevduat benzeri, altın ve gümüşe endeksli bir sistem ikame edilmelidir. Dini emir ve yasaklara karşı duyarlı olan insanımızın enflasyon gerçeğini, riba ve faiz arasındaki farkı bilmesi gerekir. Bu toplumun ruh sağlığı için gereklidir. Çelişkili davranışlar şahsiyet ve karakter zaafiyetine yol açar. Müslüman alim ve aydınların dinin ve hayatın gerçeklerini görerek çözüm odaklı çalışmalar yapması ve buldukları çözümleri toplum ile paylaşmaları gerekir. Slogan ve klişe kavramlarla hiçbir soruna çözüm üretilemeyeceğini herkesin görmesi gerekir.
İslam hak ve adaleti esas alan bir dindir. Bu dinin, kime karşı veya kim tarafından olursa olsun, zulme ve haksızlığa asla rızası yoktur. Mülkün temeli adalet, dinin temeli haktır. Hakkı tutup kaldırmak ise en büyük erdemdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.