Ekonomik Düzen İlkesi?

Ekonomik Düzen İlkesi?
   TEVHİD - Ekonomik Düzen İlkesiProf. Dr. İsmâil Râci EL FARUKΠPakistan'ın manevi kurucusu Muhammed İkbal, modern çağlarda İslamadına...

 


 

 

TEVHİD - Ekonomik Düzen İlkesi

Prof. Dr. İsmâil Râci EL FARUKÎ

 

Pakistan'ın manevi kurucusu Muhammed İkbal, modern çağlarda İslam

adına "Siyasal hareket, İslam maneviyatının ifadesidir" yaklaşımını

savunan ilk düşünür olma şerefine ulaşmıştır. Dünya Müslümanları o

zamandan beri bu sözün doğruluğuna inanmışlar ve her zaman gururla

tekrar edegelmişlerdir. Aynı şekilde "Ekonomik hareket, İslam

maneviyatının ifadesidir" tarzında bir sözü söyleyebilecek herhangi

bir Müslüman düşünüre de kapılar açıktır. Müslümanlar hiç şüphesiz

bunu da İkbal'in sözü gibi tam bir doğru olarak ele alıp,

inanacaklardır. Bunu yaparken de, Hıristiyanlıktaki kilise

(din)-devlet ayrımının tam tersine, ikisinin bütünlüğünü, devletin

varlığının ve refahının dinin özü ve aynı nedenle de ekonomik

faaliyetin temeli olduğu noktasını gözden kaçırmayacaklardır. Ümmetin

ekonomisi ve refahı İslam'ın çok önem verdiği konulardandır. Ekonomik

boyut eksik olursa, İslami ruhun bütünlüğünden bahsedilemez. Kısmen

eski Mısır ve Mezopotamya'daki kutsal krallıklar hariç, hiçbir din

kendini İslam kadar siyasi hareketin içinde bulmamıştır, bu da zaten

İslam'ı diğer inançlardan ayıran önemli bir özelliktir. Benzer

biçimde, Müslümanların bir tür şirk (Allah'a ortak koşma) olarak kabul

ettiği, maddenin Allah'ın yerini aldığı komünizm hariç, hiçbir inanç

ya da ideoloji kendini İslam kadar ekonomiyle özdeşleştirmemiştir.

İslam; belirli birtakım benzerliklere rağmen, bütün bu ideolojilerden

çok ayrı, temelde farklı noktalara dayanan bir inançtır. Siyasi

düzenle ilgili önceki bölümde izlenen metod gibi, burada da tevhid ile

ekonomik sistem arasındaki bağlantı İslami yaşantının temellerinden

birisi olarak ele alınacaktır.

 

1. MADDE VE MANANIN BİRLİKTELİĞİ

 

 

A. HIRİSTIYANLIKTAN FARKI

 

Hz. Muhammed'den birkaç asır önce peygamber olarak insanlara

gönderilen Hz. İsa, "İnsan sadece ekmekle yaşayamaz" önermesinin çok

önemli olduğu ilahi mesajı tebliğ etti. Kendilerine atfedilmiş olan

İncillerin yazarları Matta ve Luka, Hz. İsa'nın bu sözünü, kırk günlük

bir oruçtan dolayı zayıf düştüğü bir anda Hz. İsa'yı sınamak isteyen

şeytanın Hıristiyanların Allah'ın oğlu olarak kabul ettiği Hz. İsa'dan

çöldeki taşları ekmeğe çevirerek gücünü göstermesini istemesine

bağlamıştır. Bu ifade ile Hz. İsa'nın AI-lahın oğlu olması arasında

ilişki kurulmaya çalışılması öylesine uygunsuzdur ki, dikkatimizi

şeytanın meydan okuması olmaksızın da çok güzel ve tutarlı olan bu

cümlenin kendisinden başka tarafa dağıtmamalıyız. Matta'nın hiç

abartmadan söylediği gibi, kırk gündür oruç tutmakta olan bir kişiyi

tecrübe etmek için ondan oğlu olarak gücünü göstermesini istemek

değil, ona hazır bir ekmek sunmak yeterlidir.

 

Bize göre Matta ve Luka tarafından kaydedildiği kadarıyla Hz. İsa'nın

cevabı insanın ekmekle yaşadığı önermesinin değil, "insanın sadece

ekmekle yaşadığı" şeklindeki koşullu ifadesinin kesin bir reddiydi.

 

Eğer Hz. İsa'nın reddi maddi hayatın kendisinin külli bir reddi

dolayısıyla takbihi olsaydı, bu İbrani düşüncesinin bir beyanından

ziyade bir Helen yargısı olurdu. Aynı zamanda tamamen kendi zıddına

dönüşmüş de sayılırdı; zira Homerci anlayış ilk olarak uluhiyeti

tabiatla özdeşleştirip sonra kendi varlığı dolayısıyla hayal

kırıklığına uğrayarak, zıt uç olan Gnostisizm'de kendi aleyhine dönmüş

ve ruhu tabiat ve maddeden tamamen ayrı ve bunları zıt olarak görmeye

başlamıştır. İncillerde dünyevi hayatı toptan kötüleyen diğer bölümler

özellikle Matta 6: 11 vd., bu Gnostik tutumlardan esinlenmiştir.

Bununla beraber söz konusu ifade, fıtrat dinine özgü bir ahlaki

dengeyi muhafaza etmektedir, zira maddeyi değil ahlaki olanın ihlalini

kötülemeyi amaçlamıştır. Sadece, insanın yalnızca ekmekle yaşadığını

reddetmiştir. Bu nedenle, Helen dünyasında bir İbrani ve belki de

peygamber tavrını temsil etmektedir.

 

Bununla beraber, Hz. İsa'nın bu ifadesi Hıristiyanların elinde

madde-karşıtı ideolojinin köşe taşlarından birisi haline getirildi.

Maddenin, dünyanın ve tarihin tamamen inkarı şekline dönüştü.

İnfiratçı bir zahidlik, siyasi kinizm ve rahiplik ahlakı geliştirdi.

İsa'nın tebliğ ettiği din böylece bugünkü haline; St. Paul, Atenesus

Tertulian ve St. Augustine'in, Roma Katolik Kilisesinin dinine

dönüşmüş oldu.

 

Hz. İsa, Yahudilere; aşırı maddeciliklerine ve hahamların kendilerini

tabi kıldığı aşırı kanunculuklarına son vermek iç gönderildi. Çözüm

olarak ise; maneviyatın, iç dünyanın ve hahamların kan muhafazakarlığı

içinde kaybolmuş veya zayıflamış olan şahsiliğin yeniden diriltilmesi,

önemle vurgulanması öneriliyordu. Fakat ne var ki bu çağrı,

takipçileri tarafından maddi, harici ve aleni, toplumsal olanın

alçaltılmasına dayanan başka bir aşırılığa dönüştürüldü. "İnsan sadece

ekmekle yaşamaz" sözü de bu hareketin, yersiz ve kötüye kullanılmış

bir parolası haline geldi.

 

B. İSLAM'IN CEVABI

 

1. İslam ve Dinler

 

Geniş ve küresel bir açıdan bakıldığında, İslam Hind ve Helen inanç

sistemleri arasında ikiye bölünmüş dünyanın içine düştüğü saplantıdan

gerçek bir huruc hareketi yapmıştır. Hind inanç sistemi evrenin

kendisinin ideal şekliyle değil de kötüledikleri nesnelleşmiş, tayin

edilmiş şekliyle mutlak olduğunu kabul eder. Brahmanın -mutlak ruhun-

nesnelleşmesi istenmeyen birşeydir. Sonuç olarak; dini-ahlaki inanç,

kötülüğün kendisi olarak nitelenen nesnelleşme (hiIkat) alanından

mutlakın (Nirvana, Brahman) sahasına bir kaçış olarak algılanır. Buna

göre; maddi dünyanın işlenmesi; yani üreme, gıda üretimi için çalışma,

eğitim, dünyayı bir bahçeye çevirmek ve tarihi yapmak tamamıyla

kötüdür; zira bunlar nesnelleşme olgusunu yaymakta, şiddetlendirmekte

ve uzatmaktadır. Bu görüşe uyan tek ahlakilik ise açıkça ferdiyetçilik

ve dünyanın inkarıdır.  Jainist Hinduizmi ve Theravada Budizmi

Upanişadların bu temel görüşüne uygun düşmektedir. Hinduizm bunu

yönetici elitlerin yararına kabul etmiştir. Halk içinse, kastların

hiçbir zevk almadan ve varlıklarının amacını yerine getirmekten

kaynaklanan tatmin duygusu olmaksızın içtimai mevkilerinde çalışmaya

devam ederken, acılarından sadece öbür dünyada kurtulabileceklerini

ümit ettiği bir inanç sistemi telkin edilmiştir.  Mahayana Budizmi de

aynı şekilde bu görüşü kendine temel almış ve inanç sistemini yerli

Çin dünyevi ahlakından tesis ederek Bodhisatvaları (kurtarıcı olarak

kutsanan atalar) insanları dünyevi acı ve kederlerinden kurtarmak için

görevlendirmiştir.

 

Mısır ve Yunan dinlerinden, Mitraizmden ve Uzakdoğunun esrarlı

mezheplerinden çeşitli unsurları birleştiren Helenizm, Hz. İsa'nın

Yahudiliğin aşırı kanunculuğunu ve ırk-merkezciliğini ıslah amacı

taşıyan İbrani hareketini kendi içinde eritmiştir. Bu nedenle, Allah'ı

dünya ile özdeşleştiren Yunan-Mısır unsuru korunmuş; Allah'ı

insanlaştıran ve insanın kendini Allah'la özdeşleştirmesini mümkün

kılan enkarnasyon (tecessüm) doktrininde tadil edilmiş ve şiddeti

azaltılmıştır. Gene aynı nedenle, İmparatorluktaki ezilen yığınların

hoşnutsuzlukları, Gnostisizm'in maddeden ve dünyadan nefreti, Mitraizm

ve Yahudiliğin günahların affıyla ilgili ümidi; Hıristiyanlığa insanı

doğuştan günahkar, dünyayı kötülük kaynağı devlet ve toplumu şeytanın

eseri ve manevi-ahlaki hayatı da ferdiyetçi ve dünyayı reddedici

olarak görme özelliğini kazandırmak için biraraya geldi.

 

İslam'ın gerçekleştirdiği tazeleyici bir tasfiyeydi. Mutlak Hakim olan

Allah'ı dünya ile, Yaratıcıyı mahlukat ile bir sayıp özdeş kabul eden

Hind-Mısır inanışlarını bir kenara savurdu.

 

Yaratan ile yaratılan arasındaki kesin ayrımı gören ve insana Allah'ın

mülkü olan dünyada bir hizmetçi olarak kabul eden eski Mezopotamya

inanışını yeniden teyid etti. İslam'ın bu kadim inanışı teyidi

Kur'an'da geçtiği üzere fıtrat dininin (din'el-fıtra)

billurlaştırılması olacaktı.

 

İşte bu bağlamda; Hz. Muhammed Allah tarafından, dengeyi yeni baştan

kurmak, yanlışları yıkarak doğruları hakim kılma madde ile mana

arasındaki gerçek ilişkiyi yeniden tesis için tebliğ, memur

edilmiştir. Neydi Peygamberimizin öğretisi? Ulaştırdığı mesaj nasıl

bir öz taşıyordu?

 

2. Tevhidin İçerdiği İmalar: Dünyacılık

 

İlk olarak İslam'ın varsayımlarına ya da temel ilkelerine göz atarak

konuya başlayalım. Islam'daki dini yaşantının özü tevhiddir. Metafizik

bir ilke olarak tevhidde açıkça İslami- dolayısıyla özgün- olan,

ifadesinin menfi yönüdür. Allah'tan başka hiçbir varlığın uluhiyet

dava edememesi, Yahudi, Hıristiyan ve varlıkları Allah ile

özdeşleştiren İslam-öncesi Arap inanışlarını toptan çökertmektedir.

Allah'ın birliği ve aşkınlığı ile ilgili tüm şüpheler tevhid ile

dinden temizlenmektedir. Böylece iki hedefe birden ulaştırılmış-tır:

Allah'ın evrenin tek yaratıcısı olarak tanınması; Allah'ın kulları

olarak bütün insanları, yaratılışın gerektirdiği aynı niteliklere ve

aynı evrensel statüye sahip olarak eşit kılması.

 

Tevhid inancının bir başka yönü de değer-kuramsal özelliğidir.

"La ilahe illallah" demek, Allah'ın tek ve mutlak değer olduğu ve

diğer herşeyin, değeri Allah'ın onu değerli kılmasına bağlı olan ve

güzelliği mutlak, ilahi güzelliğin tahakkukuyla ölçülen bir araç

olduğu anlamına gelir. Bundan başka Allah'ın bütün arzuların nihai

hedefi ve iradesi herşeyin varlık sebebi olan Tek Yaratıcı olduğu

anlamına da gelir. Buna göre insan, görevi ve kaderi Allah'a kulluk

etmek ya da ilahi iradeyi icra etmek, yani değeri zaman ve mekânda

kuvveden fiile çıkarmak olan bir hizmetkârdır.

 

Hiç şüphesiz insanlar daha önce Allah'ı sevmişler ve O'na itaat

etmişlerdir. Bununla beraber Hind inancında maddi dünyanın zıddı ve bu

dünyanın inkârı olarak sevilmiştir. Mısır-Yunan dininde ise Allah,

maddi dünyanın kendisi olarak ve dolayısıyla bu dünyanın davetiyle

uyumlu olarak sevilmiştir. Sadece Sami kökenli dinlerde Allah

doğa-üstü tabiat ve maddenin gayrimaddi efendisi olarak sevilmiştir.

Fakat ne yazık ki bu Sami din akımı da hahamların Yahudiliğinde

fosilleşmiş, Arabistan romantizmi ve hazcılığının (hedonizmin)

etkisine girmiş ve de İsa'dan sonra Mitraizm ve Helenizm ile yeni

sentezler geliştirmek suretiyle Roma Hıristiyanlığını meydana

getirmişlerdir. Böylece İslam'ın tevhid inancı ile Sami din akımı asıl

mecrasına kavuştu.

 

Mevcudat ya da zaman-mekan ilahi iradenin tahakkuk ettirileceği bir

ortam; kat'iyetle güzel, fakat güzelliği de ilahi iradenin tecellisi

için gerekli görüldü. Bu nedenle mevcudatın her unsuru güzeldir;

yeryüzü de mümkün olan bütün dünyaların en güzeli ve iyisi olmakla

kalmaz, aynı zamanda kusursuz ve mükemmeldir de. Gerçekte insan ahlaki

görüşüyle mevcudatı değerle doldurmuştur, nitekim eylemin (amel)

kendisi de hilkatteki ilahi gayedir. Netice olarak, asli veya faydacıl

değerlere sahip olmak masum bir davranıştır; değer dolu bir dünya,

muhafazası ve yüceltilmesi insanın övgüsü ve ibadeti olan bir

abidedir.  Mutlak'ın gerçekleştirilmesinin bir aracı olarak her mahlûk

daha yüksek değerlerle zaman-mekan noktaları arasında, insanın dünyayı

Allah'ın ilettiği modele uygun biçimde dönüştürmesi açısından

kullanılabilirliği dışında bir ayrım yapılamayacağı gibi, hiçbir maddi

kendiliğinden kötü değildir.

 

İslam'ın dünyeviliğini destekleyen iki temel ilke daha vardır:

İslam'ın amel ahlakı ve öte dünya (ahiret) inancı.

 

a. Dünyacılık ve Amel Ahlakı

 

Tevhid insanı değerlinin ve değersizin ahlaki öznenin zaman mekan

sürecine müdahalede ve çevresinde olduğu kadar kendi vücudunda da

kazandığı başarı derecesiyle ölçüldüğü bir amel ahlakına teslim eder.

Niyet ahlakını da inkar etmez; onun gereklerinin yerine getirilmesini

eylem ahlakının gereklerinin ifasına girişte temel bir önkoşul olarak

görür. Böylelikle zaman-mekan akışına müdahale ya da dünyanın

dönüştürülmesi Müslüman için ahlaki bir sorumluluk olmaktadır.

 

Müslüman, tarihin fırtınalı, zahmetli ve girdaplı akıntısına girerek

istenen dönüşümü gerçekleştirmek zorundadır.

 

Kendini disiplin altına almak ve nefsini terbiye etmek amacı dışında

toplum içinde münzevi ve mücerred bir yaşam süremez. Hatta nefs

terbiyesi bile zaman-mekânın değiştirilmesinde daha büyük başarılar

sağlamak içindir, yoksa gayriahlâkî' bir bencillik olarak görülebilir.

Zira bu durumda hedef dünyanın dönüştürülmesi için bir hazırlık değil,

kendi başına bir amaç olarak dönüşüm olacaktır. Hz. Muhammed'in

özellikle vahiy öncesinde inzivaya çekildiği bilinir. Sufiler,

Peygamberin Hira mağarasındaki Allah'a yakınlığını bu dünyada insanın

elde etmeye çalışacağı en yüce bir değer olduğunu ve Peygamberin

mağaradan Mekke'ye inişinin ise bir sükut dönemi olduğunu kabul

ederler. Ona sadece aşağıya inmesini değil, kendisini öldürmeyi

planlayan düşmanlarıyla mücadele etmesini, bir cemaat kurmasını,

hicret etmesini, bir devlet kurmasını ve halkının maddi yaşamını

geliştirmesini isteyenin Allah olduğunu biliyoruz. Aksi takdirde Hz.

Muhammed sadece manevi hayatla ilgilenen ve çarmıha gerilmek için

kendini düşmanlarına teslim eden başka bir İsa olurdu. Ki bu çok daha

kolay bir davranış olurdu. Bunun tam tersine Peygamberimiz siyası,

iktisadi ve askeri gerçekliği kucaklayarak Allah'ın emri ve yardımı

ile tarihin akışını değiştirmiş oldu.

 

Hz. Muhammed, hem bir baba ve aile reisi, hem de bir tüccar ve üretici

idi. O, hem devlet adamı, hakim, yönetici, komutan ve hem de bütün

bunların üstünde bir peygamber, son resul idi. Kendisine inen ve

insanlar arasında en önce kendisinin yaşama geçirdiği vahiy,

hiçbirşeyi, hiçbir konuyu eksik, emirsiz ve karanlıkta bırakmadı. Bir

devlet, hukuk ve hukuk mahkemeleriyle İslam olur. İslam bir fiiliyat

dinidir. Niyet şahsi olup, insanın kendisini ilgilendirdiği halde

fiiliyat ve amel toplumsaldır, herkesi etki sahasına alır.

 

b. Dünyacılık ve Ahiret İnancı

 

İslam'ın eskatolojisi -kıyamet ve ahiret inancı- Yahudilik ve

Hıristiyanlıktakinden köklü biçimde farklılık gösterir. Yahudilikte,

"Tanrının Krallığı" İbranilerin sürgündeki durumuna bir alternatiftir.

Davud'un bu krallığı, onu yitirmiş ve artık esirlik ve zillet

hayatının en aşağı noktasında olanlarca hasretle kurulan bir

tasarıydı. Hıristiyanlığa gelince; onun temel güdüsü Yahudiliğin

maddeci, dış görünüşe önem veren ve yayılmacı ırkçılığına karşı çıkmak

olduğundan Davud Krallığının ruhani bir mahiyet kazanarak bu

zaman-mekan çerçevesinden tamamen dışlanması gerekiyordu. Böylelikle

"Davud'un Krallığı" "öte dünya" fikrine dönüşürken, "bu dünya"

Sezar'a, şeytana, insanoğluna ait, "güve ve pasın yiyip bitirdiği,

hırsızların içeri dalıp, çalıp çırptığı" geçici bir tiyatro oluyordu.

İslam ise tam tersine bir tek zaman-mekan ve krallık kabul ediyor ve

bunun da insanın aracılığı ile gerçekleştirilebileceğine işaret

ediyordu. Öteki dünya, bu dünyanın bir alternatifi değildir. Takva ile

kazanılanlar, bu dünyanın öteki dünya için terki kazanılmış değildir.

Dünya nihayete erdiğinde sadece günah ve  sevapların hesabı, mükafat

ve cezaların hak sahiplerine verilmesi, vuku bulacaktır. Ahiret bu

dünyaya bir alternatif değildir. Burada, dünyada kazanılan azab veya

sevap yoktur; takva vasıtasıyla kazanılan da kötü bir krallığın daha

iyisiyle değiştirilmesi için değil bizzat aşkın bir mükafattır. Bu

nedenle zahitlikle dünyadan el çekmek öte dünyaya giriş demek

değildir.

 

Allah bu dünyadan vazgeçerek, ötekini istememizi veya bu dünyayı feda

etmemizi emretmemiştir. Bu ilk bölümden İslam'ın eşit derecede bu

dünyaya yönelik bir din olduğu, zaman-mekan olgusunu mutlak olanın

insan tarafından tahakkuk ettirileceği bir alan olarak gördüğü

sonucuna varabiliriz.

 

Kur'an-ı Kerim'in bir bütün olarak hilkatın gayesi şeklinde

tanımladığı "felah"; hilkat unsurlarının, yani, kadın ve erkeklerin,

derelerin ve dağların, ormanların ve ekin tarlalarının, köy ve

kasabaların, ülkelerin ve halkların dönüştürülmesinden başka bir

anlamı olamaz. Hiç şüphesiz, bu dünyanın, bu zaman ve mekanın değerle

doldurulması din için sadece önemli olarak kalmaz; bu aynı zamanda

dinin en önemli işidir de.

 

3. İslam'ın Dünyacılığı ve İnsanın Maddi Çabası

 

a. Ahlaki Amil ve Kendi Şahsı

 

İslam'ın bugünkü somut kullanımı ile "dünyevi" olduğunu söylemek neyi

ifade etmektedir? Bunun anlamı Müslümanın bütün herşeyinin şeriat

kanunları ile belirlenmesidir. Bu yasaların bazısı ibadetlerle

ilgilidir; bazısı da bilinç halini veya maddi varlığı ilgilendirir;

bunların hepsi kişinin şahsıyla alakalıdır. Maddi varlığı ile ilgili

yasaların icrası ekonomik olarak davranmak; yani kişinin üretebileceği

kadar üretmesi ve ihtiyacından fazlasını kendine yiyecek, giyecek,

konut, sağlık hizmeti sağlayacak mal ve hizmetlerle değiştirilmesi

demektir. Bu alandaki ahlaki değeri Allah'ın ihsanını aramaktaki

başarısıyla doğrudan bağlantılıdır.

 

İslam ahlakı dilenciliğe, başkalarının emeğiyle hayatını sürdüren bir

asalak olmaya tamamen karşıdır. Peygamberin sünnetinde iktisadi

çalışmaların övüldüğü ve çalışmaktan el çekmenin kötülendiği birçok

olay zikredilmiştir. Şeriat başka bir insana veya devlete bağımlı

olarak yaşayacak kimseleri belirlemiştir; bunlar arasında sakatlar,

yaşlılar, sahipsiz çocuklar, kadınlar, hastalar bulunur; böylece

sağlam bir insanın başkalarına bağımlı bir hayat sürdürmesi gayrimeşru

kabul edilmektedir. Kur'an, yoksul mültecileri içlerinde bulundukları

siyasi-ekonomik zorluklardan sorumlu insanlar olarak kötülemektedir.

 

Müslümanın bilinç halini ilgilendiren -ibadetlerle ilgili olanlar

gibi- diğer hükümler; amacı veya hedefi sadece öznenin (kişinin

kendisinin) bilinç hali olan eylemlerin gerçekleştirilmesini istemez.

Gayet iyi bilindiği gibi, günlük hayata ait diğer işlerde ve

dolayısıyla, kişinin diğer insanlarla olan ilişkilerinde doğruluğu

üretmeyen namaz değersiz sayılmıştır.

 

Diğer insanların hayatına girerek onları iyi yönde etkileyip

değiştirmek bütün İslami hükümlerin genel hedefidir. Bu nedenle

Müslüman; kendini diğer insanlardan tecrid ederek yalnız başına kendi

için çalışan -Hıristiyan veya Budist olsun- bir rahiple "taban tabana

zıttır. Zira onlara göre, kurtuluş ve mutluluk insanın yalnız başına

kendi içinde oluşturabileceği ve tek başına yargıcı olabileceği bir

bilinç halinde bulunmaktadır. İslam'daki en büyük ve yüce bilinç hali

olan Peygamber'in hayatı, Hz. Muhammed'in şahsi sahipliği veya

akrabaları için değil, yeryüzündeki bütün insanların hayatını yeniden

şekillendirme amacına matuf bir vasıta olarak görülmelidir.

 

b.Ahlaki Amil ve Diğer Kişiler

 

Şeriatın, kişinin kendisi dışındaki diğer insanlarla ilgili -ve büyük

bir çoğunluk teşkil eden- kuralları gene bedeni ve  bilinçle ilgili

olarak iki kısma ayrılabilir .

 

Bunlardan ikincisi en iyi şekilde eğitim ve nasihat olarak

tanımlanabilecek bir alanı kapsar. Bir Müslüman himayesi altındakileri

ve diğer insanları eğitmekle ve onlara hayatlarını Allah'ın emirleri

doğrultusunda geçirmeleri hususunda nasihat etmekle yükümlüdür.

Eğitim, irşad ve nasihat bir Müslüman için o kadar önemli bir

meseledir ki, Allah bunu en büyük mutluluk ve kurtuluş ile eşit

tutmaktadır.

 

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak en büyük eğitimdir. Erdem ve

doğruluk; bilgi ya da beceriyi kendi içinde bir hedef  olarak görmeyen

bir din olan İslam'da eğitimin nihai amacıdır. Fayda -mesela tabiatın

değerlendirilmesi, mal ve hizmet üretımi-içın üretim açıkça insanın

maddi ihtiyaçları ve bunların tatminine dayanır.

 

Son olarak diğer insanların bedeni, yanı maddi ihtıyaçlarının tatmini

ile alakalı kuralları görüyoruz. Burada da Kur an- Kerim'in külli bir

beyanıyla karşılaşıyoruz. Şekil dindarlığı tamamen "yetimi hor görüp

itip kakmak, yoksulu doyurmaktan kaçınmakla" denk tutulmuştur. Bu kısa

sure Müslüman olduklarını söyleyen, fakat muhtaçlara yardım hususunda

kılını kıpırdatmayanların kötülenmesiyle sona ermektedir. Burada da

sanki gerçek dindarlık diğer insanların maddi ihtiyaçlarının Müslüman

tarafından karşılanmasıyla denk tutulmuştur.

 

Erken İslam tarihi bize bu Islami görüşün örneğini teşkil eden birçok

hadise sunmaktadır. Hz. Ebubekir'in, Peygamber öldükten sonra,

beytü'l-male zekat ödemeyi kesen kabilelere savaş ilan etmesi

bunlardan biridir. Burada dikkat çeken şey, Hz. Ebubekir'in  onları,

sanki inkar ettikleri dinin kendisiymiş gibi, ridde (dinden dönme) ile

suçlamasıdır. Peygamber'in anlayışı gibi Hz. Ebubekir'inki de din ile

diğer insanların maddi ihtiyaçlarının karşılanmasının eşit olduğu

şeklindeydi.

 

Bunun da ötesinde İslam, kadın ve erkeklerin hayatlarının her yönüne

büyük bir dikkat atfetmiş ve onlar için hükümler koymuştur. Toplumsal

sistemini servet bölüşümüyle ilgili kendine özgü modeller etrafında

kurmuştur. Sonuç olarak, İslam'da ahlakın bir yönünü de iktisadi

çalışmalar ve bunların meyvelerinin devşirilmesinin meydana getirdiği

söylenebilir. Şüphesiz İslam, kendi hukuk sistemi olan şeriatın

kendisiyle hayatımızı düzenlemek için maddi zenginliklerin bölüşümüyle

ilgili bir model sunması bakımından bir ideolojidir.

 

e. Dünyacılık ve Homo Economicus

 

İnsanın ekonomik uğraşılar açısından tanımlanıp tanımlanamayacağı

sorusuna verilen cevap müsbet olabilir. İnsan gerçekten ekonomik bir

varlıktır, ama bu; insanın, faaliyetlerine hükmeden ekonomi yasalarına

tabi olması şeklindeki Max Weber'ci anlayışta ele alınmamalıdır.

Iktisadi kanunlar kendi içlerinde egemen olabilir; ancak insanın

hayatını tabi kılacağı ekonomik yapı kendi tercihine kalmıştır. İnsan

hayatını birçok ekonomik yapıdan herhangi birisiyle yönetmekte

özgürdür. İnsan, hayatına egemen kılacağı ekonomik modelin kendi

yapısını, kendi hakkındaki fikrini tanımlayıcı olması açısından bir

ekonomik varlıktır.

 

Bu nedenle İslam, dini yeryüzündeki hayatı yönlendirme aracı olarak

görmüştür. Dinin bu hedefe ulaşmaktan başka bir işi yoktur. Bu anlamda

dünyevi hayatın bir boyutudur ve tam olarak bu hayatın Allah'ın

emirleri doğrultusunda, yani tabiata, kendisine ve topluma karşı olan

sorumlulukların gözetilerek yaşandığı zaman tahakkuk edecektir.

Kendilerine bu dünyanın dışında krallıklar kuran diğer dinlerin tam

aksine, İslam kendini bu dünyanın ve bu hayatın dini olarak ilan

etmiştir.

 

Bu gezegendeki hayatın mutlu ya da mutsuz oluşu; somut  ve ekonomik

değeri haiz mallarla ilgili olması açısından, insanların birbirlerine

karşı tutum ve davranışlarıyla belirlenir. Ormanda yaşayan bir insanın

mutlu veya mutsuz olması, diğer insanların kendisine yaprak, ağaç,

hava veya su vermede cömert olup olmamalarına değil, yakaladıkları

avı, inşaat için biçtikleri keresteyi veya yaşadıkları yere zaten

taşınmış olan suyu kendisiyle paylaşmadaki hoşgörülerine bağlıdır.

Çünkü ormanda yaşayan insanın ihtiyaçları ormanda bol bulunan

yapraklar, ağaçlar ve suyun elde edilmesi, kendisine sunulması değil,

bu saydıklarımızdır. Başka bir ifade ile, eğer bir yardımın makbul

olması, dini bir amaç hissi taşıması isteniyorsa, bunun ekonomik bir

değer taşıması gerekmektedir. İnsanın ekonomik davranışı yeryüzündeki

mutluluğu oluşturur veya bozar.

 

Dinin onu ahlak veya sorumluluk kurallarına tabi kılmak istemesi bu

nedenledir. Dünyaya değer veren bir din olarak İslam, yararatıcısı

tarafından kendine bildirilen modeli tahakkuk ettirsin diye insan

hayatını düzenlemek ister. Bu nedenle "Din gerçekte insanın diğer

insanlarla olan ilişkileri ve onlara karşı davranışlarıdır" hadisinin

ifade ettiği mana İslami bir hüküm olmaktadır.

 

2.İSLAM EKONOMİK DÜZENİNİN EVRENSELLİĞİ

 

İslam dinin , dünyanın şimdiye kadar gördüğü din ve ideolojiler

arasında tek olarak, maddenin güzelliği ve gerekliliği üzerinde duruşu

, herhangi bir grubun menfaatine  diğerlerinin dışta bırakılmasına

matuf değildir.Bir grubun yararının başka bir grubunkinden daha çok

gözetilmesi de hiç değildir. İnsanın yükselme, içinde bulunduğu maddi

şartları değiştirme arzusu, çok çalışma ve rahat bir yaşam elde etmeye

gayret etme, tabiattan faydalanma ve güzel şeylerden zevk alma isteği

bütün insanlar için geçerlidir. Evrensel İslam dünyasının ve barışın

hedefi ise herkes için daha rahat ve mutlu bir hayat sağlamaktır.Bunun

bir yönü de insanların içinde

bulunduğu maddi şartların daha da iyileştirilmesidir. Çünkü eğer

yeryüzündeki zorluklar, fakirlik değişmeksizin devam edecek olursa,

insanlara dini ve siyasi anlayışlarını değiştirme teklifleri yapmak

pek anlamlı olmayacaktır. İslama göre madde ve mana birbirleri ile

ilişkiliyse bunun herkes için geçerli olduğu ve ruhi-siyasi düzeydeki

iyiye doğru değişmelerin maddi alanda da görülebilir etkileri olması

gerektiği sonucu ortaya çıkar. Herhangi bir noktadaki aksaklık veya

yetersizlik tüm sistemi, fakat ilk önce Allah'ın aşkınlığını

zedeleyecektir. Ilahi aşkınlık; ilahi iltimasın veya ahlaki

normatifliğin hedefi; kişisel çabaları olmadan Allah'ın ihsanından

faydalanıcı olarak insanlar arasında herhangi bir ayrıma izin vermez.

 

İslam'ın ekonomik düzenle ilgili bu temel yaklaşımından iki önemli

ilke ortaya çıkmaktadır: Birincisine göre, hiçbir fert veya grup

diğerlerini sömüremez; ikinci olarak, ister zenginlik isterse fakirlik

itibariyle olsun, hiçbir grup ekonomik durumlarını kendileriyle

sınırlayarak toplumdan ayıramaz.

 

İnsan fıtratı fakirde zenginlerin refahını paylaşmayı engelleyen

tecrid duvarlarını kaldırma eğilimi yaratır. Bu nedenle tecrid

olgusunun savunulması veya hayata geçirilmesi olası değildir. Buna

rağmen böyle bir durum ortaya çıkmışsa bu fakir kitlelerin tercihi

değildir. Bu ortamdan sorumlu olanlar, daha ziyade çıkarları için

sömüren yöneticileridir. Böyle bir durumda sömürüye maruz kalanlar

halk yığınları olduğu için tecrid halleri geçici olacak ve kısa süre

içinde devrim sebebi haline gelecektir.

 

Eğer tecrit taraftarı grup zengin ise, bu muhtemelen hem yöneten, hem

de yönetilenlerin kararından kaynaklanmıştır. Amaçları  zenginliklerin

sadece kendileriyle sınırlı kalması ve başkalarına yayılmasının

önlenmesidir. Bu tam anlamıyla bütün bir grup tarafından gösterilen

bir bencilliktir. İnsanlık tarihinde bu olgu sıkça görülmüştür;

koloniyalizm, neo-koloniyalizm ve emperyalizm  çağında bu olgunun

müthiş yansımaları olmuştur. Örneğin BatıAvrupa toplumları, yüksek

hayat standartlarına Afrika ve Asya'nın doğal zenginliklerini ve ucuz

emek güçlerini yok pahasına sömürmek sayesinde sahip olmuşlardır. Daha

sonraları bu zenginler grubuna Amerika da katılmış ve böylece dünya

zengin Kuzey ile fakir Güney arasında ikiye bölünmüştür. Asırlar

boyunca Asya ve Afrika'nın sömürgecilerce sömürülmesi ile meydana

gelen büyük sermaye birikimi, Batılı ülkelerin endüstriyel

kalkınmalarının finansmanında kullanılmıştır. Tarım alanında ve

madenlerde bedavaya çalışan milyonlarca Asyalı ve Arikalı köle ile bu

ülkelerin engin zenginliklerini, hammaddelerini Avrupa ve Amerika'ya

taşıyan sayısız gemi olmasaydı, bugünkü teknolojik devrimi hayal etmek

bile imkansız olurdu.

 

Bütün bunlar, temel ahlak ilkesi "Herkes kendi emeğinin meyvelerinden

yararlanma hakkına sahiptir" tezi İslam'la taban tabana zıttır.

 

"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler, kazandığı  iyilik

lehine, ettiği kötülük ise aleyhinedir ... " (Kur'an-ı Kerim, 266).

Bir insanı hakkından mahrum kılmak, Allah'a isyandır; suçlunun tövbe

etmesi ve mağdurun yenilen hakkının tazmin edilmesi  gerekir. Aksi

takdirde Allah'ın gazabı bu dünya ve öbür dünyada suçlular üzerine

olacaktır. Allah'ın gücü herşeye yeter ve böyle cezayı türlü

şekillerde verebilir. Ancak sebepler ve bunlara uygun sonuçların

ortaya çıkmasını gözeterek hareket eder. Hakka tecavüz ve

adaletsizlik; acımasız devrimler halinde infilak ettiğinde

adaletsizliğin savunucuları, kurumları ve kurdukları herşeyin

yıkıldığı silinip gittiği kin ve nefreti doğurur.

Bütün bunlar, doğa kanunları hakkında tarihçilerin söylediklerinden

pek uzak değildir. Toplum içinde bir kesim zenginleşip grup bencilliği

bu refahın sadece kendi gruplarına münhasır kalması için kendini

çevresindekilerden ayırmasına sebep olduğunda çöküş için geri sayım

başlamış olur. Bunun aynı toplumda ya da kıtasal veya küresel ölçekte

toplumlar arasında olması önemli değildir. İletişim araçlarının

gelişmemiş olduğu ve toplumların zenginliklerini diğerlerinden

mücerred bir biçimde sürdürdükleri geçmişte bu kanun işlemiyor gözükse

de, günümüz için böyle bir durum söz konusu değildir. Dünya toplumları

ve her birindeki çeşidi sınıf ve gruplar, en az ekonomileri kadar

birbirine bağımlıdır. Hiçbiri kendi refah ve bağımsızlığını ebediyyen

başkalarından gizli duvarlar arasında tutamaz. İbn Haldun, Oswald

Spengler ve Arnold Toynbee gibi tarihçiler şöhretlerini, dini kozmik

terminoloji içerisinde -eski Mezopotamya medeniyetinde de bilinen- bu

basit hayat kuralını göstermeleriyle kazanmışlardı.

 

Hz. Ömer'in bu konudaki anlayışı çok çarpıcıdır. Hz. Ömer yeni İslam

devletinin sınırları içerisindeki eyaletlerde barış ve güvenlik ortamı

tesis edildiğinde, bir vuruşla bütün sınırları, gümrükleri ve ticaret

engellerini kaldırdı. Yaklaşık 10 yıl kadar öncesinde de, Hz.

Muhammed, her kabilenin ticareti kontrol ederek bundan belirli bir kar

sağlamasını mümkün kılan "binbir düzenlemeyi", ortadan kaldırmıştı.

Bundan sonra da İslam ülkesinin büyümesi, ülkeler fethedecek

ordularını besleyebilmesi mümkün olmuştur. Artık ticaret, Hint

Okyanusu ve Uzakdoğudan bütün Bereketli Hilal bölgelerine ve Kuzey

Afrika'ya doğru serbestçe yayılıp genişleyebiliyordu. Aslında şeriat

hükümleri, hala İslam devletinin düşmanı olan Bizans mallarının ve

vatandaşlarının Müslüman eyaletlere serbestçe girip çıkmalarını da

mümkün kılıyordu. Müslümanların dini şuurlarında uluslararası ticaret

ve bölgelerarası dayanışma önemli bir yer tutmakta idi. Müslüman için

grupların ve ulusların iktisadi kaderleri tıpkı fertlerinki gibi nihai

olarak Allah'ın elindedir. Allah'ın ekonomik şartları takdirine

Müslümanlar "rızk" adı verirler. Müslüman-lar Kur'an-ı Kerim'in birçok

ayetinde  Allah'ın bu rızkı bazılarına bolca verirken, bazılarına az

verdiğini veya vermediğini, bunun ise O'nun Rezzak isminden ve

adaletinden kaynaklandığını tekrar tekrar okurlar. Ahlaki şuuru ona,

Allah'ın adaletsizlik yapmayacağını ve herkese hak ettiği ölçüde

vereceğini öğretir. Rızk'ın O'ndan geldiğine inanmak temel bir

akidedir. Buna inanmamak, O'nun aşkınlığını, birliğini -dolayısıyla

tevhidi- inkar etmek olur.

 

İslam toplumunda liberal bir ekonomi politikası bulunur ve ticaret

üzerine sun'i yasaklar koymaktan kaçınılır. Ancak bu serbest ticaret

ortamı eğer tekelleşme ve sömürü gibi bir suistimale yol açarsa o anda

İslam ahlakı ile donanmış Müslüman isyan eder, gelişmeyi engeller. Bu

türden ahlaksız müteşebbislere karşı tavır alınır; İslam mahkemeleri

ve bütün ümmet, bu tür girişimleri ilahi emirlere ve otoriteye karşı

isyan ile denk tutacaktır.

Yukarıdaki bahis özellikle zenginler ve fakirler arasında mevcut

çatışmayla ilgilidir. Zenginlerin fakirlerin yer değiştirmelerine,

Allah'ın her yerde takdir etmiş olabileceği "rızkı" aramalarına engel

olarak koydukları mal ve para transferleri, uyrukluk üzerindeki

sınırlamalardır.

 

3. ÜRETİM AHLAKI

 

Allah insanoğlunu kendisine kulluk etmesi için yaratmış kendisine

halife kılmış ve bütün mevcudatı emrine vermiştir. Onlara açıkça,

dünyanın değişik bölgelerine dağılarak nimedlerinden faydalanmaları ve

tabi at üzerinde tasarruf etmeleri emrini vermiştir. Allah ve Resulü

onların iyi işlerini gururla seyredecektir. Allah çalışmayı, yiyecek

üretimini, dünyanın imarını, köyler ve şehirler kurmayı, üremeyi,

neslin devamı için kadın ve erkekleri yetiştirmeyi, insan emeğinin

meyvelerini devşirmeyi halifeliğin belirleyicileri yapmıştır. Ve

nihayet, Allah bütün bunları ibadet, dinin bir parçası ve insanoğlunun

varoluş sebebi saymıştır.O halde insanın açıkça üretimde bulunması

gerekirdi. Hiçbir din veya ideoloji insanı, İslam kadar yoğun biçimde

çalışmaya yöneltmemiştir.  Hz. Muhammed, Hicretten sonra Mekke'den

gelen Müslümanların Medineli Ensar tarafından kardeş kabul edilmesini

istemiştir. Muhacirlerin çoğu 'bunu kabul etmişler; böylece eski

du-rumlarına kavuşmuşlardır. Muhacirlerden bazısı işlerini kurmak için

borç almış, bazıları ise hiçbir mali yardımı kabul etmemişlerdi.

Hiçbir sermayesi olmayan bu Müslümanlar odun kesip sırtlarında

taşıyarak şehirde satmaya çalışmışlar ve nihayet adım adım iş

dünyasında kendilerine birer iş kurabilmişlerdi.

 

İslam, insanları üretimin en geniş hacmine ulaşmaya yöneltir.

Herkesten tükettiklerinden daha fazlasını üretmesini, kendisine

sunulandan daha fazla hizmet sunmasını bekler. Ferdin hayatı kendi

varoluş anlamına katkıda bulunacak net bir kazanç ile geçmelidir.

Kıyamet gününde herkesten kendi kitabını okuyarak, yeryü-ündeki

varlığının hesabını vermesi istenecektir.Yaratılış amacına uygun

davranmayıp şüphecilik, bencillik veya kiniklik gibi hastalıklara

tutulanlar elbette ki cezalandırılacaktır.

 

İnsanlar arasında, ailesinden veya akrabalarından kendisine kalmış

yüklü bir miras nedeniyle üretim alanından erkenden çekilenler veya

üretim alanına hiç girmeyenler olabilir. Bu gibi kişiler üretim

faaliyetinden çekilme kararı verdikleri anda İslami açıdan suçlu

duruma düşerler. Esasen İslam dini bu gibi insanların, hiçbir ceza

görmeden, üretim sahasından çekilmelerine izin vermez. Dünyadaki

müstacel cezası ellerindeki sermayenin her yıl sürekli olarak % 2,5

oranında zekata tabi olmasıdır ki bu oran 35 yıl gibi bir dönemde veya

bir kuşakta -eğer hiçbir ilavede bulunulmaz ise miktarı ne olursa

olsun eldeki sermayeyi tüketecektir. O halde elinde böyle bir sermaye

birikimi olan insan sermayeyi tüketmemek için çalışmaya yönelmeli,

buna teşvik edilmelidir. Bu, kişinin harcamalarını karşıladığı gibi

sermayeyi de arttıracaktır; zira kazanç büyük ihtimalle % 2,5 'luk

orandan fazla olacaktır.

 

4. ÜRETİMİN AHLAKİ İLKELERİ

 

A. Üretim girişimcinin  endüstriyel  veya  zirai sahada hammaddeleri

ve araçları kullanmasını da içerir. Doğanın kullanılması belirli bir

sorumluluk gerektirir. İslam, bu sorumluğun yerine getirilmesini,

gerektiği şekilde oluşturulmuş organı aracılığıyla işleyen topluma

bırakmıştır. Sorumluluk, israfa, saçıp savurmaya izin vermemek

demektir. Kur'an-ı Kerim bu suçu işleyenleri "şeytanın kardeşleri"

olarak isimlendirir. Müslüman tabiatı sonuç itibarı ile, insan

ihtiyaçları açısından mazur ve gerekli görülebilecek derecede ve

tarzda değerlendirmelidir. İslami sorumluluk gereği, insanların

tabiattan faydalanmasının ona zarar vermemesi gerekir. İslam

öğretisinde tabiat nimetleri ve güçleri Allah'ın biz insanlara

ihsanıdır. Bununla beraber ihsan verilen  iznin değiştirilmesi demek

değildir. Belirlenen amaç dahilinde kullanım iznidir. Çünkü onun asıl

sahibi Allah'tır ve her zaman da öyle kalacaktır. Mezopotamyalıların

her zaman söylediği gibi "O malik hanenin sahibidir, insan ise sadece

bir hizmetçi." Bu tutum aynı zamanda İslamidir. Bu ihsan ölümümüzde

veya hizmetten çekilişimizde, üretim sürecine girişimizle gelişmiş ve

artmış olarak yaratıcıya iade edilmelidir. En azından emanet alındığı

zamanki gibi tam olarak teslim edilmelidir. Kur'an'da geçtiği gibi

bütün her şey göklerin ve yerin sahibi olan Allah'a döndürülür.

Endüstrileşmiş toplumları sürekli olarak tehdit eden tabiatın

yağmalanması kirletilmesi bu ihsanın sorumsuzca kullanılışının

sonucudur. Batılı girişimciler ürettiklerinin zehirli artıklarını

insan, hayvan ve bitkiler üzerindeki ölümcül etkilerini düşünmeksizin

nehir ve göllere  tabiatın içine atmaya iten, zafer sarhoşluğuyla

çılgına dönen kapitalizmdir. Yeryüzü, maden çıkarmak amacıyla delik

deşik edilip, kullanılmaya elverişsiz hale getirilmektedir. Özellikle

Batı ülkelerinde sanayinin doğaya tecavüzü arttıkça, toplum içinde,

basında ekolojik denge" "çevre sorunları" gibi terimler ve tartışmalar

yoğunluk kazanmaktadır. Tabiat, Batı sanayinin sorumsuzca üretimi

karşısında, deniz kıyılarından stratosferdeki ozon dengesine kadar

birçok yönden saldırıya maruz kalmaktadır. İhsanlık tarihinde ilk defa

kapitalist girişimciler "planlı bir yıpranma"dan bahsetmekte; bunu da

sorumsuzca, hiçbir utanç duymadan ifade etmektedirler. Burada  temel

problem disiplin için gerekli ruhi mekanizmayı kendi insanına sunmayan

hakim ideolojiden ve onun yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.

Girişimcilerin doyumsuz kar iştahlarını frenleyebilecek bir kriter,

bir vicdan duygusu veya bir görüş ortaya konulamamaktadır.

Kapitalistin bu enginlerde yüzen hedefine (preaat mundus) ulaşma

yolundaki nihayetsiz çabalarının önünde hiçbir engel duramamaktadır.

Burada kullandığımız pereat mundus terimi, hakikaten de üretim

faaliyetlerinin önemli bir bölümünü, silahlar, alkol, radyoaktif

tehlikeli maddeler, zehirli artıklı ürünler için ayıran Batılı

kapitalist için çok doğrudur. Tabiat dengesinin böylesine bozulması

Müslümanın tevhid ahlakına aykırıdır ve  en açık ifadelerle mahkum

edilir (cezayı hakeder). İslami anlayış için: bütün üretim faaliyeti

baştan sona dengeli ve zararsız olmalıdır.İnsanlar, hayvanlar,

bitkiler, kısacası bütün tabiat zararlı üretimden korunmalı, bir hasar

anında bu telafi edilmelidir. Fert veya toplum, bu konuya

eğilemedikleri takdirde İslam devleti, herşeyin olduğu gibi tabiatın

da koruyucusu olarak, zararın sorumlularını ortaya çıkarıp, hesap

soracaktır.

 

B. İslam, hizmet ve mal üretiminin içine hile, yalan vb.

karıştırılmamasını ister. Bu talebin yerine getirilmesi hisab kurumuna

havale edilmiştir. Vazifesini daha iyi yapabilmesi için muhtesibe

hukukça polis gibi kontrol yetkisi verilirdi. Şikayetler, yapılan.

zararlar ve tecavüzler anında değerlendirilip olaya müdahale edilirdi.

Bugün de muhtesibin görev ve yetkileri çeşitli hükümet organlarınca

yerine getirilmek istenmektedir, fakat muhtesibin  yanlışları arama

şevki ve bunları sona erdirmedeki insiyatifi eksikliğini bugün de

göstermektedir, zira modernizm Allah inancının ortaya koyabileceği bir

azim ve heyecandan yoksundur .

 

Üreticilerin, müşterilerini cezbetme konusunda sayısız hunerleri

vardır. Batı ülkelerindeki işletme okullarında, şimdilerde amacı

tüketici istemese bile ürünü satmak olan bir sanat haline gelen

"ambalajlama" gibi dersler işlenmektedir. Reklamcılık ise artık üretim

sahasında başlıbaşına bir sanat haline gelmiştir. InsanIar için

faydalı bilgiler sunmak gibi asil bir amaç açısından bakıldığın da

reklamcılık olağanüstü bir aldatma sanatı olmuştur. Insanları kendini

gösterme, cinsiyet, zevk ve rahat hislerine hitap edilmesi ve

mutluluğun salt maddi, egoist ve öznel açılardan tanımlanması reklamı

ekonominin sinir merkezi haline getirmiştir. Aldatıcı reklamcılık

kitlelerin dünya görüşlerini de etkilemiş ve değiştirmiştir.

İnsanların geleneksel idealleri ile ilişkileri kesilmiş, onların

yerine kapitalist girişimcileri destekleyip üretimlerini daha karlı

hale getirecek olan idealler konulmuştur.

 

Müslüman bir girişimci, üretimini etkileyen dört önemli ilke ile karşı

karşıyadır. Birinci ilkeye göre, hiçbir üretici, işlerinde sadece kar

amacı güdemez. Kar güdüsü kadar önemli olarak, halka faydalı ürünlerin

sunulması, kazancın sadece bir sonuç olarak görülmesi, ilk planda yer

almaması vardır. İkinci ilke ise çok gerekli görüldüğü bazı durumlar

müstesna, Islam'ın yasak kıldığı malların üretilmeyeceğine dairdir. Bu

durumda, zararlı üretim halka ulaşmaması için önlemler alınacaktır.

Üçüncü ilke; üretilen mallar halkın arzu duyacağı şekilde paketlenmiş

olarak değil, oldukları gibi sergilenecektir. Ambalajlama, aldatma

değildir. Ve nihayet dördüncü ilke uyarınca, tevhide bağlı üreticiler

bu şuur ve vicdan ile devlet nüfuzu ve yaptırımının erişemediği

anlarda bile doğruluktan ayrılmayacaklardır. Üretim ahlakına aykırı

tutum ve davranışlar; anında İslam hükümleri ile karşı karşıya

gelecektir. Zararlar karşılığında tazminatın yanısıra, bu ihlaller

bütün topluma, devlete ve Allah'a karşı olduğu için ağırlığı oranında

cezayı gerektirecektir.

 

C. Tabiatı gereği bütün ekonomik faaliyetler belirli oranlarda kar

amacı güder. Özel bir girişim, kazanç güdüsünden muaf kılınamaz.

Tevhid, bu kar mekanizması içinde adaleti gerçekleştirmeye çalışır.

 

Neyin adil ücret, neyin adil fiyat olduğuna dair önceden verilmiş bir

cevap yoktur. Bu ancak somut ve belirli olaylardaki referanslardan

çıkarılabilir. Prensip olarak İslam fiyat kontrollerine karşıdır.

İslam, ilke olarak, pazar oyunları ile belirlenmemesi şartı ile

serbest kara karşı değildir. Fakat fiyatların sun'i yollarla fahiş

oranda artırılması, aşırı kar peşinde koşulması engellenir. İş

hayatının hem kar ihtimalini, hem de zarar riskini taşıdığı gözönüne

alınarak, üretici ya da tüccarın zararını engelleyecek bir fiyat ya da

ücret kontrolüne gidilmez.

 

Bir malın, ürünün veya hizmetin fiyatının belirlenmesindeki diğer

önemli bir faktör ise ücret seviyesidir. Tıpkı "adil fiyat" gibi "adil

ücret"i belirlemek de zordur. Bununla beraber hiç olmazsa hem kendisi,

hem de ailesini insanca yaşatabilecek bir gelire, asgari bir ücrete

sahip olmak herkesin hakkıdır. İslam yönetimi kendi sınırları içinde

hiçbir kimsenin bunun altında bir ücretle çalıştırılmasını kabul

edemez. Bununla beraber, herhangi bir Müslüman ülkedeki üreticiler

ülkenin veya bir bütün olarak ümmetin düşük seviyeli ekonomik

gelişmesinden dolayı cezalandırılamaz. Bu, bütün ümmet ve yöneticiler

için ortaklaşa bir sorumluluktur. Her ne olursa olsun, asgari ücret

adil ücret demek değildir. Adil ücret, bir anlamda işin çeşidine ve

bunun için sarfedilen emeğe doğrudan bağlıdır. Talep ile arzım burada

az bir geçerliliği vardır; ve etkisi geçicidir. Çünkü ihtiyaçları için

gerekli olan insan kaynaklarının bunların eğitimlerinin sağlanması

bütün ümmet için farz-ı kifayedir. Ümmetin bu farzı yerine getirmesi

kaçınılmaz olarak arz ve talebin etkisinin önüne geçecektir. Adil

ücret, söz konusu alanda baskın ekonomik şartların ışığında göz önüne

alınmalıdır. Adil ücretin yanısıra diğer faktörler de önceden tam

anlamıyla kesin olarak belirlenemeyen "adil fiyatı" etkiler.

 

5.TÜKETİM AHLAKI

 

Tevhidden kaynaklanan dünyanın olumlanışı ilkesi, tüketimin

meşruluğunu ima eder. Tüketim, yani maddi değerlerin elde edilmesi ya

da arzu ve ihtiyaçların tatmini, bütün insanların doğuştan sahip

oldukları en temel haklardan biridir. Bunun alt sınırı yaşamı

sürdürebilecek kadar tüketim; üst sınırı da tüketimin "israf" halini

aldığı nokta( Bu, zihni-ruhi faktörlerin maddi ihtiyaçlardan ziyade

maddi şeyle tüketiminde daha büyük bir rol oynadığı nokta olarak

tanımlanabilir.

 

Bir malın ihtiyaçtan dolayı değil gösteriş için satın alınması bir

müzik gösterisine bilet alırken asıl gayenin ondan zevk almak değil de

komşuya gösteriş yapma duygusunun hakim olması konuda örnek olarak

verilebilir. Tevhid ilkesine göre insan ihtiyacı miktarınca

tüketebilir. Gelirinin veya geri kalan servetinin kısmını, Allah

rızası için diğer insanlara yardım, veya daha fazla kişiye iş ve gelir

imkanı sağlayabilecek alanlara yatırım yapmakta kullanacaktır. Hz,

Muhammed'e (s.a.v.) insanların gelir ve zenginliklerinin ne kadarını

İsıam davasında harcayacakları sorulduğunda cevap olarak vahiy

inmiştir: "Cevap, ihtiyaçlarının fazlasıdır. Şüphesiz ki bu ihtiyaçlar

terimine, artan üretim ve yatırım giderleri de dahil olmaktadır.

 

Sadaka, insanlık tarihi kadar eskidir. Bütün dinler ve ahlak

sistemleri başka insanlara yardımda bulunmayı yüksek bir değer ve

ahlaki bir erdem olarak görüp inananları buna yöneltmişlerdir.

İslam'da bu adet geniş bir uygulama alanı bulmuş, vahiylerin bir kısmı

da bu konuda inmiştir. İslam şuurunda bu uygulama daha da genişlemiş,

daha da önemli sayılmıştır. Tevhid inancı yardımın gerekliliğini

kitlelerin Ve insanların daimi ihtiyaçlarını ve bunların karşılanması

için harcanan enerjiyi göz önüne alarak zekat kuru-munu tesis

etmiştir. Bununla beraber, yardım olayını da ortadan kaldırmamış, bu

yönde en güçlü tavsiyelerini yapmış ve ona "sadaka" ismini vermiştir.

Kur'an da bunu bir nevi kefaret, ve övgüye değer bir meziyet olarak

tanımlamıştır . Allah, peygamberine Müslümanlardan mallarının

temizlenmesi aracı olarak sadakanın toplanmasını emretmiştir. Ayrıca,

insanların bunu sadece Allah rızası için vermeleri, aksi takdirde

bunun temelinde yatan ahlaki değerin yok olacağı Kur'an'da açıkça

vurgulanmaktadır.

 

Zekat, zenginliğin paylaşılması anlamında bir vergidir. Gönüllü bir

yardım olan ve istenildiği an istenilen miktarda verilebilen sadakanın

aksine zekat devlete ya da ümmetin hakkıyla oluşturulmuş otoritesine

verilmesi gereken yıllık bir vergidir. Oranı % 2,5 olup nisab

miktarını aşmak kaydıyla bütün zenginliklere uygulanabilir, ancak

bunun bazı istisnaları da vardır. Mesela ticari stoklar, araçlar,

üretim araçları, mesken ve yaşam için gerekli maddeler bundan muaftır.

Dağıtım ve toplama için devletin aracılığı mümkün olabilir. Zekatın

dağıtılabileceği sekiz sınıf vardır; fakirler, düşkünler (miskin),

zekat toplayıcıları, kalpleri İslama ısındırılmak istenenler, esirler,

iflas etmişler, yolda kalanlar ve Allah yolundakiler.

 

Zekat, Allah tarafından kendisine ibadet için emredilen en önemli

görevlerden biridir. Namaz ve zekat birçok ayette beraberce

zikredilir. Mümin her zaman Allah'a iman eden, namazını kılan ve

zekatını veren kişi olarak tanımlanır. Kelime anlamı olan

"tatlılaşmış", aynı zamanda zekatın ruhi fonksiyonunu da açığa

vurmaktadır. 'Zira kazanılmış mülk, başkaları ile paylaşılmadıkça "acı

ve tatsız" olarak nitelenir. Zekat sadece, vermekle yükümlü olduğumuz

ve hükümetin hiç tanıyamayacağı  insanların giderlerini karşılamak

için topladığı bir vergi değildir. Zekat Allah' ın  nimetlerinden

faydalanan ve nisap miktarından fazla mala sahip herkese düşen bir

vazife, ibadet; verene ruhi rahatlık, tatmin olma duygusu veren ve de

ümmete ekonomik refah getiren bir kurumdur. Alanların ise rencide

olmamaları, gururlarının kırılması gibi bir şey söz konusu değildir.

Zira bu bir sadaka, bir bağış değildir. Bu, Allah tarafından

zenginlerin malı üzerindeki hakları olarak tanınmıştır.Allah

yolundakiler" sınıfı ise farklı tefsirlere yol açmıştır. Ümmetin

tehlikelerden korunması da dahil olmak üzere devlete düşen bütün

görevler bu sınıfta toplanabilir. Bu, devletin fakir ya da düşkün

kimselerden, kurtarılması gereken esirlerden, borçlarını ödemeye güç

yetiremeyen müflislerden yoksun olacağı anlamına gelecektir.

 

Zekat ve sadaka beraberce toplumu mümkün olduğunca adalet dağıtıcı bir

yapıya kavuşturmalıdır. İşte bu nedenle Kur'an öksüz ve yetimi itip

kakıştırmak, muhtaçların beslenmesine mani olmak bütünüyle dine karşı

çıkmakla eş tutulmuştur. Yine bundan dolayı Kur'an-ı Kerim'in birçok

yerinde müminlere mal ve  zenginliklerini Allah için fakirlere

dağıtmaları emredilmektedir. Ilk sosyal" devleti kuran ekonomik

düzenin temel ilkesi olarak tevhid ve ilk "toplumcu" hareketi

oluşturan da Islamdı. Fakat, Islam ve onun özü olan tevhid, sosyal

adalet ve insanlığın durumunun iyileştirilmesi için öyle bir medeniyet

kurmuş ve tekl if etmiştir  ki, bunun çağdaş Batı toplumlarının en

büyük idealleri çerçevesinde tanımlanması bile değerini düşürmek

olacaktır.

 

Yine aynı şekilde tevhid, İslam toplumunun tekel ve stokçuluk gibi

faaliyetlerden arındırılmış olması ilkesini koymaktadır.Bunlar

kayıtsız şartsız kötülenen işlerdir. Gücü yeten yetişkinin himayesi

altındakileri ve akrabalarını maddi açıdan desteklemesi gerektiğini

tesbit etmiş ve bunu da şeriatın miras hukuku bölümüyle teyid

etmiştir.Özet olarak tevhid, ekonomik yapı üzerindeki güçlü etkisi ile

ümmeti her iki cihanda (el-hüsneyeyn) mutluluğa hazırlamaktadır.  Eğer

ümmet bu iki cihan mutluluğunu sağlayamıyorsa, yani fertlerine

Allah'ın ihsanını ve Cennetini kazandıracak olan  maddi ve manevi

dünyayı vermeyi başaramıyorsa, bu onun görevini yerine getiremediğini

ve liderliğinin buna layık olmadığını gösterir. Ümmetin bir ferdi

olarak Müslüman, yönetmeye, yönetilmeye, savaşmaya ve benzeri herşeyi

yapmaya, her iki dünya için de hazırdır. Ekonomik. hayat da bunu

sağlayabilecek şekilde düzenlenmelidir. Bu yapılamadığı takdirde,

suçlanacak olan ne bireyin kendisi, ne de tabiattır. Bilakis ümmetin

liderliği, yani yöneticilerdir. Fakat İslam gayet açık bir şekilde

hiçbir topluluğun liderlerinden daha iyi olmadığını öğretmektedir. Bu

nedenle, başarısızlık müştereken ümmetin bütününe aittir ve bu bir

hükümet değişikliğinden çok daha köklü bir değişiklik yapılmasını

gerektirmektedir.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.