Erol Olçok'un vurulduktan sonra ilk sözü ne oldu?

Erol Olçok'un vurulduktan sonra ilk sözü ne oldu?
Selahattin Yusuf, 15 Temmuz şehidi AK Parti'nin reklamcısı merhum Erol Olçok'u yazdı

Erol Olçok'un vurulduktan sonra ilk sözü ne oldu?

Bu sorunun cevabını Selahattin Yusuf büyüleyici bir metnin içine usulca bıraktı...

Selahattin Yusuf, 15 Temmuz şehidi AK Parti'nin reklamcısı merhum Erol Olçok'u yazdı

- SEN ÖLDÜĞÜN GÜN HEPİMİZİ İŞTEN ATMADILAR, AMA ÇOĞUMUZUN ELEKTRİĞİNİ KESTİLER

Bu yazıyı 15 Temmuz’un yıldönümünden önce yazmaya karar vermiştim. Elim gitti geldi, olmadı. Neden olmadı, anlamadım. Kararsızlığım sanki bir sarkacın içinde, tuhaf bir utanma-cesaret eşiğinin üstünden ters yönlere doğru aylarca gitti geldi. En sonunda Ankara’da karşılaştığım sevgili Cevat’a (Olçok) ve sevgili Mahir ağabeye (Ünal) sorma gereği duydum. Yaz dediler. Peki dedim.

Ama bu “peki” de işe yaramadı. Yazamadım yine. Şurası gerçi Mahir ağabeyin uzmanlık alanına giriyor; ama ben fikrimi söyleyeyim yine de: Güçlü bir duyguyu hatırlamak bile hırpalıyor ruhumuzu muhtemelen. Onu yazarken yeniden yaşamak tehlikesi sizi yazmaktan caydırıyor.

Mesela, bu dünyadan ayrılacağını neredeyse nasıl ayrılacağının ayrıntılarıyla birlikte aylar boyunca doktorlardan dinlediğim rahmetli ağabeyim Mehmet Yusuf için de geçerli bu. Hatta, ateş düştüğü yeri yakıyor desem, Erol ağabeyim gönül koyar mı bilmiyorum. Emin değilim. O yüzden bu cümleyi çıkarıyorum zihnimden. Neyse.

Önce ağabeyimi mi anlatsam?

***

Doktorlar diyordum. Kesinlikle insan ilişkileri dersi almalılar. Hemen hepsi. Maalesef. Allah yokluklarını göstermesin; ama geçerken bir laf sokmak isterim kendilerine: Belki bilinçli olmayan, yakınları yas tutmayacak olan canlılar (böyle bir canlı türü var mı bilmiyorum) ancak böyle canlılar “ex” olurlar; özellikle insanlar ise yalnızca “vefat ederler”, “bu dünyadan ayrılırlar”, “diğer dünyaya geçerler”, “ahirete irtihal ederler”. İnsanlar, nasıl desem, “ölmezler” bile. Anlatabiliyor muyum?

Anlatamam, çünkü bunun için yeterli zihinsel teknik duygu mekaniğinden bile yoksunlar maalesef. Ve tekraren, Allah yokluklarını göstermesin, hepsinden razı olsun.

Bu arada nasıl yumuşadı zihnim, bu süreçte…

Dostluğu, insanlığı ve farklı mizacıyla bütün arkadaşları gibi beni ve ailemizi de yakıp yıkan sevgili ağabeyim Mehmet Yusuf’un bu dünyadan diğer dünyaya geçişiyle insanları sevmeye daha çok vakit ayırmaya başladım. Bunu kendime dert edindim.

Teker teker insanların mucize olduklarını, hepsinin, istisnasız Hızır’dan bir şeyler taşıdıklarını, farkında bile olmadan böyle yaşadıklarını fark ettim. İnsanların birbirleri için birer mucize, birer umut, birer imkan olduklarını daha iyi kavramaya başladım sanki.

Ve hayat hakkında öteden beri zihnimi kurcalayan bir inanç, içimde birden bire iyice kök saldı sanki: Hayatın anlamı, insanların kendi aralarındaki ilişkiler sayesinde kurulur/kaldırılır/var olur/yok olur. İnsanlar, hayatın anlamını, birer molekül gibi birbirleriyle tepkimeye/ilişkiye girerek meydana getirirler. Hayatın anlamını insanlar ihtiva ederler ancak.

Bir ara büyük bir şairden dinlemiştim. İnsan tamamen yalnız olamaz. Tam bir yalnızlık insanı öldürür, demişti.

Hayvanlar gibi değiliz. O zaman, yani eğer biz insanlar sayesinde hayatta kalabiliyorsak, taşıdığımız bütün değerler, inanç, güzellik, her şeyimiz, insan sayesinde hayatta kalmaktadır. Öyleyse her şey “diğer” insan(lar)la birlikte hayatta kalabilmektedir, yaşayabilmektedir demektir bu.

Ve bu görüşe ne zaman varabiliyoruz? Bence hikmet burada: Bütün bu “hayatta kalma” teçhizatımızın en değerli parçası sistemden çıktığında. Yani hayatımıza mana veren ilişkiler düzenimizin çok kıymetli bir parçası yerinden çıktığında, zihnimiz tökezliyor. Mana bocalıyor, bulanıyor.

Bana kalırsa başka ve daha önemli bir şey de oluyor; teker teker insanların kıymetini bu kez görerek, sindirerek, insanlarla ilişkilerimizin şifa olmaklığını, susuzluğumuzu suya kandırır gibi hissederek anlamış oluyoruz.

(Bu hissin, elbette daha büyük ve kadim üstadı, rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’ndaki gerçekten nefis manzaralarını doya doya temaşa etmek için bkz. http://www.kitapyurdu.com/kitap/dostluk-uzerine–fethi-gemuhluoglu-kitabi/314037.html

Bizden önceki kuşakların, dünya görüşü ayırımı olmadan, neredeyse tamamının “Sevgili Fethi ağabey”i olan Fethi Gemuhluoğlu’nun bu kitaptaki konuşmalarını, ağabeyimle o çaresiz, karanlık hastane yolculuklarına çıkarken yanımdan hiç ayırmadım. Geceleri yastığımın altındaydı. Çaresizliğin içini bile aydınlatan tuhaf, eşsiz bir gül gibi saklardım onu yanımda. Bir faninin başka bir faniye bundan daha büyük bir hediyesi olabilir mi bilmiyorum? Rahmet olsun hepimizin güzel “Fethi ağabeyine”.

***

Erol ağabey’i ilkin sesiyle hatırlıyorum.

Üniversiteyi bitirmişim. Bir çok iş seçeneği arasında, haddim olmadan, yani maddi anlamda “haddim” olmadan, yazarlığa başlamışım. Ne kadar sudan bir cümle değil mi? Nasıl saçma bir meslek!

Neyse. Freni tutmayan hayatımın gazına yüklendiğim yıllar. Sırt çantamda kitaplar ve yarı özenti fetişim pipolar, trenle Ankara-İstanbul yolculuklarımın başladığı zamanlar.

Tahtakale’den Captain Black tütünü alıp Cağaloğlu’ndan Kızlarağası’na, oradan tramvay yoluyla yürüyerek Beyazıt’a vardığım günler.

Tuhaf, Ankara’nın basık ve çarpık modern mengenesiyle ilgisi olmayan, yine tuhaf biçimde kadim, insanın içini neredeyse hazır olmadığı kadar büyük bir ferahlıkla dolduran eski serin taş yapılar. Medreseler. Hayatın, modern Cumhuriyet öncesinde de var olduğunu güçlü biçimde ima eden erimiş mermer eşikler, eski tip insan yüzleri, tespih ve sahaf dükkanları, kapalı çarşı kapıları, günaydın dışında da selamlaşan insanlar ve onların tarihte kaldığını sandığım ilişkileri.

***

Medresenin (İLESAM) eski taş kapısından girince sağlı sollu sedirler, ortada yeşillikler içinde bir şadırvan. Mustafa Kutlu’nun “Kambur Hafız”ındaki gizli iklim. Veya İvo Andriç’in “Başçarşı”sı gibi, insanın önünde apansız açılıveren küçük, hülyalı ülke.

Sesler. Sesler. Sesler… Erol ağabeyin sesini, göreceksiniz, biraz sonra kolaylıkla ayırt edeceğim bu seslerin içinde, biraz bekleyin.

Nargile fokurtuları, ada çayı, ıhlamur buhurları, öbek öbek muhabbet salkımları, çekirdek sehpaları, dergi kabileleri, 1970’lerden kalma davaların etrafında eski köy kahvelerindeki sac sobaları sarar gibi halkalanmış yaşlı simalar, gazete yazarları, çalışanları, redaktörleri, musahhihleri, sırf elindeki boş zamanı nasıl öldüreceğini bulabilmek için tavana bakakalmış genç kalbi kırıklar, profesyonel bağdaş kurucular, heterodoks reklam yazarları, emekli ve stajyer edebiyatçılar…

İsimleri sayamıyorum artık.

Yoksa saysam mı biraz?

Kendim için de. Biraz sayabilirim, peki.

***

Bilmem hangi karının ihanetiyle aklının önemli bir kısmını elden çıkarmış, sanki bu kayıpla daha bir hafifleyip güzelleşmiş, aklının kalanını okunmuş tuza, kara büyüye, Kenan Evren’e, Greklere, Lazlara, Jandarmaya, Beşiktaş futbol takımına ve avukatlara takmış Rumelili güzel Ekrem abimiz ve onun ironik -ve hepimizin can-ı gönülden itaat ettiği- kanaat önderliği, ismini maalesef hatırlayamadığım, boynundaki tespih çelenkleri ve ney hariç suskunluğu dağ gibi çökmüş, hep “orada” oturan o uzun saçlı-sakallı amca, sehpalara iki de bir çekirdek iaşesi ve şifahi devrim broşürleri bırakarak yel yeperek ilerleyen, Necip Fazıl’ın manevi oğlu, nikotine serum damarlarıyla ve gönüldenmiş gibi bağlı, hepimizin Hilmi (Oflaz) ağabeyi, Bosna’nın bir köyündeki kritik açlık tehlikesiyle Afrika boynuzunun ucundaki bir ülkede konaklarken dikkatini çekmiş bulunan “Bismillah Hotel”e, o arada Elvis Presley’in bilmem hangi plağındaki şarkısıyla Malcolm X’in bir faaliyetine aynı anda kafa yorabilen, çift işlem çekirdekli zihni hep nefis süreksizliklerle tıka basa dolu ve biraz sonra hepimize sosisli ısmarlayacak olan Hakan Albayrak (Murat Menteş’in o günlerde taktığı isimle Albay), susan, sadece susan, sanki suskunluğa meftun olmuş ve çekirdek dışında kimseyle didişmeyen, dünyanın ve içindekilerin tamamını birden -çekirdek hariç- ciddiyet tahtından indirip çanına ot tıkamış Mevlana İdris, kırık bir kalbin eski kanını cebindeki kirli küçük banknotlarda taşıyan, Andrei Tarkovski’nin Stalker manzaralarını sinema akademisinin Tatar akınlarından neredeyse tek başına korumuş, Ahmed Arif ve Gabriela Mistral çiftinin -elbette talihli bir dalgınlık sonucu doğmuş- evladı Sadık Battal, espri dışında pek oralı olmayan, güzel, açık yüzlü, güleç ve açık elli Mehmet Şeker, alnında bir “Kimsesizler Çocukları Koruma Kurulu” tabelasıyla dolaşan, kirli elbiselerini bıkıp Haliç köprüsünden eski valiziyle birlikte -elbette bir bekarlık yortusu vecibesiyle- denize bırakmış olmasıyla ünlenmiş Ebubekir Kurban, aramızda Sezai Karakoç’u seven, herkesin işine koşan dost polis kuvveti olarak ünlenmiş Mustafa Şahin, eski çağlarda İstanbul kırlarından geçip gitmiş bir Latin Amerikalı kabile katarından nasıl olmuşsa kopmuş ve geride, şehrimizde kalmış Murat Zelan, zihni sürekli oradan oraya seğirten, bilinci buluş merakı ve gündelik hayat mecazlarıyla dolu, burnu her türlü yeninin kokusunu önceden alan, dostluk ve dayanışma kolu başkanı Murat Menteş, yüzü hep bir avlu evcilliğiyle mahrem, güldüğünde sımsıcak gülen, selamı kardeş teri kokan Ali Burhan Eren, güzel kız kardeşimiz Pınar ve harika bir ikili olmak için doğmuşlar hissi veren eşi Salih Zengin, yeşil gözlü uçarılığını Konyalı’lığıyla bir türlü bağdaştıramadığım, eli tokalaşmak, Kürt böreği ısmarlamak ve genel olarak boş vermek için hep cebinde olan, küçük, güzel liman kentimiz Ertuğrul Fındık, duru, dost, dupduru kardeş, kristal gibi net ve sağlam yürekli Hasan Karaalioğlu… Ve hepsinin ortasında, sedirde, eski bir Çerkes beyi atının üstünde nasıl oturursa öyle oturmuş, meydan okuması tevazu, mizah ve delikanlılık dolu, kalesinin kapılarını hayatın enva-i çeşit hücumlarına karşı kendi elleriyle açmış gibi metin, yakası üç düğme birden açık, çelik mavisi gözlerinde teklifsizliğin kanlı ince damarları… Erol Olçok!

“Muittin! Çay ver lan!”

“Ateeeş! Muittin, bak şu nargileye oğlum ya!”

Sesi, evet.

Sesi, Once Upon a Time In America’daki çetebaşı Noodles gibi çıkıyor. Hızar bir gürgenin içinde boğuluyormuş gibi, yani. Kalın, keskin, şadırvanı, yan masaları ve sedirleri bastırarak, meydan okuyarak ve bütün umutsuzlukların üstünü fark ettirmeden, zarif bir müjde dantelasıyla örterek. Yakasında karanfil ve ağzında bıçakla dans ederken haykıran bir belalı gibi.

Ve.

Vücudu karşı çetenin kurşunuyla buluştuğunda, vurulmayı, yenilmeyi çocukça bir dik başlılıkla reddedecek, içine sindiremeyecek. Çetesi cesaretsizliğe kapılmasın diye yalan söyleyecek: Ayağım kaydı!

***

2009.

“Selahattin Yusuf! Sanma ki seni sevmiyoruz!”

“Alo?”

“Ben Erol Olçok!”

“Buyur abi?”

“Ofise bekliyorum, Okmeydanı’na. Seni arayacaklar. İtiraz istemiyorum!”

“Peki abi…”

O anda fark ediyorum, epeyi bir zamandır görüşmediğimizi. 1996 mıydı? Hidiv Kasrı mıydı?

Işıklar sönüyor birden. İçeriden, ellerinde mumlarla düğün alayı sökün ediyor. Mumlar aynı ahenkle salına salına gelini çıkarıyorlar aralarında. Bir Arnavut kızı dize getirmiş Noodles’ı. Öyle aşık. Öyle terbiyeli. Öyle bitmiş, başlamış ve gözleri alev dolu.

***

Aradılar. Gittim, başladım.

Rahmetli Şükrü Karaca’yı, sevgili Mahir Ünal’ı, kardeşi sevgili Cevat’ı, daha nice nitelikli güzel insanı o ofiste tanıdım. Bir kampanya işiydi. Yerel yönetimler ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi işi. İlk kez böyle bir işyeri görüyordum. Ortaya atılan bir konu üzerinde fikir yürütüyor, kahve içiyorduk. Çok huzurluydum. Beyin fırtınası işine girmiştim.

Erol ağabey ara sıra gelirdi ofise. Geldiği uzaktan belli olurdu. O kalın hızarlı, nikotinli sesi önceden gelir ulaşırdı hep. Yine bunalmış. Yaka bağır hep açık. Suratı hep kızarmış ve hiddet yüklü. Sonbahar yapraklarını kaldıran bir rüzgar gibi, hep. Caka satan, samimiyetten uzak herhangi bir şeyin kokusunu ilk o alır, üstüne sunturlu siyanür dökerdi. O samimiyetsizliğin öldüğünden emin olana kadar, bir izmariti ezer gibi ayağını çevirir, yakasını bırakmazdı konunun. İsmi bende kalsın, bir ilçe belediye başkanı adayını bu şekilde hayata küstürmüştü. Müşterisi sayılırdı adam; ama Erol abinin umurunda değildi. Yaptı. Hem de önümüzde. Fotoğraf çekilecekti stüdyoda. “Karizma” peşindeydi zavallı adamcağız ve doğal “dengesini” bir türlü bulamıyor, kameraya kendisi gibi bakamıyordu. Beğenmiyordu kendini, başka biri olmak istiyordu. Benim siyasetçi hastalığı olarak saydığım ve “eklem romatizması” dediğim bir tür “tasarlanmış ağırlık” ile vücudunu bile isteye sakatlamıştı.

“Duruşunu” bir türlü beğenmeyip, sonunda sinirle çıkıp gittiğini hatırlıyorum Erol abinin.

***

Mahir Ünal’a yaptığı ağır şakalar. İlkin anlayamıyordum, ama sonradan çözmüştüm. İkilinin atışmaları önce iki yabancının trafik kavgasına benzerdi. Sonra yavaş yavaş anlaşamayan iki kardeşin atışmasına ve sonunda da birbirini içeriden seven iki kardeşin barışmasına. Yanlış hatırlamıyorsam sıralama hep böyleydi.

Fikrini tetik çeker gibi söylerdi. Karşı taraf artık bilecek, tanıyacaktı Erol Olçok’u. Onun, kampanyadan, seçimden, dünya ahvalinden daha büyük derdini -samimiyet bağımlısıydı- bilecek, gönül koymayacaktı. İnsanı küstürecek, kıracak derecede kaç hücumunun, bu şekilde, özellikle Mahir ağabey tarafından suskunlukla, sanki hiç olmamış gibi geçiştirildiğine şahit olmuştum. Mesele başka bir yerde dönüyordu çünkü. Karşılıklı farkındaydılar; muhabbetin çekim merkezi, ağırlık noktası hep konuşulan konunun ve ânın dışındaydı. Kaldı mı böyle ilişkiler şimdilerde, bilmiyorum. Vardır.

***

Kampanya devam ederken de ara ara söylüyordu, ciddiye almıyordum. Ama iş bittikten sonra bir gün yine; “Kuzguncuk” dedi bana. Baktım ciddi. “Kuzguncuk’ta yaşaman lazım senin. Orası sakin ve güzel bir yer. Yazacaklarını orada yazarsın, tam sana göre. Başarılı olursun orada…” Yine itiraz ettiğimi hatırlıyorum.

Ama sonra, galiba ofisten biri, bir anahtar mı tutuşturdu elime, bir şey oldu. Kuzguncuk’ta, ana caddeden yukarı çıkarken, kiliseye varmadan sağa ayrılan yokuş sokağın üzerinde bir ev. Tutulmuş, altı aylık kirası ödenmiş, depozito vs gibi sıkıcı işlerden arındırılmış.

Neden yaptığını, neden ısrar ettiğini, daha tuhafı, neden o kadar işinin arasında peşini bırakmadığını hala bilmiyorum. Güzellikten yana kontrolsüzce can atan sevgili Erol abi, orada Nobel falan alacağımı düşünmüş bile olabilir. Ama sonradan öğrendiğimiz bir şey var; meğer eskiden beri, kimsenin birbirinden haberi olmadan, bir çok insana jestler yaparmış, imkanı olmayana el uzatırmış. Bir kardeşini daha önce kaybettiğini bildiğimiz Erol ağabeyin, o sert Çerkes zırhının altında belki bir ağlama biçimiymiş bu. Bilinmez. Sırra havale ettik. Sırrın hikmetine hürmeten, sustuk.

Tabii, bir de şu var. Şehadetinden sonra yalnızca kendi hanesi acıya, karanlığa gömülmedi. Sonradan fark ettiğimiz yoksunluklar, öksüzlükler, Erol abisizlikler birbiri ardından sökün etti. Mahallemizdeki bir çok hanenin elektrikleri kesildi, ışıkları birer birer söndü.

***

En son Ankara’da, Sütiş’te, arabasına binmek üzereyken karşılaştık.

Görür görmez kollarını iki yana açıp kaşlarını çattı:

“Yahu, tamamen yoksun Selahattin!”

Hep yeni bir kelime, yeni bir mimik, jest eklerdi cümlelerine.

Güldüm.

“Buralardayım Erol abi, asıl sen yoksun…” demeye kalmadan;

“Görüşelim!” diye çıkıştı. Az sonra arabası fırlayıp gözden yitmiş olacaktı.

O pastane, Sütiş yani, acaba o karşılaşmadan sonra mı o hale geldi benim için, bilmiyorum.

Her Ankara’ya gittiğimde ayaklarım kendiliğinden oraya gidiyor. Sanki Erol abiyle randevumuz varmış gibi. Veya en son orada sözleştiğimiz için, yine orada karşılaşacakmışız gibi.

***

Ah Erol abi. Senden kısa bir zaman sonra da sevgili ağabeyim Mehmet Yusuf’u uğurladım.

Seninle aynı yere inşallah. İkiniz birden nasıl ağır geldiniz! Nasıl anlatılır?

Bilemedim. Şimdi ikiniz de “tamamen” yoksunuz burada.

Orada bari haberiniz olsun birbirinizden.

 

Süper Haber

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.