Dr. Necmeddin Turinay: Mehmet Âkif’in Büyük Âlemi

Dr. Necmeddin Turinay: Mehmet Âkif’in Büyük Âlemi
Büyük sanatkârların ruhlarında ve kalemlerinde öyle bir iksir mevcuttur ki, ele aldıkları her mevzuyu yekpare bir bütünlüğe erdirir; dağınık ve paramparça duran eşyayı, tabiatı, kelimeleri ve geçmiş uzun bir tarihi yepyeni bir tevhide dönüştürürler.

Bu yüksek ruhlu sanatkârların dilinden dökülen nice mısralar böyle olduğu gibi, nice karışık ve karmaşık sesleri tek bir makamın ahenginde toplamasını bilen büyük soluklu bestekârlar da öyledir. İşte onun için biz, klasik büyük romanları okurken de, içimizdeki derin vecdi harekete geçiren büyük musikî formlarını dinlerken de, kademe kademe kendimizi âlemin künhüne ermiş gibi hissederiz. İçimizde ve dışımızda yüksek bir galeyan hasıl olur, etrafımızı kuşatan sayısız teferruat, içimizden esen uğultulu nakaratlara tâbi olarak akar da akar!..

Bunun dışında bu büyük sanatkârlar, hemen herşeyi “tek”e indirgemeyi bilirler. Mimar Sinan kubbelerle oynayarak bunu yaparken; bütün varını yoğunu tek bir kavrama, Büyük Doğu kavramına indirgemeyi başaran Necip Fazıl’da olduğu gibi; yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, nice güneşlerin doğup batmasının destanını yazan Mehmet Akif’in yaptığı da bundan farklı değildir.

Çünkü Akif’in kaleminde ve ruhunda da öyle bir iksir mevcut ki, eski devirlerin büyük mutasavvıflarında olduğu gibi, ele aldığı her mevzuyu ve teferruatı tek bir vahdet noktasında cem etmesini iyi biliyor. Nasıl eski mutasavvıflar gezip dolaştıkları tabiatı, temas halinde bulundukları nesneleri, daha ötede, yerler ve gökler dahil bütün bir âlemi tanrısal bir zikir içinde idrak ediyorlarsa, Mehmet Akif’te de aynen öyle, büyük sanatkârların soyundan geldiğine dair sayısız işaretler mevcut. Bir yandan klasik büyük şairlerimizin, diğer yandan da batılı büyük romantiklerin mirasını kendinde cem etmesini bilen Akif’te, bu bakımdan gür ve coşkulu bir şiir, suyu kesilmeyen büyük ırmaklar gibi boşanıyor da boşanıyor.

Böyle yüksek bir şiir kabiliyeti eğer on altıncı yüzyılda yaşasa idi, ikinci bir Fuzuli ile kar-şılaşacağımızdan emin olabilirdik. O takdirde de Akif’ten, aynen Fuzuli’nin Leylâ vü Mecnun’unda olduğu gibi, Su Kasidesi’nde olduğu gibi yüksek aşk terennümleri dinlemekten geri kalmayacaktık.

Ya da diyelim ki Akif, on üçüncü yüzyılda yaşasaydı!.. O takdirde de karşımıza, daha başka bir Mevlâna olarak çıkacak, coşkulu bir aşkın serenatları suretinde, yeni yeni Mesneviler armağan etmekten geri kalmayacaktı bize.

Yani çok yazmak ve coşkulu yazmak gibi, kımıldadıkça rahat ve kolay şiirler söylüyormuş gibi bir tesir üretmek, hemen bütün büyük şairlerin ortak nişanesi değil midir? İşte Akif de aynen o büyük üstad şairler gibi, durmaksızın yazdı, durmaksızın söyledi. İçinden gelen hep bir acı ve hep bir aşkla söylenmiş bu şiirler; neredeyse koca bir divan teşkil eden hacmiyle, onu büyük şairler kafilesi arasında zikretmemize yetip de artıyor dolayısıyla. Aynen Yunus’ta, Mevlâna’da, Fuzuli’de, Şeyh Galip’te ve Abdülhak Hamid’de olduğu gibi!.. Ya da kendi çağdaşı Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’de olduğu gibi, Türk edebiyatının yüzakı büyük şairlerden biridir kuşkusuz Mehmet Akif.

Büyük şâirlerin yolunda fakat yepyeni bir şiir

Mehmet Akif’i eski yüzyılların büyük şairlerinden Yunus, Mevlâna veya Fuzuli’ye benzetmemiz sebepsiz değil. Alemlere sığmayan bir ıstırap, ya da bütün insanlığı ihâta edecek çapta yüksek bir aşk duygusu!.. Tabiatı ve her türlü teferruatı cezbeli bir vahdet ihtiyacı içinde algılamak ve buradan hasıl olan yüksek bir aşk duygusu ile de, bir nevi kendinden geçer gibi yazmak!.. Sürekli bu duyguyu tekrar etmek!.. Her seferinde de daha iyiye, daha güzele ve müteâl olana bir adım daha yaklaşmak!.. Bu işi hayatının yegâne mesaisine dönüştürmek gibi birşey..

Fakat biliyoruz ki Akif ne on üçüncü yüzyılda, ne de on altıncı yüzyılda yaşamış biri değil. Dolayısıyla her büyük şairin, yaşadığı yüzyılın şuuruyla konuştuğunu unutmamak icap eder. Nitekim Akif de aynen böyle yaptı ve kendi döneminin diliyle yazdı. Ya da yaşadığı dönemi ve facialarını, kendi fırçasıyla boyadı durdu. Bu bakımdan o büyük şairlerle Akif arasındaki fark, aradan geçen nice yüzyılların farkıdır. Dil, kültür, her türlü zevkler değişmiş, sanatın ve şiirin öncelikleri farklılaşmış; ne büyük imparatorlukların kuruluş heyecanı, ne de “gül devirleri”nden bir eser kalmış!.. Daha ötede insan ve toplum değişmiş!.. Dinî telâkkiler alt-üst olduğu gibi, çağdaş batı emperyalizminin İslâm dünyasına verdiği büyük yıkım karşısında, neredeyse herkes şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir vaziyette!..

İşte Mehmet Akif bu sebeple, aynı familyadan gelen şairlerden biri olduğu halde; onlardan daha farklı bir dil ile yazıyor, onlardan daha farklı bir sanat ortaya koyuyor. Veya şöyle dememiz de mümkün: Mevlâna, Yunus ya da Fuzûli gibi şairler, kendi yüzyıllarında değil de, Akif gibi facia ve çöküş zamanlarımızda yaşasalardı, hiç kuşkusuz onlar da Akif’in takındığı gibi bir tutum takınır, şiirlerini öyle yazar, öyle söylerlerdi.

Bir nevi uyarma ve “inzâr”dır hemen bütün büyük şairlerin yaptığı!.. Onlar devirlerinin diliyle konuşur ve içlerindeki bir aşkı, bıkıp usanmadan tekrar eder dururlar. Hemen her şiirinde de aynı şeyi söylerler. Bıkıp usanmadan, asıl söylemek istediklerini henüz daha yenice söylemeye başlamışlar gibi bir duygu içinde yazarlar.

Fakat biz bu şiirleri okurken, idrakimizde yeni yeni açılmalar hissederiz. Çünkü onlarda mevcut olan “inzârın dili ve şuuru”, bizi içimizden ve dışımızdan uyarır durur. Bir farkla ki, eski büyük şairler varlığın tâbi olduğu gizli devinimden bizi haberdar kılmak isterken; Akif onlardan farklı olarak, kendi yüzyılının şuu-runa veya şuursuzluğuna hitap etmek durumunda kalır:

Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm

Gördüm de hazanında bu cennnet gibi yurdu Gül devrini görseydim onun bülbülü olurdum Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu?

Mehmet Âkif’te ıstırabın kaynağı

Yukarıdaki dörtlük o kadar önemli ki, neredeyse Akif’in hemen bütün hayatının özeti mesabesinde. Koca bir imparatorluk çökmüş, geriye kalan topraklar da viraneden farksız bir hâl almış. İşte bu harap ülkede şair kendini, adeta bir nevi baykuş gibi hissediyor. Burada baykuşların meskûn yerlerde, insanın ve kalabalıkların barındığı mekânlarda yaşamadığını söylemeye gerek yoktur sanırım. Çünkü bu uğursuz hayvanlar hemen daima viranelerde, insanın yaşamadığı ıssız ve terkedilmiş diyarlarda yaşarlar. İşte Akif, uğrunda verilmiş büyük mücadelelere rağmen, yurdun son manzarasını ancak böyle tasvir edebiliyor.

Buna karşılık dönüp geriye baktığı, daha doğrusu uzak bir maziyi hatırlamaya çalıştığı da dikkati çekiyor şairin. Kaldı ki buna hatırlamak bile denemez. Çünkü onun kasdettiği “gül devirleri” daha, daha eski yüzyıllara ait bir durum. Yani çocukluk yılları bile kasdedilmiyor burada. Haliyle Akif, eğer bu ülkenin “gül devirleri”nde dünyaya gelmiş biri olsaydım, ben de bülbüller gibi şakır, o yolda şiirler söylerdim demek istiyor. Dolayısıyla aynı ülkenin gül devirleri çok gerilerde kalmış, hemen her yer “viranemisal” olmuş ve şairin kaderine de, gül karşısında aşk serenadları söylemek yerine, acının ve ıstırabın terennümlerini bestelemek düşmüştür.

Kuşkusuz her şairde karşılaşmıyoruz böyle bir durumla. Şairin kendini; kendi devrinin ve bireysel ıstıraplarının daha ötesinde bir acıya kilitlemesi ile yani!.. Namık Kemal’in,

“Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına”

dediği gibi, Akif de aynı makamdan bunun için konuşmuş oluyor.

Fakat onun şiirinin merkez noktasını teşkil eden bu yüksek ıstırabın menşeini de tayin etmek gerekir sanıyorum. Burada da ister istemez, onun çocukluğu ve aile durumu önem kazanacak demektir.

1873’te İstanbul Fatih’te dünyaya gelen şair, Osmanlı-Rus savaşlarının büyük yıkım ortamında çocukluğunu geçirir. 93 savaşı dediğimiz ve Abdülhamit’in ilk iktidar yıllarına tesadüf eden o geriye çekilme ve ardı arkası kesilmeyen Balkan göçleriyle sürüp giden ölüm ve korku yılları!.. Neredeyse Bütün Balkanlar’ın birer birer koptuğu, Türk ve Müslüman ahalinin payitaht İstanbul’a, anne kucağına sığınır gibi sığındığı çaresizlik zamanları!.. Fukaralık, yoksulluk, yurtsuzluk hep bir arada. İstanbul’un bütün camileri ve avluları, neredeyse muhacir kafileleri ile dolmuş. Yer, gök insan!..

Bu vahşet manzaraları, hiç kuşkusuz, hemen her İstanbullu üzerinde çarpıcı tesirler meydana getirecek cinstendir. Babası ile Fatih camiine sık sık gelip gittiğini bildiğimiz Akif’in, yaşı küçük olmasına rağmen, bu korkunç facia manzaralarından haberdar olmaması tabii ki düşünülemez. Kaldı ki yıllarca devam edecek bu harap insanlık tablolarının, şairin ruhunda ne derin yaralar açtığını tahmin etmek zor olmamalıdır. Onun ruhunda bu insanlık faciasının, kalıcı tesirler meydana getirmesi ihtimali her bakımdan yüksektir.

Burada unutulmaması gereken bir husus da, Akif’in babası Mehmet Tahir Efendi’nin (1826-1888) Balkanlı biri oluşudur. İkinci Mahmut döneminde İstanbul’a gelen ve yaptığı tahsilin sonunda Fatih Medresesi’nde müderrisliğe kadar yükselen bir babanın evinde, eski fetih yıllarının hatıralarının konuşulmaması, ya da 93 savaşının meydana getirdiği ölüm ve korku şoklarının hissedilmemesi düşünülebilir mi? Yani kuvvetle muhtemeldir ki küçük Akif’in Fatih’teki evi; aile kökleri, hatıraları ve 93 savaşının hasıl ettiği olumsuz manzaralar dolayısıyla, daha o yıllardan bir ıstırap merkezine dönüşmüş bulunmalıdır.

Mehmet Akif’in Sahafat’ını baştan sona istilâ eden insan ve toplum merkezli ıstırapların kaynağı, işte buralarda aranmalıdır diyoruz. Kalabalık, kargaşa, fukaralık, acı ve feryat!.. Ve bu durum karşısında, daha küçük yaşlarda onda teşekkül etmeye başlayan bir nevi yüksek sorumluluk şuuru!.. Bu sorumluluğun kendine yüklediği acı ve ıstırap hisleri!.. Daha ileriki yıllarda okuyucusuna:

“Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım”

derken, onun neler hissettiğini kestirmek bu bakımdan zor olmamalıdır.

Dolayısıyla Akif’in bir yanını ifade eden bu “kök duygu”; onun Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı, ya da Milli Mücadele yıllarındaki tutumunu açıklamakta kullanabileceğimiz en önemli anahtar mesabesindedir.

Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin

Sadece Akif’te değil, büyük şairimiz Yahya Kemal’de ve hikâyeci Ömer Seyfettin’de de benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Ömer Seyfettin’in hemen bütün hikâyerinin, Balkan faciaları etrafında dönüp dolaştığı ortada değil midir? Ya da Akif’in “gül devirleri” olarak ifade ettiği zamanlara dönük tarihî hikâyeler veya anekdodlar!..

Nitekim Yahya Kemal de benzer duygular içerisindedir. Üsküp’te doğan ve burayı evlâdı fatihân diyarı olarak İstanbul’a, Bursa’ya benzeten şair, Açık Deniz şiirinde bakın neler söylüyor:

“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum

Her lâhza, bir alev gibi hasretti duyduğum.

Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu,

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu.

Mağlüpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rüyama girdi her gece bir fatihâne zan.

Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygular,

Mahzun hudutların ötesinde akan sular,

Gönlümde hep o zanla beraber çağıldadı.

Bildim nedir, ufuktaki sonsuzluğun tadı.”

Bu bakımdan Mehmet Akif’in, insan ve toplum sorunları karşısında son derece duyarlı olması sebepsiz değildir. Hemen her olumsuz durum onun vicdanını kanatmaya, buradan yeni bir şiir üretmeye artık hazırdır şair. Ya bir fukaralık ya bir adaletsizlik, ya da her haliyle insandan yardım dilenen mânâlı bir bakış karşısında, onun kalbindeki gizli mızrabın harekete geçmemesi mümkün değildir. Safahat’ın ilk cildini dolduran Küfe, Meyhane, Mezarlık, Bayram, Seyfi Baba, Koca Karı ile Ömer, Mahalle Kahvesi, Köse İmam gibi şiirler, işte hep bu merkez etrafında döner dolaşırlar.

Sırat-ı Müstakim’den Müdafaa-İ Milliye Cemiyetine

Eşref Edip’le birlikte çıkardıkları ve baş yazarlığını da kendisinin yaptığı Sırat-ı Müstakim dergisi bu bakımdan önemlidir. İnsana, topluma ve yönetici elitlere birşeyler söylemek için çıkarılan bu dergi, kısa zamanda dikkati çeker ve İmparatorluğun uzak beldelerinde de önemli tesirler meydana getirir. Sırat-ı Müstakim’in 27 aralık 1908’de, yani İkinci Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından çıkarıldığını ve 183’ncü sayıdan itibaren (1912) Sebilü’r Reşat adını aldığını burada yeri gelmişken ifade edelim. Akif’in yukarıda adlarını verdiğimiz şiirleri bu dergide yayınlandığı gibi, onun fikrî ve edebî yazıları da gene bu dergide çıkmışlardır. Yani Sırat-ı Müstakim bir yandan yeni bir şiirin, bir yandan İslâmi muhtevası ile dikkati çeken fikrî ve edebî bir nesrin merkezi olmaya başlarken; öbür yandan da Kırım’dan, esir Balkan ülkelerinden, Kazan’dan, Orta Asya’dan ve muhtelif İslâm memleketlerinden İstanbul’a gelen aydınların uğrak merkezine dönüşecekti.

Yani genç Akif her geçen gün, yaşının üstündeki bir sorumluluğun altına giriyor, eski ve yeni nesiller arasında her geçen gün daha bir ön plana çıkıyordu. Tabii bu arada, Safahat’ın ilk cildinin de yayınlanmış bulunması, onun tesirini daha bir artırıyordu. Nitekim bu tesirlerle izah etmek gerekir ki onu, dönemin üstat şairlerinden teşekkül etmiş bir heyetin içerisinde görüyoruz.

Balkan harbi yılları, Akif’in asıl temayüz ettiği ve doğrudan toplumsal bir önder konumuna yükseldiği zamanları teşkil eder. 1908 Meşrutiyet’i sonrasında, demokrasi adına her türlü cinayetin işlenebildiği o yıllarda; siyasî parti kurmakla dernek kurmak arasında bir fark bulunmaz, askerler siyasî partilere üye olabilir, daha ötede ayrı ayrı siyasî partiler kurarak değişik kümeler oluşturabilirlerdi. Bir de üstüne üstlük, sermayesi itibariyle karanlık bir takım yayın organları!.. Fikir hürriyeti anarşiye dönüşmüş, ülkenin dış politika tutumu (meselâ Balkan savaşlarında olduğu gibi) açıktan açığa tahrip edilmeye kalkışılmış, yani mevcut hükümetin ve ordunun mağlûbiyeti dahi arzu edilir bir durum almış. İşte İttihat ve Terakki’nin iç tasfiyelere mecbur kaldığı ve belki de yenice uyanmaya başladığı yıllara doğru ilerleyecektik artık.

Abdülhamid’in devrilmesinin ve Meşrutiyet’in ilânının ardından, yani içine düştüğümüz kaos ve kargaşa zamanlarından bir çıkış arayışı olmak üzere yeni bazı gelişmelere şahit olunuyor. Nitekim Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti gibi, kendilerine hemen herkesin saygı duyduğu önemli bazı şair ve fikir adamlarından meydana gelen bir heyet bunun için teşkil ediliyor.

Balkan Harpleri dolayısıyla yeni bir tutum belirlemek ve ülkenin ihtiyacını duyduğu daha sağduyulu yaklaşımlar üretmek vs. İşte bu dönemde teşkil edilen Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin İrşat Heyeti Neşriyat Şubesi’nde (Heyet-i Tenviriye), Abdülhak Hamid, Cenap Şehabeddin, Süleyman Nazif, Hüseyin Kâzım vs. ile birlikte Mehmet Akif’in adı da dikkatimizi çekiyor. Akif’in bu kuruldaki görevi, kurulun genel sekreterliğini yapmaktır. Aynı zamanda bu sıralarda, Darülfünun’da Edebiyat-ı Umumiye hocalığı yaptığını da unutmamak icabeder.

Millî bir destana doğru

Fakat burada asıl önemli olan, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin başkanlığını yapan yaşlı şair Recaizade Ekrem’in, Mehmet Akif’e söylediği bir husustur. Akif’in şiirini iyi tanıdığı ve iyi takip ettiği anlaşılan Recaizade Ekrem, bir ara Akif’e: “Millî bir destana ihtiyacımız bulunduğunu ve bunu da ancak kendisinin yapabileceğini” söylemesidir.

Burada Akif’in şiirinin ve sanatının, zamanın ileri derecedeki üstat sanatçılarının dikkatini çekmesi bir tarafa, onun ruhundaki gizli meylin açığa çıkması bakımından da ayrı bir önemi vardır. Akif’in millî bir destan yazması, bu milletin destanını ancak kendisinin yazabileceğine dair bir fikir üretmesi!.. Düşünebiliyor musunuz? Kademe kademe İstiklâl Marşı’na doğru evrilen bir süreç nerelerden doğuyor, nerelerden geçerek, nerelere ulaşıyor?

Dolasıyla Akif’in şiirinde asıl Balkanlar dönemi, neredeyse Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle birlikte, bu sıralarda başlamaktadır desek yeridir.

Bir başka husus da, gene bu heyetin umumi ricaları ile Akif’in Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde verdiği çok meşhur üç vaaz-konferanslardır. Ülkeyi, toplumu ve yönetici eliti birliğe ve bütünlüğe davet ettiği bu meşhur konuşmaları, Mehmet Akif’i gerçekten lâyık olduğu kamuoyu önderliği seviyesine taşımakta gecikmeyecektir. Nitekim Akif’in bu mekânlarda yapacağı konuşmalar, günler- haftalar öncesinden gazetelerde öne çıkan ilânlarla duyuruluyor; ardından da Sebilür Reşat dergisinde peyderpey yayınına geçiliyordu. Yani neresinden bakarsanız bakın, Balkan savaşlarından itibaren Mehmet Akif, ülkenin ön plandaki kanaat önderlerinden biri olup çıkacaktı.

Milli şairliğe doğru

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Akif’in sırf İslâmî kesimler nazarında değil, hemen bütün fikir ve sanat çevreleri bakımından umûmi bir kabul gördüğü gerçeğidir. Batıcısı - liberali, türkçüsü turancısı ve tabii islâmi-muhafazakâr kesimler de dahil, hemen bütün fikrî ve siyasî çevreler nazarında saygı duyulan, güven uyandıran bir kişiliğe sahip oluşudur. Kuşkusuz bunun temelinde de, yukarıdan beri özetlemeye çalıştığımız ülke sorunları karşısındaki hasbî tutumu ve bu tutumun şiir dahil her türlü imkânlar vasıtasıyla içten gelen bir coşku ile desteklenmesi hadisesidir.

Daha ötede şairin, fikrî veya siyasî görüşleri itibariyle kendisini olduğu gibi ifade etmesi, hemen bütün kesimler nazarında komplekssiz bir tutum takınması, sekter ve marjinal tutumlara asla tenezzül etmemesidir. Daha mühimi de şairin, maşerî vicdanın ortak dilini keşfederek konuşması ve yazmasıdır. Yani Akif daha o yıllardan, herhangi bir sınıfın, siyasi görüşün, hizbin veya bölgesel infiratçılığın ağına düşmemek gerektiğini keşfederek yazmış ve söylemiştir. İşte buna maşerî vicdanın dili ile konuşmak diyoruz. Fikir-siyaset arenasında da benzer bir konuma bürünerek, kendine saygın bir yer edinmek!.. Dolayısıyla burada şunu da ifade edelim: Mehmet Akif, İstiklâl Marşı’nı yazmakla “milli şair” sıfatını kazanmadı. Daha başından itiraberen o, böyle bir çizgi üzerinde ilerledi. Balkan savaşları ile Birinci Büyük Savaş boyunca, benzer bir saygı ve kabul duygusu üretmekten asla geri kalmadı.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İttihat ve Terakki iktidarının şaire karşı beslediği saygılı tutumunun altında da bu tür bir yaklaşım söz konusudur. Kuşkusuz İttihatçıların çeşitli kusur ve noksanlıkları bulunmakla beraber, onların Teşkilât-ı Mahsûsa ve çeşitli İslâmî, kültürel irşat heyetleriyle esir Türk ve İslâm memleketlerine yönelik sömürgecilik karşıtı politikaları, uluslararası emperyalizme dönük yaklaşımları ve bu yolda kapitülasyonları bile kaldırmaktan geri durmamaları; ister istemez Akif’in de onlara karşı aynı anlayışla yaklaşmasını sağlayacak demekti.

İşte bu karşılıklı ilişkiler arasında Akif bir bakıyorsunuz Berlin’e taşınmış, orada İngilizlerden esir alınmış Müslüman askerlerle temas ediyor; bir bakıyorsunuz Halep, Şam, Beyrut, Mekke-Medine ve Necit çöllerinde dolaşıyor!.. İngilizlerin tahrik ettiği isyankâr bazı Arap aşiretlerini teskine çalışmaktan adeta bîtap düşüyor. İşte böyle böyle, yeni yeni Safahat’lar ortaya çıkıyor; bir yandan da Berlin Hatıraları, Çanakkale Şehitleri ve Necit Çöllerinden Medine’ye gibi emsalsiz şiirler doğuyor.

Şairin anne tarafından yansıyan bazı tesirler

Bazen manzum hikâyeler ve romanlar biçiminde, çoğu zaman büyük destan parçaları suretinde, yer yer de normal küçük şiirlerden oluşan onun eserleri, ekseriyetle coşkulu, derin söyleyişler seviyesine yükselmekten asla geri kalmaz. Hemen daima yüksek bir lirizm bu şiirlere eşlik eder. Şairin istiğrak halinde seyreden bu tarafı, unutmayalım ki toplumcu yanından daha derin ve daha kuşatıcıdır. Necit Çöllerinden Medineye, Çanakkale Şehitleri, Gece, Leylâ, Hicran ve Secde gibi parçalarında, ani yükselişler biçiminde seyreden şairin bu tarafı doğrudan doğruya anne kökü ile ilgilidir.

Akif’in Orta Asya meselelerine ve Orta Asyalılara, Kazan ve Kırım’a ilişkin sorunlara duyduğu yakın ilginin kaynağı da gene burada aranmalıdır. Ondaki dinî idrakin ve şiirin, yarı yarıya bir istiğrak ve yarı yarıya panteist bir cezbe biçimindeki tezahürünü gene anne tarafıyla izah etmek durumunda kalıyoruz. İstenildiği takdirde, bu tesirleri daha da uzatmak mümkündür kuşkusuz.

Meselâ, Akif’te yer yer karşılaştığımız “asr-ı saadetçi” islâm telâkkisine karşılık, beklenmeyen derecelere varan “mevlid” yüceltmeleri, gene aynı şekilde ezgili ilâhi söyleyişler karşısında içinin dışının bir hoş olması, yani kendinden geçecek bir hal alması ve daha mühimi de hemen daima sekter tutumlardan uzak durmaya çalışması gibi!..

Dolayısıyla baba tarafından ve Balkan facialarından doğup beslenen “toplumcu tarafı” ile anne tarafından sirayet eden istiğrak halindeki “vecitli din tutumu” öyle bir noktada kesişime uğruyor ki, biz Akif’i bir bütün olarak “toplum mistiği” biçiminde algılamaya başlıyoruz. Aynen Mevlâna’da, Yunus’ta, Remzi Oğuz Arık’ta, Şevket Süreyya’da, Nurettin Topçu ve Kemal Tahir’de olduğu gibi!.. Kuşkusuz bu kişilerin bazıları Akif gibi değiller. Fakat toplum mistiği tarafları, onları bir arada düşünmemize gene de bir engel teşkil etmemektedir.

İşte Akif’in bu vecitli ve istiğraklı tarafı ile, Balkan facialarından kopup gelen toplumcu damarı; onu öyle bir seviyeye yükseltti ki, hemen bütün Türklük âleminin ve İslâm dünyasının ıstırap ve acılarının tercümanı noktasına taşıdı. Pakistan-Hint müslümanlarından tutun da, Orta Asyalılar, Kırım ve Kazanlılar, Mısır müslümanları; onun sesini ve mesajını işitmek hevesiyle, İstanbul’u adeta dinî ve siyasî bir kıble hüviyeti içinde algılamaya başladılar.

Dolayısıyla Sebilü’r Reşat dergisinin Kalküta ve Bombay’da; Taşkent, Semerkant ve Doğu Türkistan’da; Kazan, Kırım ve Sibirya içlerinde, Mısır dahil bütün Ortadoğu memleketlerinde ve Balkanlar’da, Kafkas ülkelerinde okunması, oralara kadar ulaştırılmaya çalışılması calibi dikkat değil midir? Yani Akif, Sebilü’r Reşat dergisi ve şiiri ile öyle bir dil yakalamıştı ki, bugünün tabiri ile buna “küresel bir dil” demek durumunda kalıyoruz.

Dolayısıyla adı geçen dergiyi; Türkiye’nin ve dilimiz Türkçe’nin son evrensel açılımı olarak mütâlaa edebiliriz diye düşünüyoruz.

Millî Mücadele ve İstiklâl Marşı

Haliyle Milli Mücadele’nin o yalnızlık günlerinde, tarihî geleneğin ve hilâfetin merkezi İstanbul ile yepyeni ümitlerin ve bağımsızlık şuurunun sembolü seviyesine yükselen Ankara arasında tereddüte düştüğü zamanlarda, Akif’in tercihi her bakımdan önem arzedecek demekti. Nitekim işte, tam da o sıralarda, Ankara hükümeti, Mehmet Akif’i davet etmek lüzumunu hissetti. Bu davete anında icabet eden şair yollara düştü ve Anadolu’da yer yer baş gösteren isyanların bastırılması noktasında büyük gayretler sergiledi.

Bu arada, kaybolan, çöken bir imparatorluğun ardından, yeni yeni uç vermeye başlayan Anadolu hareketi için; ruhları harekete geçirecek ve toplumu bir arada tutacak “millî bir marş” ihtiyacının duyulmaması mümkün değildi. Dolayısıyla Akif’in İstanbul’dan Ankara’ya daveti ile böyle bir marş ihtiyacının kuvvetle kendini hissettirmesi arasındaki derin rabıta, ancak ilâhi kaderin sevki ile izah olunabilecek bir hadise olarak çıkıyor karşımıza.

Ankara Tâceddin Dergâhında, şairin dışa yönelmesi ile değil, doğrudan doğruya kendi ruhuna eğilerek, oradan çekip çıkardığı bu milli marş güftesinin nasıl doğaçlama bir tesir meydana getirdiği hepimizin malûmudur. Bizzat şairin bir çırpıda ve ani bir kasılma suretinde, bu eserin doğduğunu söylemesi bayağı enteresandır. Ve daha mühimi de, şairin güftesine sahip çıkmayarak, adı geçen eserin millete ait olduğunu özellikle vurgulaması hususudur.

İşte büyük şaire yakışan bu büyük tavır, böylece onu, kendi milleti nazarında daha büyük bir kemal noktasına yükseltmiş olmuyor mu?

Klasik edebiyat devirlerimizin büyük velî şairleri gibi, ya da halk edebiyatımızın “bade içerek” ermişlik seviyesine yükselen ozanları gibi; içten gelen bir coşku ile yazıp söyleyen bu adam; İstiklâl Marşı’na hazırlanırken, Mevlâna’nın “ney”i gibi içinin bomboş olduğunu ve oradan, Türk milletinin şuurunun ve şuuraltının esatirî sesler biçiminde, coşkun bir sel gibi boşalıp aktığının kuşkusuz farkında olmalıdır. Kendi milleti için, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi” diyebilen ve Çanakkale’de yaralanan ve şehit düşen askerler için de “tüllenen mağribî akşamları” bir şal gibi örtmeye kalkışan bu adamın çizdiği ebedi tabloların, bir başka örneği değil de nedir İstiklâl Marşı?..

Gene kendi milletine böyle yüksek bir anlam biçerek, ebediyet aynasında, asla unutulmaması gereken tarihî bir sorumluluk şuuru içinde vasfetmesi, bayağı manidar değil midir? Ayrıca Türk milleti için tarihî bir şamandıra niteliği taşıyan bu metnin; milletin maşeri vicdanında edindiği haklı yer ile, tam ve kâmil manada bir “milli mutabakat belgesi”ne dönüşmüş bulunduğunu kim inkâr edebilir?

Nitekim 12 Haziran 1936’da şairin Mısır dönüşünde, İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesi düşüncesini dile getiren gazetecilere verdiği cevap ne kadar anlamladır:

“İstiklâl Marşı bir daha yazılamaz. Kimse bir daha İstiklâl Marşı yazamaz, ben de yazamam!.. Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!..”

Bu sözleri söylemesinin ardından ve aradan fazla bir zaman geçmeden 27 Aralık 1936’da vefat eden şairin; gurbet zamanlarında hissetiği derin acıya tercüman olan şu beyti ile bu metni tamamlamış olalım:

Çözde artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, Çok görme ilâhi bana bir avuç vatan toprağını!..

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.

Kitabı okumak için tıklayın

Kaynak: www.tyb.org.tr

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.