Düşüncenin Şiiri
1986, Hüsamettin Aslan’ın ünlü mütefekkir ve edebiyat tarihçisi-eleştirmeni Cemil Meriç (1917-1987) ile yaptığı röportaj.
Cemil Meriç (1916 - 1987)
1916’da Reyhanlı'da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüş- tü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sul- tanisi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940’ta İstanbul Üni- versitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngiliz- ce’yi anlıyor, Arapça’yı, kendi ifadesiy- le, “söküyor”du. Elazığ’da (1942-45) ve
İstanbul’da (1952-54) Fransızca öğretmenliği yaptı. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. İstanbul Üniver- sitesi’nde okutmanlık yaptı (1946-63), Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi (1963- 74). 1955’te, gözlerindeki miyopinin artması sonucu görmez oldu, ama olağa- nüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’te emekli oldu ve yılların birikimini art arda kitaplaştırmaya girişti. l984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyatı (1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı. Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist, 1967’de çıktı. 1974’ten sonra ya- yımlanan kitapları şunlardır: Bu Ülke (1974), Umrandan Uygarlığa (1974), Mağa- radakiler (1978), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’ın Köprü- den Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Batı’yı Büyüleyen İslâm (1983) adlı eserlerini de Türkçe’ye kazandırdı. Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri” toplu halde basılırken, daha önce yayımlanmamış üç kitabı daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993)
Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler
benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini, alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım.
Spınoza
Hint meçhule açılan kapıydı; meçhule, yani insana. Dört yıl ganj kıyılarında vecitle dolaştım, “sağ” dediler...
Saint-Simon’la uğraştın iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, “sol” dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı: Asya’na büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir.
Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 255
Yeni bir din götürmüşüz Hint’e, yeni bir dil sunmuşuz. Babür biziz,
Ekber biziz, Dâra Şükûh biz.
Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, s. 5
Marks çağdaş batı düşüncesinin en büyük temsilcilerinden biri, belki de birincisidir. Marksizmi dinleştirmek Marks’ı anlamamaktır. Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir Marks.
Marksizm tenkittir, şüphedir, araştırma yöntemidir.
Cemil Meriç, Mağaradakiler, s. 37
Üstadım, izninizle, sorularıma, hayat konusundaki görüşlerinizi alarak başlamak istiyorum. Şimdi hatırlayamadığım bir yerde “Hayat” der Levi Strauss, “bir buna- lım serisidir.” Onu, yani hayatı, Allah katında bir imtihan olarak niteleyenler de var, tabiî ayıklama kanunuyla açıklayanlar da. Sizce nedir hayatın anlamı?
-Hugo’nun bir sözünü not etmiştim. "Hayat, mezarların çözdüğü dolaşık bir yu- maktır" diyordu. Buna mukabil şöyle söyler Neyzen Tevfik: “Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü/Yaratan bilir ancak onun içyüzünü./Bir delikten çı- karak bir deliğe girmekteyiz./Önü zulmet, sonu zulmet inişim gündüzünü.” Bu sözlerin hiçbiri mutlak olarak ele alınmamalı elbette. Hayyam, “Efsane söylediler uykuya daldılar” diyor. Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu, suale sualle cevap vermek. Bu suale cevap veril mez. Zor sualler bunlar. Münker Nekir sualleri gibi... Bir şairde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü... İlham var. Sokrat, bütün düşüncelerinin demon’dan geldiğini söyler. “Benim bir demon’um var, beni o konuşturuyor” derdi. Herke- sin bir demon’u var. Yukarıdaki mısraları böyle anlamalıyız. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazan bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydın- landığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.
Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ölümün sizdeki teddaileri nedir? Benim aklıma Camus geliyor. O, “Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor; duvarlardan, gazeteler- den ve insanların yüzlerinden” diyordu Başkaldıran İnsan adlı kitabında. İslâmiyet, “Ölüm, insanın canını Rahibine emanet etmesidir” diyor.
-Ölüm, ister istemez karşılacağımız bir sual işareti. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Halledemedi hu lügazın sırrını kimse/Bin kafile geçti ulemâdan, füzelâdan.”
Ölümden korkar mısınız?
-Aksini söyleyemem. Somutlaştırarak anlatmam mümkün değil. Mahiyeti meç- hul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sordu- ğum sorular. Hiçbir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş.
Ebediyet neden sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı olsun? “Senin türben kelime- ler. Yuvarlanırken tırnaklarım kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk bilmiyorsun ki edebiyat sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı” (Bu Ülke, sf. 182) diyorsunuz. İnanmıyor musunuz ebediyete?
-Ebediyet diye bir şey yok yeryüzünde. Burada şöhret söz konusu. Bütün şöhretler yalandır. Ebediyeti şöhret mânasına kullanıyorum. Napolyon mu, Marks mı?
Kültürler, genellikle, içlerinde yaşattıkları insanların bunalımlarını çözen kurum- lar yaratmışlar Gazali böyle meseleyle karşılaştığında tekkeye koşar; oysa Gökalp bunalımlarını çözmek için intihara başvurur. Mesele bir tercih meselesi. İnsanın fikrî ölçülerini değiştirmesi bence bu. Gökalp, Durkheim’i yani modern düşünceyi tercih etti. Ben, sizin de aynı tercih problemiyle zaman zaman karşı karşıya olabileceğinizi düşünüyorum. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız? Aklıma gelmişken söyleleyim, meselenin çağrışımları beni Tanpınar’a götürüyor, ölmeden onbeş gün önce günlüğünde şu soruyu soruyor kendisine: “Tanrı’ya inanıyor mu- yum? Evet.”
-Ziya Gökalp Gazalî değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkânlar la başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar bazı devirlerde, bazı çağlarda bir mecburiyettir. Elindeki anahtarlar hiçbir kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakalın Kırkıncı Odası’nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim, ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp’le Gazalî arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, batının sofra artıkla- rıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa’ya ve İttihat Terakki’ye meselâ. Tarihin şımarttığı bir adamdı.
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâüssıla gibi takip et- miştir. Şimdiyse, intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam’ın dediği gibi, bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş, inanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tan- rı olmazsa hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus’un yaptığı da bu. Sisyphos Efsanesi’nde söylediği gibi, ya inanacaksın ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hâl çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve “evet” diyor, inanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. An- cak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.
Cemil Meriç külliyatında el atılmayan düşünce devi yok gibi, İbn Haldun’la Marks; Cevdet Paşa’yla Weber; Cemalettin Efgani ile Ali Şeriati iç içe bu külliyatta. Yani, idealizmle materyalizm, laiklikle din, doğu ile batı. Bence zorlu ve çetin bir yürü- yüş bu. Eklektik bir düşünür, kendini parçalamış, çatlamış aynalarda seyreden ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir aydın diyebilir miyiz sizin için? Arkasından söz konusu parçalanışınızın ülkemizle ilgili yanları sökün ediyor. “Benim trajedim şu birkaç satırda; sevebileceklerim (yani sosyalistler) dilsiz, dilimi konuşanlarla (yani sağcılarla) konuşacak lakırdını yok” -parantez içleri soruyu soranın- “Sağ oku- muyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor” Nasıl oluyor da hem Büyük Doğu kadrosundan hem de Yön kadrosundan olabiliyorsunuz? Neden buna mecbur hissediyorsunuz kendinizi?
-Bu kelimeleri târif etmeden kullanmak hata. Ben Türkiye’de gerçekten sosyalist olabileceğini sanmıyorum. Bir parça eklektiğim. Her aydın bir parça eklektik ol- mak zorundadır, insan bütündür. Evet derseniz biter. Hâlbuki aydın olmak başka şey. Aydın olmanın insana yüklediği büyük sorumluluklar var. Bu sorumluluğun idraki başka, uygulama imkânı başka. Belki ben aydın olmanın sorumluluğunu idrak ediyorum ama icaplarına ne kadar uyuyorum bilemem.
İnsan çok meşhullü bir problemdir. Mesela dilimle Büyük Doğu’ya mensubum.
İnançlarımın bir kısmıyla da öyle. Yön de bir tarafım benim.
Yön’le paylaştıklarınız?..
-Önce pozitivizm. Akla fazla önem verişim. Meselâ Rıza Tevfik, Tevfik Fikret zaman zaman bir anlamda Yön’cüdürler. Bu problemde o kadar meçhul var ki... İnsanla ilgili hiçbir problem basit değil. Mesela Necip Fazıl’ı severim, ama Doğan Avcıoğlu’nu sevmem.
Geçmişte sosyalist olmanızla Yön arasında bir bağ kurulabilir mi?
-Ben hiçbir zaman sosyalist olmadım. Bilhassa materyalist hiç olmadım.
“Kimim ben?” diye soruyorsunuz günlüğünüzde kendinize ve insanı kanser edecek ağırlıktaki bu soruyu şöyle cevaplandırıyorsunuz: “Hayatını Türk irfanına ada- yan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Sene 1974. Türkiye gibi Ortadoğu’nun göbeğinde bir ülkede, bu yamalı bohçada bir düşünür için yukarıdaki cevabınız yeterli mi? Kimsiniz siz? Kimlik söz konusu olduğunda sorulacak bütün sorulara cevap verebilecek bir düşünür mü, yoksa arafta bir yalnız mı?
-Arafta bir yalnızım.
Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızdaki müthiş makalenizi, Ruşen Eşrefin “Diyor- lar ki” adlı kitabını esas alarak yazdığınız “Diyorlar ki” başlığını taşıyan yazınızı düşünüyorum. Elimden gelse herkese okurdum bu yazıyı. Benim çağdaşlarım Gö- kalp’in bir Delf kâhinine benzediğini sizden öğrendiler. Peki, ama hocam, orada sözünü ettiğiniz Türk aydınlarıyla sizin aranızdaki fark nedir? Bu Ülke’de Peygam- berden “Muhammed” diye söz etmiyor musunuz? Bir batılının konuşma veya yaz- ma biçimi bu. Hemen arkasından, İslamiyetle ilgili olarak yazdığıma, hepsi birer manifesto niteliğindeki yazılarınız geliyor aklıma. Çelişki bu.
-Benim Peygamberin şahsına saygım çok büyük. O kadar büyük ki... Muham- med isminin önüne bir sıfat eklemek saygısızlıktır. Böyle düşünmüşümdür hep. “Hazret” herkes için kullanılabilir. Bu kadar fani sıfatların O’nu vasıflandıracağına kani değilim.
Büchner’in Madde ve Kuvvet adlı kitabının düşünce dünyanızı, bir anlamda kişi- liğinizi en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylüyorsunuz. İslamiyet’in size açıklamadığı şey neydi de bu kitaba dört elle sarıldınız? Kaderiniz bence, kimlik bunalımlarını okudukları kitaplarda çözümleyen binlerce insanın -sağcı, solcu, ide- alist veya materyalist olmaları bir şey değiştirmez- kaderleriyle aynileşiyor. Oku- makla olmak neden aynileşsin? Bir düşünceyi öğrenmek aynı zamanda bir yaşama biçimini öğrenmektir. Doğru. Ancak o yaşama biçimini İcra etmek değil. Pratik ha- yatta kendilerini yaşayabilme imkânını sağlamıyor bize okuduklarımız.
-Biraz fazla altını çizmişim “Madde ve Kuvvet”in. Sözün gelişi öyle yazmışım. On sekiz yaşında bir insanı çarpar elbette. Bütün hayatımı etkileyen bir tesiri olma- mıştır üzerimde. Belli bir çağda etkilemiştir beni. Hayatıma şâmil değildir. Bulûğ çağında, ilk defa rastlanan güzel bir kadının insan üzerindeki etkisi bu. Ama ba- bam için aynı şeyi söyleyemem. Babama okuttum, ruh dünyasında kötü akisler yaptı. Babam hacıydı ve mûtekid bir insandı. Üzerinde resim var diye, eve gelen kibritlerin resimli kapaklarını yırtardı. Onun üzerinde tesirli oldu bu kitap, be- nim üzerimde değil. Evladım, kelimeler hiçbir şey ifade etmiyor, görüyorsunuz; yani hem yalan hem doğru bunlar.
Günlüğünüzde yazdıklarınızla kitaplarınızda yer alan düşünceleriniz arasında çe- lişkiler var. Russel, “Bir düşünce sistemi” der, “eğer yüzde yüz tutarlıysa, o düşünce sistemi toptan tutarsızdır ya da ilmi değildir.” Bu tesbit “Batı Felsefesi Tarihi”ndeydi sanırım. Çelişkileriniz son tahlilde normal olarak da kabul edilebilir. Kitaplarınız- dan birinde. “Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz en güzel taraflarımızla biziz, biz.” diyorsunuz.
Eserlerinizde bu türden yüzlerce ifade gösterebilirim. Oysa günlüğünüzde, “Solun kadir naşinas davranışı beni ister istemez gericilerin, kucağına değil, yanına itti” şeklinde beyanlarınız var. Gericilik nedir, sağ nedir? Yeni Devir gazetesi hangi çizgi- dedir? Müslümanlık nedir ki böyle söylüyorsunuz?
-Yeni Devir pek ciddi bir intiba bırakmamıştır üzerimde. Mesela, Cumhuriyet’te yazmayı tercih ederdim. Gerici benim. Sağ’a antipatim yok. Sağ mezarlık bekçisi. Eskinin devamını ister sağ. Hâlbuki hayatın kendisi daima yeniye müteveccihtir.
Marksizm’e yaklaşımınız oldukça farklı, sizce yalnızca bir düşünme biçimi.
Ortodoks Marksizm’e ateş püskürüyor yazılarınız. Ortodoks olmayan Marksist düşünürler ise daima tam not alıyor sizden; Rodinson, Schumpeter ve diğerleri... Ancak, yine de Marksist düşünceyle birçok şeyi paylaşıyorsunuz. Bunların başın- da düşünüş biçiminiz var bence. Genç Cemil Meriç’ten olgun Cemil Meriç’e uzanan çizgide değişmeden kalan tek unsur düşünme biçiminiz, yani diyalektik yöntem. Bilgi problemine bakış açınız Marksizm’den izler taşıyor. Meraklı okuyucular, Ma- daradakiler adlı kitabınızın 391., Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızın 231-261. sayfalarına bakabilirler. Ayrıca, Kırkambar adlı eserinizde, Proudhon’u yazarken yaşadığınız iç hazzı geliyor aklıma. Düşünürken ve yazarken, “Önce eylem var- dı” diyorsunuz diğer sosyalistler gibi. Önce eylem vardı; yani, yani hayat vardı, maddî gerçeklik vardı. Bilginin kaynağının materyalist açıklaması bu. Modern bilimin bu ilkeye dayandığını kabul ediyorum. Doğru, bilimin nesnesi, araştırma nesnesi maddedir. Ama bu düşünme biçimi, İslâmiyet, evet, kitaplarınızda sıkça vurguladığınız İslâmiyet söz konusu olduğunda çelişkilerinizden birini doğuruyor. Tehlikeli bu, İslâmiyet açısından. Tehlikeli, çünkü vahyi dışarıda bırakıyor. Bir şey daha var: ‘Umrandan Uygarlığa’da (sf. 366, dipnot), Marks’ı Şerif Mardin’e karşı savunabiliyorsunuz.
-Hayır, bende değişmeden kalan diyalektik değildir; insan düşüncesine saygıdır. Ben insan düşüncesini İbn Haldun gibi ikiye ayırıyorum: İnşa ve haber. Haber’e olduğu gibi inanılır. İnşa ise yorum demektir ve tartışmaya açıktır. Marks da İbn Haldun ve Farabî gibi büyük düşünce adamlarından biridir. İmtiyazlı bir mev- kii yoktur. O da bir insandır ve hataları vardır. Düşünen bir adamdır. Bilhassa polemik içinde ve düşmanlarıyla savaşarak düşünen bir adamdır. Düşünen hiç- bir insan tarafsız olamaz. Marks’ın da hataları vardır. Proudhon’u, Saint-Simon’u Marks’tan daha çok severim. Sert, dövüşken, haşin bir adamdır Marks, Musevî asıllıdır ve bunun düşüncelerine büyük etkisi vardır.
“Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğra söylüyor galiba: Dilin gö- revi hakikati gizlemektedir (Bu Ülke, syf: 197)” Sizin otobiyografiniz için de geçerli mi aynı şey?
-Benimki için geçerli değil. Çünkü hiçbir siyasî hareket içinde bulunmadım. Ai- lem ve çocuklarım için de öyle. İlmi namusumu az çok muhafaza etmişimdir. Talleyrand bir politikacıydı. Tarihin en namussuz, en zeki adamlarından biridir. Talleyrand yükselmek istiyordu. Politikanın dili gizliliktir. Benim yükselmek gibi bir amacım olmadı.
Mülkiyet karşısındaki tavrınız nedir? Daha önceki bir konuşmanızda, “Ben müs- lüman sosyalistim” demiştiniz. Bu sözünüz bana gençliğinizin Tarık Mümtaz’ını hatırlatıyor. Onun, İslâmî Sosyalizme Doğru adlı bir risalesini okuduğunuzu belir- tiyorsunuz. (Bu Ülke Beşinci baskı, sf: 29.) Müslüman sosyalizmi pek itibar görmü- yor bugün Türkiye’de.
-Sosyalizm Türkiye’de yaşamak için İslâmî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır. İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.
Stendhal eline kalemi alır, ilham gelmesini beklermiş yazarken. Siz nasıl yazarsınız?
-Özel bir merasime tâbi değildir. İlham da beklemem.
En belirgin özelliklerinizden biri dil konusundaki hassasiyetiniz değil mi?
-Bir yazar olarak dili muhafaza etmeye çalışırım. Bu konuda titizim. Hayatımın mânası bu.
Türk Sağı’na ve Türk Solu’na tavsiyeleriniz nelerdir?
-Türkiye’de sol’un sağlaşması, sağ’ın sollaşması gerekir. Sağla sol arasında büyük bir fark yoktur. Gurur dargınlıkları ve benzeri şeylerden doğan ayrılıklar. Birbir- lerine yaklaşmalıdırlar.
Ama, bugün bunun tam tersi ortaya çıkıyor.
-Ben bu kutuplaşmaya karşıyım. Kutuplaşma yobazlıktır.
Üslubunuz efendim?
-Üslubum kendimdir. Benliğim, bütün hüviyetimdir. Yazdıklarım kadar yazış bi- çimim de önemlidir.
Şiirin tornasından geçmiş bir düşünürün üslubu diyebilir miyiz?
-Yıllarca şiir yazdım.
Cemil Meriç Türk nesrine Fransız sentaksını getirdi, deniyor doğru mu bu sizce?
-Olabilir. Fransızca’yla o kadar çok temasım oldu ki... Ben farkına varmadan bir etkisi olmuş olabilir Fransızca’nın. Edebiyata tercümeyle geçtim. Bir şuuraltı tesir...
Yazılarınızı başka birine dikte ettiriyorsunuz. Konuşuyorsunuz yazılıyor. Yazıları- nızda konuşma cümleleri ağırlıkta. Dikte ettirmenizden mi geliyor bu özellik?
-Üslubum kendim yazıyorken de, yani gözlerimin kapanmasından önce de böy- leydi. Sanmıyorum.
Üstadım, şiiri neden bıraktınız?
-Sevdiğim şairler yardı. Pınarbaşları tutulmuştu. Onlardan daha büyük olamaya- cağımı hissettim. Nazım, Yahya Kemal, Necip Fazıl. Halbuki, nesirde bana rakip olabilecek bir zirve yoktu.
Şiiri bırakışınızın tarihini hatırlıyor musunuz?
-Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline getirmeye çalıştım.
Büyük yazar olmak için sizin hayat çizginize benzer bir yolu katetmek gerekir mi?
-Gerekir. Acılar insan ruhunu biliyor. Acı çekmeyen insan olamaz.
Sizin için demokrat diyebilir miyiz?
-Elbette evladım. Gerçek bir demokratım. Liberal ve demokratım.
Yazılarınızdan birinde, "Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede"
yaşadığımızdan söz ediyorsunuz.
-Evet. En kötü yanımız, müsamahakâr olamayışımız. Herhalde Moğollar’dan kal- ma bize.
Liberal terimini hürriyet anlamında mı kullanıyorsunuz?
-Evet.
Aydınlarımız konusunda söyleyecekleriniz var mı efendim?
-Bu konuda söyleyeceğimi söyledim galiba. Türkiye’de aydın yoktur. Çünkü me- suliyet yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz.
Bir denemenizde kitapları kadınlara benzetiyorsunuz. Neden başka bir varlığa de- ğil de kadına?
-Hayatımda iki önemli varlık var: Kadın ve kitap. İkisi da insan. Yani, bunları teke irca edebiliriz. Kadın da insan, kitap da insan.
“Her kitapta kendimizi okuruz, kendimizle yatarız her kadında” diyorsunuz. Neden kendimizle yatarız her kadında?
-Kadınla bir parça bize yakın olduğu ve bizi sevdiği için yatarız. Hayvanlar çiftle- şir, insanlar birleşir, tekleşir. Her insanda binlerce insan vardır. Kadın ve erkeğin
bir araya gelmesinde, bu binlerce insandan yalnızca birer tanesi birbiriyle kayna- şır ve anlaşır. Aynileşirler.
Kitabı kadına benzeten başka bir düşünür hatırlıyor musunuz?
-Hatırlamıyorum.
“Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu soruyorsunuz, söyle- yeyim: Annemdir” der Abraham Lincoln. Annenizden hatırınızda kalanlar neler?
-Muhterem bir hanımdı annem. Babamla akrabaydılar. Babamın dedesi Dimeto- ka müftüsüydü. Benim soyadım aslında Hocazâde’dir. Soyadı kanunuyla değişti- rildi. Bu soyadı Hafız İdris Efendi’den geliyor. İlk mektebi bitirmişti annem. Çok zengin bir masal dünyası vardı ve masallar anlatırdı bana. Hassas bir kadındı. Bende de var aynı hassasiyet ve bu annemin bendeki etkisidir.
Zaaflarım diyebileceğiniz özellikleriniz neler efendim?
-Çok. Baştan aşağı zaafım. Lüzumundan fazla hassasım. Çabuk kızarım, çabuk darılırım, çabuk sevinirim. Okumaya düşkünüm. Her insan gibi, belli bir ölçü içinde kadınlara zaafım var. Beş kardeşiz. Ailenin yaşayan tek erkek evladı benim. Bu yüzden biraz şımarık büyümüşüm.
Aşka inanıyor musunuz?
-Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insani his aşk. İnsanı insan yapan aşktır.
Kadınlara bakış açınız nedir?
-Büyük bir saygı ve sonsuz bir sevgi. Kadın erkekten daha yüksektir bana göre. Erkek kadın eşitliği yoktur. Vazife taksimi vardır. Kadın vazifeleriyle üstündür. Fedakârlığıyla, sadakatiyle. Hayatımdaki önemli varlıklardan biri kadın diğeri kitap.
“Bir kadınla yemeğe mi çıkıyorsunuz” der Nietsche, “sakın kırbacınızı yanınıza al- mayı ihmal etmeyin.”
-Budala. “İnanın Tanrı olmadığının tek belgesi göbekaltıdır” diyor bir yerde de. Küçüklük duygusundan ileri geliyor onun bu özelliği. Kadın bahsinde hiçbir za- man tatmin olmamıştır. Dâvet edildiği düğünde, geline evlenme teklif eder. Sa- laktı hazret. Dâhi bir salak. Tam bir erkek değildi; çünkü tam bir insan değildi. Farkında olmadığı bir zaafı vardı kadına. Delirdi zaten.
Kadınlar bahsinde hayatınızdaki en büyük yeri işgal eden kadın kimdir efendim?
-Ölenlerden karım Fevziye, yaşayanlardan Lamia. Karımı çok severim. Kırk yılın üzerinde bir beraberliğimiz oldu onunla. Fevziye tam bir aile kadını, mükemmel bir anneydi. Daima rahmetle anarım. Sakin bir zevceydi. Roma’yı Roma yapan asil ve büyük kadınlardan biriydi. Menteşoğulları boyundandı.
Lamia Hanım’dan söz eder misiniz?
-Son derece sevdiğim ve son derece saydığım müstesna bir insandır. İnsanlar ara- sındaki yerini bulamamıştır. Talihsiz bir izdivaç yaptı. Hz. Ebubekir soyundan geliyor. Son derece fedakârdır. Hastalığımda bana gösterdiği şefhat emsalsizdir, insanlığın yüzünü ağartan bir fedakârlık. Mükemmel bir hocadır. Hayatımın en mükemmel arkadaşı. Talihim benim. Karım öldükten sonra onun yerini ancak Lamia Hanım doldurabilirdi. İngilizce öğrenimine dört yaşında başlamıştır. Ana mektebini ve Arnavutköy Kız Koleji’ni birincilikle bitirmiştir. Hasan Ali Yücel döneminde başarılı öğrencilerin diplomalarını Roosewelt imzalardı. Diploma- sında Roosevrelt ve Hasan Ali’nin imzaları var. Çok mükemmel bir İngilizce ho- casıdır Lamia. Tanrıpınar’ın öğrencisidir, Reşat Nuri ile akrabadırlar.
Kızınız efendim?
-Kızım mükemmel ve emsalsiz bir evlattır. Talihim bu. Bedbahtlık içinde bahti- yarım.
Ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?
Umumiyetle alakurkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sev- diğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim. İster otobüs müziği olsun ister klasik. Farketmez. Türkülere özel bir zaafım yok. Ama sevdiğim türküler de var.
Hangileri mesela?
-Şu anda sıralayamam.
Sevdiğiniz yemekler neler?
-Lamia’nın pişirdiği yemeklerinin hepsini severim. Bilhassa bulgur ve etle yapı- lan yemekleri. Bütün yemeklerini severim Lamia’nın. Ümit’in pişirdiklerini de severim.
Sigarayla aranız nasıl?
-On yedi yaşımdan bu yana sigara İçerdim. Günde üç paket. Sonra bıraktım.
Lamia’nın yüzünden tekrar başladım. En son olarak da hastalanınca bıraktım. Şimdi içmiyorum.
Lamia Hanım yüzünden?
-O içiyordu çünkü.
Şu anda seyahat etme imkânınız olsaydı hangi ülkede olmak isterdiniz?
-Fransa’da.
Neden Fransa’da?
-En çok Fransız kültürüyle temas halinde oldum. İnsanlarım severim. Altmış kü- sur yıldır Fransızcayla uğraşıyorum. Lamia’yla O’nun memleketi olan Şam’a da gitmek isterdim mesela.
Kitaplarınıza çocuklarınız hissiyle baktığınız oluyor mu?
-Fazlasıyla elbette. Onlar da çocuğum. Kafamın gönlümün çocukları.
Kitaplarınız arasında tercih yapabilir misiniz?
-Yapamam. Ancak Hind Edebiyatını çok severim. Sonradan Bir Dünyanın Eşiğinde adıyla basıldı. Bu Ülke’yi de severim. Düşüncelerim tohum halinde Bu Ülke’dedir. Hayatımın bütün tecrübesi...
Yeni bir çalışmanız var mı?
-Evet. Yeni bir kitap hazırlıyorum. Umrandan Uygarlığa’nın tersi, Kültürden İrfa- na olacak adı. Umrandan Uygarlığa, geçmişten bugüne idi, yeni kitabım bugün- den geçmişe. İrfan biziz, kültür Avrupa. Batı’dan Doğu’ya gibi bir şey.
Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Her cevap noksan. Cevaplamak ayıklamaktır. İnsanlara verebileceğim mesaj bu.
Türkiye Kültür Sanat Yıllığı - 1986
Konuşan: Hüsamettin Aslan
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.