GÜL MUHAMMED (S.A.V)
Üzerimize doğan bir aydı O. Bizi aydınlatan. Evlerimizi, sokaklarımızı ve büyün dünyayı ısıtan, kuşatan bir güneş, İnsanlığın üzerine karabulutların çöktüğü bir zamanda aydınlatıı bizi .
Yetim bir çocuktu O, ama bütün yetimlerin efendisi, bütün insanların efendisi bir yetim. Bir hüzüm Peygamberi. Hayatı bir nakış gibi dokuyarak, silinmez izler bırakarak, arkasında dünyayı bir gül bahçesine çeviren bir Peygamber.
Gülmeyi ve ağlamayı, sabrı ve cihadı (iyi, doğru, güzel, faydalı ve adil olanın hakim olması için bütün gücümüzle çalışmayı), hayatı ve ölümü öğretti bize. Bir insan için gerekli her şeyi ondan öğrendik biz.
Kitaplar yetmez, biliyoruz yetmedi. Binlerce cilt kitap yazıldı O?nun hakkında ve hala da yazılmaktadır. Dünyanın değişmeyen gündemidir O. Bu kitapla bir nebze de olsa tanıtabilmişsek O?nu size kendimizi mutlu sayacağız.
Bizi ümmetine kabulü dileğiyle.
Salât ve Selam O?nun üzerine olsun.
Prof.Dr.Yaşar Kandemir
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
Mehmet Akif Ersoy
GÜL MUHAMMED (S.A.V)
Tan yeri ağarırken Amine uyandı. Ağlayan yavrusunu sevgiyle kucakladı.
- Gül Muhammedim acıkmış, dedi. Mis gibi kokusunu ciğerlerine çekti. Emzirmeye başladı. Ne yazık ki göğsü, suyu çekilmiş pınarlar gibiydi. Bir damla süt kalmamıştı. Çünkü gencecik kocası Abdullah, bir ticaret yolculuğundan dönerken Medine'de hastalanmış, sevgili yavrusunu göremeden dünyadan göçüp gitmişti. O zaman Amine, Abdullah'ın ölümüne günlerce ağlamıştı. Bu yüzden sütü büsbütün çekilmişti. Şimdi sevgili yavrusunu, süt anneye vermek zorundaydı. Zaten Mekkeliler hep böyle yaparlardı. Körpecik yavruları Mekke sıcağından korumak için, köylerde yaşayan süt annelere verirlerdi.
Mekke yakınlarında Sad Oğulları kabilesi vardı. Babası suyu güzel bir yerde yaşardı. Fakat o yıl kurak gittiği için Sad Oğulları zor durumdaydı. Tek ümitleri Mekke'ye gitmek, zengin aile çocuklarına süt annelik etmekti. Halime ile kocası köylülerle birlikte bu düşünceyle yola çıkmışlardı. Eşşekleri çok zayıf olduğu için kafileden geri kalmışlardı. Mekke'ye vardıktan zaman, öğlen olmuştu. Zengin çocukları paylaşılmış, Halime ortada kalakalmıştı.
Üzülme Halime, geriye yetim bir çocuk kaldı. Ailesi zengin değil, ama oldukça soylu dediler.
Onu Amine'ye götürdüler. Halime kundakdaki yavruyu görünce parayı pulu unuttu:
- Aman Allahım bu ne güzellik?
O güzeller güzeli yavruyu bağrına bastı. Köyünün yolunu tuttu. Halime ile kocası hallerinden çok memnundu. Bu yavru evlerine bereket getirmişti. Develerin, koyunların sütü artmıştı. Kendilerini öteki köylülerden daha bahtiyar görüyorlardı. Süt yavruları da çok mutluydu. Süt ablası Şeyma ve diğer kardeşleriyle birlikte oynamayı pek seviyordu. Halime her yıl onu annesine getiriyor, bir müddet Mekke'de kaldıktan sonra tekrar köye dönüyorlardı. Dört yıl böyle geçti. Bir gün Halime çocuklarla pazara gitmişti. Yaşlı bir Yahudi bilgini onun yanındaki çocuğa dikkatle baktı.
- Bu çocuğu öldürmek lazım, ileride fena şeyler yapacak, diye bağırınca, Halime çok korktu, çocuğu kaptığı gibi kaçtı. Mekke'ye gittiğinde olanları Amine'ye anlattı. Dikkatli olmasını tenbih etti. Amine yetiminin üzerine titriyor, gözünü ondan ayırmıyordu. Hizmetkarı Ümmü Eymen'den başkasına emanet etmiyordu. Aradan iki yıl geçti. Yetim, artık altı yaşındaydı.
Amine yavrusuyla birlikte Medine'ye gitmek, sevgili kocasının mezarını ziyaret etmek, yetimini dayıları tanıştırmak istedi. Yanlarına Ümmü Eymen'i alarak Medine'ye giden kervanla yola çıktılar. Günler sonra Medine'ye vardılar. Medine'nin havası Mekke'ye göre daha güzeldi. Gürül gürül akan suları, yemyeşil meyve bahçeleri, bahçelerin kenarında, içinde çocukların yüzdüğü havuzlan vardı. Amine'nin yetimi Medine'yi çok sevdi. Dayılarının çocukları ile oynadı. Yüzmeyi öğrendi, nihayet ayrılık günü geldi.
Mekke'ye giden kafileyle birlikte yola çıktılar. Ebva köyüne geldiklerinde, Amine ansızın hastalandı. Sarardı, soldu. Sevgili yavrusunu kucağına alarak ağladı. Kafilenin yola çıkmasına kalmadan ruhunu teslim etti. Baba yetimi olmayı pek farkedemeyen yavru, anneden öksüz kalmanın derin acısını hissetti. Annesinin mezarı başında ağladı. Ümmü Eymen onu alarak Mekke'ye döndü. Dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Abdülmuttalip Mekke'nin en ileri geleni idi. Onun iyiliğini görmemiş kimse yoktu. Artık iyice yaşlanmıştı. Torununa sevgiyle sarıldı, onu kimselere bırakmadı. İki yıl boyunca onunla oturdu onunla kalktı. Birgün Abdülmuttalip hastalandı. Oğullarını etrafına topladı. Torununa sahip çıkmalannı vasiyet etti. Sevgi ve şefkatine en güvendiği oğlu Ebu Talib'e bakarak:
- Çocukların fazla, nüfusun kalabalık, biliyorum, ama Muhammedi yine de sana emanet ediyorum.
Dünyaya gözlerini yumdu. Ebu Talip, hıçkıra hıçkıra ağlayan sevgili yeğenine sarıldı, bağrına bastı. Onu kendi çocuklarından ayırmadı. Dört yıl böyle geçti.
Ebu Talip, babası gibi tüccardı. Uzak ülkelere ticaret yapmaya giderdi. Suriye'ye bir ticaret kervanı hazırladı.
Yakınlarına veda ederken sevgili yeğeni:
- Beni kime bırakıyorsun amca, diye ağlamaya başlayınca, onu kucakladı devesinin arkasına bindirdi. Amcası:
- Seni kimseye bırakmam, Muhammed'im.
On iki yaşındaki yeğeniyle birlikte Suriye'ye doğru yola çıktı. Ürdün'ün doğu tarafındaki Busra'da konakladılar. Busra, büyük bir ticaret kentiydi. Şehrin kıyısında kocaman bir kilise vardı. Kilisenin yaşlı papazı, Hz. Muhammed'i görünce dona kaldı. Kutsal Kitap'ta anlatılan gelecek peygambere çok benziyordu. Sırtını açıp, orada kuş yumurtası gibi bir et benini görünce, Ebu Talip'in ellerine sarıldı.
- Aman bu çocuğu Suriye'ye götürmeyin. O'nu Yahudiler'e göstermeyin, dedi. Yahudiler'in onu tanıyıp öldürmeye kalkışacaklarını söyledi. Son Peygamber'in Araplardan çıkmasına dayanamazlar, kıskanırlar, dedi. Ebu Talip, Suriye'ye gitmekten vazgeçti. Bütün mallarını Busra'da satarak Mekke'ye döndü.
Günler geçiyor, yetim büyüyordu. Bazen kırlarda koyun otlatıyor, bazen ticaret işlerinde amcasına yardım ediyordu. On yedi yaşına basınca, amcasının ticaret kervanıyla Yemen'e gitti. Artık ticareti iyice öğrenmiş, başarılı ve güvenilir bir tüccar olmuştu. Daha sonra mazlumları korumak maksadıyla kurulan Hılful fudul cemiyetine üye oldu.
Mekke'de Hatice adında zengin bir hanım vardı. İki defa evlenmiş, iki kocası da ölmüştü. Güvendiği tüccarlara para verir, ortak ticaret yapardı. Yine birgün böyle birini ararken ona: Ebu Talib'in yeğeni Muhammed çok başarılı, üstelik güvenilir bir tüccar; onunla anlaş" dediler.
Hatice buna sevindi:
- Muhammed'i iyi tanırım, zaten akraba oluruz. Ortaklıkları böyle başladı.
Hatice hem akıllı, hem de güzel bir hanımdı. Yaşının kırkına yaklaştığına kimse inanmazdı. Dürüst ortağına duyduğu hayranlık, zamanla derin sevgiye dönüştü. Hatice'nin Meysere adında bir kölesi vardı. Ona çok güvenirdi. Birgün Meysere'ye: Muhammed seni çok sever. Evlenmeyi düşünüyor mu, belli etmeden bir sor" dedi, Doğrusu Meysere çok becerikliydi. Hatice'nin ticaret kervanında, onunla nice yolculuklar yapmıştı. Ahlâkına, geçimine hayran kalmıştı.
- Muhammed! dedi. Yaşın yirmi beşi buldu. Evlenme çağın geldi. Hatice ile evlensene!
- İyi ama ben fakirim; Hatice ise çok zengin. Birçok evlenme teklifini de geriye çevirdi.
- Fakirlik engel sayılmaz. Senin üstün tarafların var. Eğer istersen, ben bu işi hallederim.
- Peki, öyleyse bir dene bakalım. Meysere dediğini yaptı. Onun aracılığıyla yuvaların en mutlusu kuruldu.
Mekke'nin ortasında kutsal bir bina vardı. Adına Kabe derlerdi. Daha önce Kabe'yi İbrahim Peygamber yapmıştı. Bina iyice eskimiş ve yıpranmıştı. Mekkeliler onu yıkıp, yerine yenisini yapmak istediler. Kıymetli taşlar, sağlam ağaçlar getirdiler. İnşaata başladılar.
Sıra, Hacer-i Esved denen kara taşı yerine koymaya gelince, büyük bir anlaşmazlığa düştüler. "Hacer- i Esved'i yerine koymak, büyük bir şereftir, bu şerefi kimseye vermeyiz" dediler içlerinden biri: "Kabe'ye ilk defa kim gelirse, onu hakem yapalım" dedi. Bu teklifi çok beğendiler. İlk geleni görünce sevindiler.
- Muhammedü'l Emin geliyor. Güvenilir Muhammed, güzel bir çare buldu. Bir kilimin üstüne Hacer-ül Esved'i koydu. Her kabileden bir kişiyi, kilimin ucundan tutturdu. Kara taşı yerine götürdüler. Hakem taşı alıp duvara yerleştirdi. Böylece anlaşmazlık son buldu.
Kabe yenilenmişti ama, içi putlarla doluydu. Bu hal Hz. Muhammed'i çok üzüyordu. Çocukluğundan beri putlardan nefret ediyordu. "Bunlar yapmacık tanrı. Gerçek bir ilah olmalı" diyordu. Gökyüzüne bakıyor, yeryüzünü geziyor, her yerde gerçek tanrıyı arıyordu. Nur Dağ'ına çıkıp, Hira Mağarası'nda düşünmeyi çok seviyordu. Rabb'ine böyle ibadet ediyordu. Ramazan ayı gelince, Hira'ya çekiliyordu. Sevgili hanımı Hz. Hatice, onu anlayışla karşılıyor, Hira'dan dönmediği zamanlar, ona yiyecek getiriyordu. Sevgili kocası onunla sohbet ediyor, gördüğü rüyaları anlatıyordu. Bu rüyaların aynen çıkmasına Hatice çok seviniyordu. 'Muhammed, her zamanki Muhammed değil" diyordu. Yine bir Ramazan ayı idi. O yıl Muhammed'ül Emin 40 yaşına girmişti. 27 günden beri Hira Mağarası'ndaydı. İki gün önce gelmesi gerekirken eve gelmemişti. Hatice hazırladığı yiyeceği bir adamı ile gönderdi. O sırada Hz. Muhammed tatlı bir uykuya dalmıştı. Birinin kendini kucakladığını hissetti. Bu Cebrail adlı melekti. Ona:
- Oku, dedi. Okuma yazması yoktu ki, ne okuyacaktı. Ben okuma bilmem, dedi. Melek onu kuvvetle sıktı.
- Oku, dedi bir daha.
- Ben okuma bilmem ki, dedi yine. Bu defa melek nefesini kesercesine sıktı.
- Oku, dedi.
Hz. Muhammed nefes nefese sordu:
- Ne okuyayım?
O zaman Cebrail Aleyhisselam, Allah'tan alıp getirdiği şu Ayetleri okudu.
"Yaratan Rabbinin adı ile oku
O insanı kandan yarattı
Oku! Rabbin cömertlerin cömert!
Kalemle yazmayı o öğretti.
İnsana bilmediğini belletti."
Hz. Muhammed korku ile doğruldu. Her yanı titriyordu. Mağaradan dışarı çıktı. Aynı ses bu defa gökyüzünden geldi, Cebrail bütün ufku kaplamıştı. Gür sesi her yanda çınlıyordu;
- Muhammed! sen Allah'ın elçisisin, ben de Cebrailim.
Bu heybetli manzara karşısında, Hz. Muhammed dondu kaldı. Ne bir adım ileri, ne de bir adım geri atabiliyordu. İşte o sırada Hz. Hatice'nin adamı göründü. Efendisini alıp eve götürdü. Hz. Muhammed hâlâ titriyordu. Yatağa uzandı.
- Beni örtün, beni iyice örtün, dedi. Derince bir uykuya daldı. Kendine gelince olanları sevgili eşine anlattı. Çok korktuğunu söyledi.
Hatice kocasını çok iyi tanıyordu. Ve Hz. Muhammedi şöyle teselli etti.
- Müjdeler olsun, müjdeler olsun. Allah sana peygamberlik verdi. Korkmana gerek yok. Allah seni utandırmaz, bundan eminim, dedi. Çünkü sen;
Akrabalarına iyi davranırsın,
Her zaman doğru konuşursun,
Zorluklara göğüs gerersin,
Misafire ikram edersin,
Felakete uğrayanların yardımına koşarsın,
Hz Hatice'nin bu tatlı sözleri Allah'ın elçisini çok sevindirdi. Sonra birlikte Hz. Hatice'nin amcasının oğlu, yaşlı Varaka'ya gittiler. Varaka, Tevrat'ı ve İncil'i iyi bilen bir bilgin idi.
Hz. Muhammedi dinleyince çok heyecanlandı.
- Yemin ederim ki sen bu ümmetin peygamberisin. Gördüğün melek Cebrail'di, Musa ve İsa peygamberlere de Allah'ın buyruklarını O getirmişti. Hz. Muhammed çok rahatladı. Gönül huzuru ile evlerine döndüler. Bir müddet sonra Cebrail Aleyhisselam, Allah'tan aldıkları yeni buyrukları Hz. Muhammed'e getirmeye başladı. Ona ilk önce sevgili eşi Hz. Hatice iman etti. Amcası Ebu Talib'in oğlu Ali hep onların yanında kalıyordu.
- Ben de Müslüman olacağım, dedi. İslam dinine girdi.
Daha sonra Peygamberimiz'in yakın dostu Ebu Bekir İslamiyet'i kabul etti. Küçük köle Zeyd de Allah'a inandı. Acaba diğer insanlar ne diyeceklerdi. O'nun Peygamber olduğuna inanacaklar mıydı?
MEDİNE YOLLARINDA
Müslümanlar'ın sayısı, iki elin parmaklan kadardı. Bu yüzden ortaya çıkamıyorlardı. Mekke'nin dışında, gözlerden uzak bir yerde toplanıyorlar, gizlice ibadet ediyorlardı. Aradan üç yıl geçti. Müslümanlar'ın sayısı otuza ulaştı. Dördüncü yıl yeni bir ayet geldi: Allah Teala sevgili peygamberine, yakın akrabalarını dine davet etmesini emrediyordu. Hazreti Muhammed ev ev dolaştı.
- Yarın Safa tepesinde buluşalım. Size önemli birşey söyleyeceğim, dedi.
Akrabaları onu çok severdi. En doğru, en dürüst kim, diye sorulsa, düşünmeden "Muhammed" derlerdi. Ertesi sabah Safa tepesinde Hz. Muhammed'in akrabaları toplandı. Kureyş Kabilesi'nin hemen hepsi geldi. Allah'ın elçisi onları şefkatle süzdü. Çok heyecanlıydı. Sözlerine şöyle başladı:
- Şu tepenin ardında düşman askerleri var, size saldıracaklar, dersem, bana inanır mısınız? Birbirlerine hayretle baktılar:
- Sen hiç yalan söylemedin ki, elbette inanırız, dediler. O zaman Hz. Muhammed şunları söyledi:
- Ben Allah'ın elçisiyim. La İlahe İllallah derseniz, kurtulursunuz. Bana inanırsanız, mutlu olursunuz. Amcası Ebu Leheb daha fazla dinleyemedi. Yerden kaptığı taşı yeğenine doğru fırlattı.
- Mahvettin günümüzü. Bunun için mi topladın bizi, diye bağırdı. Sonra da öfkeyle yürüdü gitti. Diğerleri de peşinden gittiler. Hz. Muhammed oracıkta kala kaldı. O günden sonra Ebu Leheb ile karısı Hz. Muhammed'in en büyük düşmanı oldular.
Artık zor günler başlıyordu. Ok yaydan çıkmıştı. Ne yazık ki Müslümanlar'ın çoğu, ya köle, yahut da fakirdi. Kendilerini koruyacak kimseleri yoktu.
Bunlardan biri de Bilal- i Habeşi idi. Bilal zalim bir adamın kölesiydi. Onun Müslüman olduğunu duyunca öfkesinden kudurdu:
- Dinimizi bırakıp, yeni bir dine girerken, nasıl olur da bana danışmazsın? Derhal dinine geri dön; yoksa seni öldürürüm, dedi. Bilal bütün varlığı ile Müslüman olmuştu. İslamiyet onun iliklerine işlemişti.
- Ölürüm de dinimden dönmem, dedi. O zaman zalim efendisi Bilal'i kızgın kumlara yatırdı. Göğsünün üzerine ağır taşlar koydu.
- Allah'ı inkar etmezsen, kaburgalarını kıracağım, diye bağırdı. Bilal ne işkenceden, ne de ölümden korkuyordu. Durmadan "Allah bir, Allah bir" diyordu. Kimsesiz Müslümanlardan biri de Yasir ailesiydi. Anne, baba, oğul, üçü de köleydi. Yasir'in genç oğlu Ammar ilk Müslümanlardan biriydi. Ammar, babası Yasir ile annesi Sümeyye'ye İslamiyet'in güzelliğini anlatınca, onlar da Müslüman olmuşlardı. Bunu haber alan efendileri, üçünü birbirine bağlayıp çöle götürdü. Kızgın güneşin altında aç, susuz bıraktılar. Müslümanlık'tan vazgeçmediklerini görünce, onları alev alev yanan kuma gömdüler. İhtiyar Yasir'in zayıf vücudu, bu ağır işkencelere daha fazla dayanamadı. Dini uğruna şehit oldu. Müslümanlar'ın amansız düşmanı Ebu Cehil:
- Sümeyye'yi ben yola getireceğim, diye atıldı. "En büyük Lat ve Uzza putlarıdır" demesini istedi. Sümeyye:
- En büyük Allah'tır, diyerek Ebu Cehil'in çirkin suratına tükürdü. O da elindeki mızrağı Sümeyye'ye sapladı. Sümeyye de şehadet şerbetini içti. Aslında Ebu Cehil korkağın biriydi. Zengin Müslümanlar'a dokunamaz, öfkesini fakirlerden alırdı. Birgün Hz. Peygamber'e hakaret etti. Ağır sözler söyledi. Fakat O, ağzını bile açmadı. Bunu gören biri, Hz. Peygamber'in sabnna şaştı kaldı. O sırada avdan dönen amcası Hamza'ya:
- Ebu Cehil yeğenine hakaret etti, diyerek olup biteni haber verdi. Hamza, atını Ebu Cehil'e doğru sürdü. Elindeki yayı, var gücüyle kafasına vurdu. Korkak Ebu Cehil'in başından kanlar akarken;
- Yeğenime hakaret etmek ha! diye gürledi Hamza. Bu andan sonra ben de Müslümanım. Engel olacak varsa, çıksın karşıma, diye bağırdı. Ebu Cehil'in ağzını bıçak açmadı. Hz. Hamza'nın İslamiyet'i kabul etmesi, Müslümanlar'ı çok sevindirdi. Kafirlerin işkencesi dayanılmaz olunca, Müslümanlar Hz. Peygamber'e başvurdular:
- Artık sabrımız kalmadı; bize çare göster, dediler Hz. Peygamber de hep bunu düşünüyordu:
- Habeşistan'a göç edin. Orada adil bir kral var. Umarım size iyi davranır, dedi.
Aralarında damadı Hz. Osman ile kızı Rükiye'nin de bulunduğu kalabalık bir Müslüman topluluğu, bir gece vakti Mekke'den çıktılar. Bunu haber alan kâfirler peşlerine düştüler. İzlerini bulamadılar. Müslümanlar uzun bir gemi yolculuğundan sonra Habeşistan'a vardılar. Orada huzur içinde yaşamaya başladılar. Fakat İslam düşmanları Habeşistan Kralına bir heyet gönderdiler:
- Müslümanları bize teslim edin, dediler. Habeşistan Kralı Müslümanlar'ı dinledi. Dinlerinin hak olduğunu anladı. Müslümanlar'ı kâfirlere teslim etmedi. O zaman kâfirlerin hıncı daha fazla arttı. Zulümleri daha da çoğaldı. Hz. Peygamber:
- Ah Ömer bir Müslüman olsa diyordu.
O sırada Ömer kılıcını almış, Hz. Muhammedi öldürmeye gidiyordu. Yolda bir adama rastladı. Ondan kız kardeşinin Müslüman olduğunu duyunca, doğruca onun evine gitti. İçeride Kur'an okunduğunu duydu. Hışımla eve girdi.
- Verin bana okuduğunuz şeyi! diye bağırdı.
Eniştesiyle kız kardeşini hırpaladı. Kur'an yazılı sayfayı buldu, okumaya başladı. İçi bir tuhaf oldu. Gönlüne derin bir haz doldu.
- Beni Muhammed'e götürün; ben de Müslüman olacağım, dedi. Hz. Muhammed'in arzusu gerçekleşti. Ömer ile Müslümanlar biraz daha güçlendiler. Mekkeli putperestler, uzun uzun düşündüler:
- Bu böyle olmayacak, dediler. Müslümanlar'ı bir mahallede toplamaya, onlarla bütün ilişkileri kesmeye ve kimseyle görüştürmemeye karar verdiler. Bu kararı yazıp, Kabe duvarına astılar. Üç yıl boyunca Müslümanlarla konuşmadılar. Alış-veriş etmediler. Onların aç kalmasına, açlıklarını bastırmak için ağaç yaprağı yemesine, karınları doymadan çocukların sabahlara kadar ağlamasına aldırmadılar. Fakat bir gün, Kabe duvarına astıkları anlaşmayı böceklerin yediğini görünce korktular. Verdikleri karardan vazgeçtiler. Ama ızdıraplarla dolu bu üç yıl, bütün Müslümanlar'ı, özellikle de Hatice annemizi çok sarstı. Efendimiz'in bu vefalı eşi, can yoldaşı, hastalanıp yatağa düştü; bir daha da kalkamadı. O'nun vefatı, Efendimiz'i derin bir acıya gömdü. O yıl hüzünler bitip tükenmedi. Çok geçmeden Ebu Talip de öldü. Ebu Talip Müslüman olmamıştı; ama yeğenini korumaktan geri durmamıştı. Hatırı sayılan bir adam olduğu için de Mekkeliler ondan çekinirlerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber'e fenalık yapamazlardı. Ebu Talib'in ölmesine kâfirler çok sevindiler. O günden sonra Hz. Muhammed'e binbir hakaret ettiler. Bir gün Allah'ın sevgili elçisi Kabe'de namaz kılıyordu. Bunu gören Ebu Cehil, yeni kesilen bir devenin kanlı işkembesini getirtti. Secdeye vardığı zaman, onu Hz. Muhammed'in omuzlarına koydu. Kafirler gülmeye, alay etmeye başladılar. Bu korkunç manzarayı gören biri koşarak Hz. Peygamber'in evine gitti. Olanları haber verdi. Efendimizin sevgili kızı Fatıma, iki gözü iki çeşme ağlayarak geldi. Babasının üzerine konan pislikleri alıp attı. Kafirlere acı sözler söyledi. Mekkeliler'in zulmü artınca, Efendimiz, Taife gitmeye karar verdi. Oranın ileri gelenlerine İslamiyet'i anlatınca belki Müslüman olurlar, doğru yolu bulurlar diye düşündü. Taif'teki zenginlerin, Mekke'dekiler'den farkı yoktu. Hz. Peygamber'i kötü karşıladılar.
- Bizim gibi zenginler dururken, Allah seni niye elçi yapsın, dediler. Sonra da çocuklarla birlikte onu taşa tuttular. Mübarek ayaklarını kan içinde bıraktılar. Sevgili Efendimiz yine de onlara kızmadı. Müslüman olmaları için dua etti. O sırada yol kenarındaki bir bağın sahipleri ona yapılanları görüp acıdılar. Köleleri Addas ile üzüm gönderdiler. Addas Hıristiyandı. Efendimiz'in üzümü 'bismillah' diye yemeğe başladığını görünce hayret etti. Onun Peygamber olduğunu anlayınca ayaklarına kapandı, ona inandı. Müslüman oldu, kurtuldu. Bu kadar çileden sonra, bir kişinin Müslüman olması bile Efendimiz'i çok sevindirdi.
O zamanlar Kabe'nin içi putlarla dolu idi. Bu putlara tapan Arabistan halkı, Hac mevsiminde onları ziyarete gelirlerdi. Birgün Peygamber Efendimiz putları ziyarete gelen Medinelilerle görüştü. Onlara Kur'an okudu. Müslüman olmalarını istedi. Kur'an'ın tatlı nağmeleri onların gönlünü yakaladı. İslamiyet'i kabul ettiler. Hz. Peygamber Mus'ab Bin Umeyr'i onlara öğretmen olarak verdi. Medine'ye dönünce, orada Müslümanlığı yaymaya başladılar. Ertesi yıl yeni Müslümanlarla beraber geldiler. Hazreti Peygamber'e bağlılık yemini ettiler. Bir sonraki yıl geldiklerinde:
- Ey Allah'ın sevgili elçisi! Yurdumuz, yuvamız sana ve Müslümanlar'a açık, bize gelin, sizi canımız gibi koruruz, dediler. Hz.
verdi. Müslümanlar'ın hicret ettiğini gören kâfirler:
- Aman Muhanımed'i elden kaçırmayalım, Medine'ye giderse, orada güçlenir. Hatta Mekke'yi bile elimizden alır, dediler. Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiler. Her kabileden birer adam seçtiler. Onların tuzak kurduğu gece, Allah Teala elçisine hicret izni verdi. Sevgili Efendimiz Hz. Ali'yi kendi yatağına yatırdı:
- Hiç korkma, sana birşey yapamazlar, dedi. Dışarı çıktı; yerden bir avuç toprak aldı. "Bismillah" diyerek, kâfirlerin yüzlerine serpti. Onun evden ayrıldığını göremediler, Efendimiz, doğruca Hz. Ebu Bekir'e gitti.
- Hicret iznimiz çıktı, hazır ol, dedi. Ebu Bekir çoktan hazır idi. Kızları Ayşe ile Esma onlara yol azığı hazırladılar. İki samimi arkadaş Allah'a sığınarak, Mekke'den sessizce uzaklaştılar. Sevr Dağı'ndaki bir mağaraya sığındılar. Hz. Peygamberin can düşmanları, ellerinde kılıç, kapıda beklerken, bir adam yanlarına geldi.
- Daha ne duruyorsunuz, diye çıkıştı.
- Sus, bak içeride uyuyor, dediler. Adam;
- Onu elinizden kaçırdınız akılsızlar deyince, yalın kılıç içeri daldılar. Yatakta Hz. Peygamber yerine Hz. Ali'yi görünce afalladılar. Mekke'nin dört bir tarafını aradılar.
Fakat onları bulamadılar. Çok iz süren bir adama:
- Eğer bize Muhammedi bulursan, sana istediğini veririz, dediler. Hep beraber iz takibine başladılar. Çok geçmeden Sevr Dağı'ndaki mağaraya vardılar. Hz. Ebu Bekir ayak seslerini duyunca:
- Eyvah bizi buldular, diye endişelendi. Hz. Peygamber onu teselli etti:
- Üzülme, Allah bizimledir, dedi. Mağaranın ağzı örümcek ağı ile kapalı idi. Mekkeliler hayal kırıklığına uğradılar
- Yanlış iz sürdük, burada olamazlar, diyerek süratle oradan ayrıldılar. Hz. Peygamber'i bulamayan kâfirler ne yapacaklarını bilemediler:
Kaçakları bulup getirene 100 deve vereceğiz, diye ilan ettiler. Süraka adlı yiğit bir adam vardı. Çok iyi ata biner, iyi iz sürerdi. Atına atladı, Medine'ye doğru atını sürdü. Çölde Efendimiz'e yetişti. Yanlarına yaklaştığı zaman, atı yere kapaklandı. Kalktı, atına bindi, ileri doğru sürdü. Bu defa atı dizlerine kadar kuma gömüldü. Süraka, bir daha yere yuvarlandı. Aklında hep 100 deve vardı. Dizginlere iyice sarıldı. Hayvanı mahmuzladı. Atı bir daha devrilince, yaptığı hatanın farkına vardı. Hz. Muhammed'in Peygamber olduğunu anladı. Geri döndü. Yolda rastladıklarına:
- Bu tarafta yoklar, başka tarafa bakın, dedi. Medine tarafına kimseyi göndermedi.
Medineli Müslümanlar, Hz. Peygamber'in yola çıktığını duymuşlardı. Günlerdir onu bekliyorlardı. Hurma ağacının tepesindeki gözcü;
- Geliyorlar! diye bağınnca, dünya onların oldu. Gönülleri sevinçle doldu.
- Allahu Ekber! Allahu Ekber! Şükür, geldi Peygamber diye koşup, etrafını sardılar. Ağlayarak mübarek ellerine sarıldılar. İlk iş olarak Hz. Peygamber, Muhacirun denen Mekkeliler'e Ensar denilen Medineliler'i ikişer ikişer kardeş ilan etti. Sonra el birliği ile güzel bir mescid yaptılar. Artık düşman korkusu olmadan mescidlerinde ve Hz. Peygamber'in arkasında hep beraber namaz kılmaya başladılar. Her şeylerini Mekke'de bırakıp gelmelerine hiçbir zaman üzülmediler. Peygamber ile olmayı en büyük mutluluk bildiler. Daha sonra Medine'deki Yahudilerle iç barışı sağlamak ve Medine'yi birlikte müdafaa etmek için bir anlaşma yaptı.
KABE'DEN DÜNYAYA
Mekkeli kâfirler, Muhammedi elimizden kaçırdık, diye üzüldüler. Geride kalan Müslümanlar'a çok fenalık yaptılar. Hicret eden Müslümanlar'ın mallarını yağma ettiler. Sonra da büyük bir kervan hazırlayıp Ebu Süfyan'ın başkanlığında Suriye'ye gönderdiler. Medine'de mutlu bir hayat süren Müslümanlar, Hicret'in ikinci yılında, bu kervanın geri dönmekte olduğunu duyunca, yolunu kesmeye, haklarını almaya karar verdiler. Bunu öğrenen Mekkeliler ise, kervanlarını korumak ve Müslümanlarla savaşmak için yola çıktılar. Hz. Peygamber de Müslümanlar'ı topladı. Savaşa hazırlanmalarını söyledi. İki taraf, Bedir denen bir yerde karşılaştı. Kâfirler 950 kişiydiler. İki yüz tane atları vardı. Kendilerine cesaret versinler diye kadınları da yanlarına almışlardı. Müslümanlar ise 314 kişiydiler. İki tane atları vardı. Sayılan çok azdı, ama göğüslerindeki iman dağlar kadardı.
Kafirlerden üç kişi ortaya çıktı. Her biri iri yarı adamlardı.
- İçinizde yiğit varsa, karşımıza çıksın, diye meydan okudular.
Peygamberimiz'in amcası Hz Hamza, Ebu Talip amcasının oğlu Hz. Ali ve Haris amcasının oğlu Ubeyde ileri atıldılar. Kafirleri vurup devirdiler. Daha sonra iki ordu birbirine girdi. Savaş uzun sürmedi. Mekkeliler bozguna uğradılar. Geri dönüp kaçmaya başladılar. Müslümanlar, başta Ebu Cehil olmak üzere birçok kâfiri doğradılar. Bu sırada Bilal Habeşi eski zalim efendisini gördü. O da Bilal'i görünce, geri dönüp kaçmaya başladı. Bilal o gün rüzgar gibi idi. Elinden kimse kurtulmuyordu. İşkenceci zalimi ensesinden yakaladı. Bir vuruşta canını cehenneme yolladı. Arkasına bakmadan kaçanlar canlarını zor kurtardılar.
Mekkeliler Bedir yenilgisini unutamadılar. Bu kadar az Müslüman'a nasıl yenildiklerini hiç anlayamadılar. Yeniden güç toplayıp, onlara saldırmayı akıllarına koydular. Kaçırdıkları kervanın 50.000 dinara ulaşan kısmıyla yeni bir ordu kurdular. Kaybettikleri büyüklerinin intikamını mutlaka almalıydılar. Büyük bir hazırlığa giriştiler. İntikam ateşi ile yananların biri de Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan'ın karısı Hind idi. Kardeşini Bedir'de Hz. Hamza öldürmüştü. Bu yüzden ona diş biliyordu. Mekke'de Vahşi adlı siyahi bir köle vardı. Çok iyi mızrak atardı. Hind onu evine çağırdı:
- Eğer Hamza'yı öldürürsen, seni hürriyetine kavuşturur, üstelik servete boğarım, dedi.
Vahşi bu teklifi kabul etti. Kâfirlerin Medine'ye yaklaştığı duyulunca, Müslümanlar kılıçlarını kuşanıp, yola çıktılar. Hz. Peygamber bunu haber alır almaz ashabıyla istişare etti. Medine dışında savaşmaya karar verdi. 950 kişilik bir güçle Uhud'a doğru yola çıktı. Fakat yolda Abdullah İbn-i Ubey adlı münafık 300 kişi ile geri döndü, Müslümanlar 650 kişi kaldı. İki ordu Uhud'da karşılaştılar. Kâfirler 3.000 kişi idiler. Çok önemli bir tepeye Hz. Peygamber okçuları dikti.
- Buradan asla ayrılmayın, diye tembih etti.
Fakat bir ara kafirler kaçmaya başlayınca, tepedeki okçular buna çok sevindiler. Yerlerini bırakıp, düzlüğe indiler. Bunu gören Halid Bin Velid komutasındaki 200 kişilik müşrik birliği, tepeyi dolandılar. Müslümanlar'a arkadan çullandılar. Peygamber sözünü unutanlar, zor durumda kaldılar. Savaşı kazanmışken kaybedemezdiler. Bu sırada Vahşi Hz. Hamza'yı gördü. Mızrağını fırlatıp, onu karnından vurdu. Bunu gören Hind deliler gibi koşarak geldi. Vahşi'den de vahşi idi. Hz. Hamza'nın göğsünü yardı. Ciğerini çıkarıp, çiğnemeye başladı.
- İntikamımı aldım, diye homurdandı. Aradan iki yıl geçti. Mekkeli kâfirler Yahudiler ile anlaştılar.
- Müslümanlar': ortadan kaldıralım, dediler. Komşu kabilelerle birleştiler. Büyük bir ordu hazırladılar. Müslümanlar'ın işi gerçekten de zordu. Bunca kâfire nasıl karşı koyacaklardı? Günlerce düşündüler. Selman-ı Farisi bir teklifte bulundu.
- Medine'nin çevresinde hendek kazalım. Düşmanı şehre sokmayalım, dedi.
- Hz. Peygamber bu görüşü beğendi. "Bismillah" diyerek ilk kazmayı vurdu. Müslümanlar gece gündüz çalıştılar. Medine'nin etrafını 7 km. uzunluğunda, yer yer 10 metre genişlikte ve 10 metre derinliğinde hendekle çevirdiler. Sonunda kâfirler, onbin kişilik bir orduyla geldiler. Müslümanlar ise 3000 kişiydiler. Hendeği görünce, şaşırıp kalan kâfirler:
- Hayret, bu görülmemiş bir şey, dediler. Hendeği bir türlü geçemediler.
- Geçmeye kalkanlar ok yağmuruna tutuldular. İki aylık bir kuşatmadan sonra perişan bir durumda, dönüp gittiler. Peygamberimiz "Ey Ashabım, bundan böyle Mekkeliler artık sizin üzerinize bir daha gelemeyeceklerdir. Sıra sizdedir" buyurdular. Mekke'den ayrı kalmak, Kabe'nin hasretiyle yanmak Müslümanlar'ı çok üzüyordu. Uhud Savaşı'ndan iki yıl sonra, Hz. Peygamber Kâbeyi ziyarete karar verdi. 1400 Müslüman yanlarına kılıçtan başka hiçbir silah almadan Mekke'ye doğru yola çıktılar. Bunu haber alan Mekkeliler, silaha sarıldılar. Müslümanlar'ı Mekke'ye sokmayız, dediler. İki taraf elçileri karşılıklı gidip, geldiler. Sonunda Hudeybiye denilen yerde, Mekkeliler'in temsilcisi Süheyl ile, on yıllık bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre; o yıl Müslümanlar Mekke'ye girmeyeceklerdi. Kabe'yi ertesi yıl ziyaret edeceklerdi. Bir de Mekkeliler Müslüman olursa ve Medine'ye gelirse, geri teslim edilecekti. Bu sonuncu şart Müslümanlar'ı çok üzdü. Tam bu sırada yürek paralayan bir olay meydana geldi. Mekkeliler'in sözcüsü Süheyl'in Ebu Cendel adlı bir oğlu vardı. Ebu Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden babası ona çok işkence yapmış ayaklarına zincir vurmuştu. Hz. Peygamber'in Mekke'ye geldiği duyulunca, Ebu Cendel bir yolunu bulup kaçmış, zincirleri sürükleye sürükleye Müslümanlar'ın yanına gelmişti. O sırada anlaşma imzalanıp bitmişti. Ebu Cendel Hz. Peygamber'in ellerine kapandı:
- Kurtar beni ya Resûlûllah, diye inledi. Kanayan yaralarını gösterdi. Zincirler ayaklarını parçalamış, kamçı darbeleri sırtını yırtmıştı. Ebu Cendel'in babası ileri atıldı.
- Oğlumu bana vermezseniz, anlaşmayı bozarım, dedi.
Hz Peygamber'in ricasını kabul etmedi. Müslümanlar ağlaştılar.
- Ebu Cendel'i geri verme ya Rasûlüllah, diye yalvardılar.
Hz. Peygamber çaresizdi. Sözünde durmak, Ebu Cendel'i vermek zorunda idi. Müslümanlar'ın içinde en çok Hz. Ömer üzgündü.
- Kâfirlere baş eğmeyelim, Ebu Cendel'i vermeyelim, diye sızlandıysa da, Hz. Peygamber onları teselli etti.
Bu anlaşmanın iyi sonuçlar vereceğini söyledi. Gerçekten de öyle oldu. Çok geçmeden binlerce insan bu barışı fırsat bildi; kafileler halinde gelip, Müslüman oldu. Müslümanlar'ın sayısı kısa zamanda iki misline çıkmıştı. Allah elçisinin yaptığı her işte binlerce hikmet, sayısız incelik vardı. Hudeybiye anlaşmasını yenilgi sananlar, bunu daha iyi anladılar. Peygamber Efendimiz'e daha çok bağlandılar. Müslümanlar güçlenmeye başladılar. Puta tapan diğer kabilelerle savaştılar. Hemen hepsini dize getirdiler. Hz. Peygamber komşu krallara mektuplar yazdırdı, elçiler gönderdi, onları İslamiyet'e davet etti. Allah adı her yanda duyulmaya başladı.
Bir savaştan dönüyorlardı. Ağaçlık bir yerde mola verdiler. Hz. Peygamber kılıcını ağaca astı. Yere uzanıp uyumaya başladı. Fırsat kollayan düşmanlardan biri, ağaca asılı kılıcı kaparak:
- Muhammed seni elimden kim kurtaracak, diye bağırdı.
Sese uyanan efendimiz
- Allah, diye cevap verdi.
Onun Allah'a bu kadar güvenmesine yabancı adam şaştı kaldı. Korkudan titremeye başladı. Elindeki kılıç yere düştü. Hz. Peygamber yerdeki kılıcı alarak;
- Şimdi seni elimden kim kurtaracak, diye sordu?
Adam ümitsizce sızlandı:
- Hiç kimse dedi.
Hz. Peygamber onu affettiğini söyleyince, ölümden dönen adam, Efendimiz'in merhametine hayran kaldı. Kelime- i şehadet getirerek Müslüman oldu. Mekkeliler sözlerinde durmadılar. Hudeybiye Anlaşması'na uymadılar. Müslümanlar'ın tarafını tutan bir kabileye ansızın saldırdılar. Hz. Peygamber bu fırsatı değerlendirdi. Müslümanlar'a savaş emir verdi. Ama savaşın nereye olduğunu söylemedi. Çünkü Mekkeliler bunu bilmemeliydi. Kutsal topraklarda kan dökülmemeliydi. On bin kişilik İslam ordusu Mekke'ye doğru yola çıktı. Bir akşam üzeri Mekke'ye vardılar. Şehre yakın bir yerde karargah kurdular. Tepelerde yüzlerce ateş yaktılar. Mekkeliler'in yüreğine korku saldılar. Ertesi sabah Hz. Peygamber orduya şu emri verdi.
"Kılıç çekmeyene kılıç çekilmeyecek, Mekke'de kan dökülmeyecek"
İslam ordusu dört kola ayrıldı. Mekke dört bir yandan sarıldı. Hz. Peygamber çok mutluydu. Kusva adlı devesinin üzerinde Mekke'ye girerken, sekiz yıl öncesini düşünüyordu. Bir gece arkadaşı Ebu Bekir ile birlikte çok sevdikleri bu şehirden gizlice ayrılmışlardı. Şimdi ise muzaffer bir kumandandı. Şanlı ordusu Mekkeliler'in gözlerini kamaştırıyordu. Bu ne bahtiyarlıktı. Devesinin üzerinde secdeye kapandı.
"Sana sayısız şükürler olsun Allah'ım" dedi. Mekkeliler büyük bir şaşkınlık içinde idiler. Acaba Hz. Peygamber kendilerine nasıl davranacaktı? Ona yaptıkları fenalıkların intikamını nasıl alacaktı? Gözleri yerde başları önlerindeydi. Fakat Hz. Peygamber çok asil bir insandı. Müslümanlara görülmedik işkenceler yapan, kendine ağır hakaretler eden bu insanları, bir çırpıda bağışladı.
- Hepiniz hür ve serbestsiniz, dedi. Mekkeliler onun büyüklüğüne hayran kaldı.
Müslümanlar doğruca Kabe'ye koştular. Kapısını açtılar. İçindeki ve etrafındaki 360 putu kırıp parçaladılar. Allah'ın yüce evini, ona yakışmayan çirkin şeylerden temizlediler. Kabe'yi hürriyetine kavuşturdular. Bilal'i Kabe'nin üzerine çıkardılar. Hz. Peygamberin bu yanık sesli müezzini, "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye ezan okumaya başlayınca, Müminler sevinç gözyaşları döktüler, Allah'a hamd ettiler, şükrettiler. Kabe'nin etrafında pervaneler gibi döndüler. Tavaf ettiler, onların derin imanını görenler koşup Hz. Peygambere geldiler
- Biz de Müslüman olduk ya Rasûlüllah, dediler. Allah'ın elçisini sevindirdiler. Sonsuz bahtiyarlığa erdiler.
Kabe'deki putların kırıldığı duyulunca, Müslüman olmayan Araplar çok üzüldüler. Hem kendi putlarını kurtarmak, hem de İslamiyet'i ortadan kaldırmak için yirmi bin kişilik büyük bir ordu hazırladılar. Bunu haber alan Hz. Peygamber, on iki bin kişilik ordusuyla düşmanın üzerine yürüdü. Önlerinde Huneyn Geçiti vardı. Düşman askerleri burayı tutmuşlardı, İslam ordusunu gafil avladılar. Fakat Müslümanlar çabuk toparlandılar. Düşmanı büyük bir bozguna uğrattılar. 6000 kişiyi esir aldılar. Esir kadınlardan biri:
- Beni, Peygamber'e götürün, o beni tanır, deyince, kadını alıp Hz. Peygamber'e götürdüler. Efendimiz süt kardeşi Şeyma'yı görünce, sevinçle ayağa kalktı. Hırkasını çıkarıp yere serdi. Şeyma'yı onun üzerine oturttu. Çocukluk günlerini dile getirdiler. Şeyma'nın hatırı için altı bin esiri serbest bıraktılar. O günden sonra İslamiyet büyük bir hızla yayılmaya başladı. Koskoca Arabistan'da puta tapan kimse kalmadı. Hz. Peygamber'i öldürmeye, getirdiği dini söndürmeye çalışan Yahudiler ve Hıristiyanlar dize geldiler. Müslümanlar'a boyun eğdiler. O güne kadar Müslüman olmayan Arap kabileleri, Hz. Peygamber'e elçiler gönderdiler. İslamiyet'i kabul ettiklerini bildirdiler. Medine yabancı heyetlerle dolup taştı. İnsanlar hak dine koştu. Allah'ım! Bu ne güzel sonuçtu!.. Hac mevsimi gelince, Efendimiz Müslümanlarla birlikte, Mekke'ye doğru yola çıktı. Bu onun ilk ve son haccı olacaktı. Tarih boyunca bu hac, veda haccı olarak anılacaktı. İki yıl önce, 1400 kişi ile giremediği Mekke'ye, yüzbinden fazla Müslümanla girdi. Devesi Kusva'nın üzerinde mukaddes evin ziyaretçilerini sevgiyle süzdü. Onlara şöyle hitap etti:
"Ey İnsanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha bulunamayacağım."
"İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallanınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur."
"Ashabım!
Muhakkak Rabbiniz'e kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur."
"Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız."
"Ashabım!
Dikkat ediniz, Cahiliye'den kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahilliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib'in torunu İyas bin Rabia'nın kan davasıdır."
"Ey insanlar!
Muhakkak ki, şeytan, şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız."
"Ey insanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah size, onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa, hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir."
"Ey mü'minler!
Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an- ı Kerim ve Peygamberi'nin (SAV.) sünnetidir."
"Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır."
"Ey insanlar!
Cenab-ı Hakk her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyetler vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle, Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı Hakk, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder."
"Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da, Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, ondan en çok korkanınızdır."
Azası kesik siyahi bir köle, başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz."
"Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz."
"Dikkat ediniz!
Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız."
"İnsanlar,
Lâilâhe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir."
"İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"
Sahabe- i Kiram hep birden şöyle dediler
"Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz diye, şehadet ederiz"
Bunun üzerine Resul-u Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
"Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab!"
Prof.Dr.Yaşar Kandemir,"Gül Muhammedim" kitabından
Sonuç olarak;
Hz. Peygamberi örnek almayı ve onun hayatından davranış modelleri çıkarmayı; sahip olduğu ahlâki faziletleri hayata geçirmeyi, getirmiş olduğu dini zihniyeti benimsemek ve gelişen olaylar karşısında onun gibi tavır alabilmek şeklinde anlamamız gerektiği kanaatindeyiz.
Ne olur.
Gel Ey Muhammed bahardır
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır.
Hac?dan döner gibi gel
Mirac?tan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır.
Bir demet gül var elimizde, titreyen yüreğimiz var. Güllerimiz solmadan, gül kurusu ağlamadan yüreğimiz, ne olur gel Efendimiz.
?
Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed,
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü?minlerin vardı...
Ve bir gün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme?nin kucağında
Abdullah?ın yetimi
Âmine?nin emaneti ağlardı.
Hatice?nin goncası,
Aişe?nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah?a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke?de bunalırsan
Medine?ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?
?
Arif Nihat Asya
Efendim
"Ruhum sana aşık, Sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil alem sana kurbandır Efendim.
Ta arşa çıkar her gece aşıkların ahı,
Didarına aşık Ulu Yezdan'dır Efendim.
Aşkınla Buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana Cennet bile hicrandır Efendim.
Kıtmirinim ey Şah-ı Rusül, kovma kapından,
Asilere, lütfun yüce fermandır Efendim."
Ali Ulvi Kurucu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.