Erbakan'ın gazetecilere küçük hediyesi?

Erbakan'ın gazetecilere küçük hediyesi?
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erbakan'ın 1996 yılı Ağustos ayında İran'ın başkenti Tahran'a yaptığı geziye katılan Ali Murat Güven, merhum Erbakan'la...



Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erbakan'ın 1996 yılı Ağustos ayında İran'ın başkenti Tahran'a yaptığı geziye katılan Ali Murat Güven, merhum Erbakan'la ilgili bir hatırasını paylaştı. Erbakan'ın gazetecileri şaşırtan hediyesi:

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Murat Güven, geçtiğimiz hafta vefat eden eski Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile İran'ın Başkenti Tahran'da geçen bir hatırasını köşesine taşıdı.

Güven'in ifadeleriyle 1996 yılı Ağustos ayında Tahran'da yaşanan o olay:

"'Bizim çocukların cebinde kesin para yoktur...'

1996 yılı Ağustos ayı... Yer, Tahran'daki İstiklâl Oteli'nin lobisi... Sabahın çok erken bir saatinde, tamamı muhafazakâr medyadan bir meslektaş grubuyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın İran Cumhurbaşkanı Haşimî Rafsancani ile görüşmeye gitmek üzere otelden ayrılmasını bekliyoruz.

Orada bulunma amacımız, Refahyol Hükûmeti'ni kurarak başbakanlık koltuğunu devralan Erbakan Hoca'nın İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya duraklarından oluşan ilk dış gezisini çalıştığımız medya kuruluşları adına takip etmekti. Ki ben de o tarihlerde Millî Gazete'nin dış haberler servisi şefiydim.

Devrim öncesinde Amerikan Hilton oteller zincirinin Tahran halkasını oluşturan İstiklâl, devrimden sonra adı değiştirilip millileştirilmiş ve devlet tarafından işletilmeye başlanmış bir tesis olarak, Türk heyetinin konaklama ihtiyacına tahsis edilmişti.

Lobideki bekleyişimiz sırasında yanımda bulunan kişilerin ise o dönemde Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten, şimdilerde Ak Parti Bursa Milletvekili olan Mehmet Ocaktan, Akit'ten köşe yazarı Abdülkadir Özkan, Kanal 7'den Zahit Akman, Milli Gazete Ankara Bürosu'ndan Ferhat Koç, Mustafa Kurdaş ve Millî Gazete Yazı İşleri Müdürü Ekrem Kızıltaş olduğunu hatırlıyorum.

Hoca'nın Tahran programının son derece yoğun olduğunu bildiğimizden, sabahın köründe yataklarımızdan fırlayıp kahvaltıya inmiş, aceleci bir atıştırmadan sonra da diğer medya mensuplarıyla birlikte Rafsancani'nin başkanlık sarayına gitmek üzere lobide toplanmaya başlamıştık. 5 ülkeyi kapsayacak olan bu gezinin henüz ilk ülkesindeydik ve aynı zamanda o ülkedeki ilk günümüz olması sebebiyle, gün içinde yaşanacak gelişmelere ilişkin olarak ciddi bir heyecan da duyuyorduk. Çünkü, başta doğalgaz alım antlaşması olmak üzere, heyetimizin İran programının oldukça yüklü olduğunun hepimiz bilincindeydik.

Ekrem ağabey ile aramızda durum değerlendirmesi yaptığımız bir sırada, gözümün ucuyla, Erbakan Hoca'nın basın müşavirliğini üstlenen zâtın bizim "mütedeyyin gazeteciler"den müteşekkil küçük grubumuza doğru yürümekte olduğunu fark ettim. Adını an itibarıyla hatırlayamadığım bu cüsseli beyefendi sakin adımlarla yanımıza gelerek, "Selamünaleyküm arkadaşlar, hayırlı sabahlar" dedi. Hepimiz bu selama topluca mukabele ettik. Ardından, "Erbakan Hocamız'ın odasından geliyorum, kendisinin de sizlere bâki selamları var, çalışmalarınızda başarılar diliyor" diyerek sürdürdü konuşmasını. Oradan gelen selamı da keyifle aldık.

Müşavir, bu kibar girizgâhından hemen sonra, hızla sadede gelmeye başladı:

"Muhterem Hocamız yarım saat kadar önce beni yanına çağırdı, kafasına takılan bir meseleyi yol yakınken çözüme kavuşturmamı istedi. Kendisi, bu geziye özellikle muhafazakâr cenahtaki medya kuruluşlarından katılan gazeteci arkadaşlara, çalıştıkları o kurumlardan yeterli yol harcırahı verilmediğini tahmin ediyor. Hattâ, 'Ben bizim gazeteleri ve televizyonları iyi tanırım, bu arkadaşları en fazla 100'er dolarla göndermişlerdir buralara' dedi."

Hepimiz, muhatabımızın konuşmasını şaşkınlık içinde dinliyorduk. Ya da en azından ben bu durumdaydım. Çünkü, cebimde gerçekten de ne bir eksik, ne bir fazla, gazetemden harcırah olarak verilmiş tam 100 dolar vardı. Hoş, diğer meslektaşların ahval ve şeraitinin benden pek farklı olmadığı da kısa süre sonra ortaya çıkacaktı zaten...

Konuşmasını sürdüren bürokrat dostumuz, "Malûm, gezimiz 5 ayrı ülkeyi ihtiva ediyor ve en az 14 gün sürecek" dedi, "Hocamız'ın gönlü, bu süre zarfında size verilen sınırlı harcırahlarla perişan olmanıza razı gelmedi. Dönerken çoluk çocuğunuza ufak tefek bazı hatıra eşyaları götürebilmeniz için, tamamen kendi inisiyatifiyle ve kişisel hesabından olmak üzere, sizlere 500'er dolar harçlık iletmemi emretti. Çünkü, çalıştığınız kuruluşlardaki ekonomik sıkıntıları yakinen biliyor, sizi de bu ilk dış gezisinde zor durumda bırakmak istemiyor. Altını çizerek belirtiyorum ki bu bir rüşvet falan değildir, yalnızca dönerken eşlerinize çocuklarınıza bazı hediyeler götürebilmeniz için Erbakan Hoca'nın gönlünden kopup gelen küçük bir hediyedir. İsterseniz reddetme hakkınız da var elbette. Fakat aldığınızda da siz gazeteciliğinizi yine bildiğiniz yönde yaparsınız. Hocamız gurbet ellerde mağdur olmanızı istemedi, bütün mesele budur. Ayrıca, gerek duyarsanız, size yine yardımcı olabiliriz."

Sonrasında da cebinden bir kâğıt para tomarı çıkardı ve çevrenin dikkatini çekmemeye çalışarak hepimize 500'er dolar dağıttı.

Elimdeki beş tane 100 dolarlık banknota baktım. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum; çünkü o dakikalara kadar, bu kadar uzun bir geziye böylesine az bir harcırahla çıkmış olmanın gerginliği içindeydim. Erbakan Hoca ise âdeta kalbimizi okumuş ve duruma el koymak üzere gizlice adamını göndermişti. Üstelik, bu jesti de onu birazdan Rafsancani'nin karşısında yorucu bir doğalgaz pazarlığı beklerken yapmıştı. Onca tören tantanası ve bürokratik hazırlığın arasında, beyninin bir kıvrımında da "Bizim dindar çocuklarda kesin para yoktur şimdi, yola çıkmadan onların bu meselesini çözmem gerekiyor" düşüncesine ne yapıp edip yer ayırmayı başarabiliyordu.

Hoca'nın verdiği o harçlıkla gezi boyunca, her ülkede, çalışma aralarında mola verdiğim kafeteryalarda birbirinden lezzetli çaylar kahveler içtim, kendime ve eşime maddi değeri düşük, fakat hatıra değeri yüksek bazı eşyalar satın aldım. Ki eşim bunlardan, gezinin Malezya durağından getirdiğim batik başörtüsünü aradan 15 yıl geçtikten sonra hâlâ kullanıyor. Bu hediyenin Erbakan Hoca'dan geldiğini bilerek ve kendisini her daim sevgiyle yâd ederek...

Aynı şekilde, o harçlığı alan diğer meslektaşlarımın da gezi boyunca yüzleri güldü, ziyaret ettiğimiz ülkelerden sevdiklerine hatıra mahiyetinde bir şeyler götürme imkânı buldular.

Müşavire sonradan bir fırsatını bulup sordum, "Pekiyi, geziye merkez medyadan katılan diğer gazetecilere, özellikle de ünlü köşe yazarlarına böyle bir jest yaptınız mı?" diye... "Buna gerek olmadı ki" diye cevap verdi, "Çünkü hepsinin cüzdanları ve kredi kartları ağzına kadar dolu. Hoca kimde para olduğunu, kimde olmadığını iyi bilir. Zaten onlara böyle bir teklif yapsaydık bizi yanlış anlarlardı. Size ise tamamen bir baba şefkatiyle gönderdi o harçlığı..."

Erbakan Hoca, iki haftaya yayılan o yorucu gezinin sonunda, benzer bir jesti, THY'den kiralanan Airbus 340 uçağının uçuş ekibine de tekrarladı. Bir yardımcısını Endonezya-Jakarta'nın en büyük alışveriş merkezine göndererek, kaptan pilot, yardımcıları ve kabin ekibi için ayrı ayrı olmak üzere birbirinden zarif hediyeler aldırdı. Sonra da bunları dönüş sırasında havada kendilerine tek tek takdim ederek, onlarla toplu hatıra fotoğrafları çektirdi. İnişe yakın ayaküstü sohbet ettiğim hosteslerden birinin, "Uzun yıllardır THY'de görev yapıyorum ve gerek yurt içinde, gerekse yurtdışında sayısız politikacıya eşlik ettim. Uçuş ekibine karşı bu kadar sevecen bir politikacıyı ilk kez görüyorum" dediğini daha dün gibi hatırlıyorum.

İşte, geçen salı günü Zeytinburnu-Merkez Efendi Mezarlığı'nda böyle bir insanı toprağa verdik.

Yerim dar, o yüzden Hoca'ya ilişkin hatıralarımı tadında bırakmak zorundayım. Eğer, günün birinde bunları bir kitapta toplama fırsatı bulursam, onun benzer jestlerinden oluşan bu hatıraların hacimli bir kitabı doldurması işten bile olmayacaktır.

Yalnızca şu kadarını söylemekle yetineyim ki, "Sizler benim çocuklarımsınız, benim insanlarımsınız" mesajını altını çize çize verebilmek için, topu topu bir yıl süren iktidarında Millî Gazete'yi hiç ziyaret etmediyse 6-7 kez ziyaret etti, ben de pek çok kez onun elini öpüp kendisiyle dertleşme imkânı buldum. O benim, yanına elini öpebilecek kadar yanaşabildiğim, bu cesareti ve imkânı bulabildiğim tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'dır.

Kendisini gerçekten çok özleyeceğim. Çünkü, ne ondan önce, ne de ondan sonra hiç kimse biz dindarları onun sahiplendiği kadar sahiplenmedi. Öyle ki iktidarını sona erdiren post-modern darbenin en vitrin gerekçesi bile, Türkiye Müslümanları'nı bir araya getirme ve onlara "Biz, ayrısı gayrısı bulunmayan büyük bir ümmetiz" mesajını verme amacı taşıyan "Başbakanlık Konutu yemeği"ydi. Tarikat-cemaat liderlerini, kendilerinden hiç bir şey talep etmeksizin buluşturduğu o yemek, iktidarının da sonu oldu.

Bir "İslâmcı" olarak, ilmi, imanı, zekâsı, şefkati ve karizması kolay kolay aşılamayacak olan bu muhterem "İslâmcı"yı en samimi dualarımla yolcu ediyorum. Kendisiyle cennette de peygamberimizin otağının hemen altında karşılaşabilmek ümidiyle, ahiret yolculuğunda yolu açık olsun."

Ali Murat GÜVEN

Yeni Şafak

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.